Kendisiyle yaptığımız söyleşileri 2021’de Küresel hinterlandın hayaletleri, 2023’te ise iki bölüm halinde, Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya küresel fabrikanın peşinde ve Küresel fabrika, küresel isyan başlıkları altında yayımladığımız ABD’li komünist coğrafyacı Phil Neel’in geçtiğimiz aylarda İtalyan sitesi infoaut.org’la yaptığı, üç bölümden oluşan söyleşinin ilki emperyal ilişkiler, ABD-Çin gerilimi, Ortadoğu ve Afrika’nın bu gerilimdeki rolü ve gitgide artan savaş ihtimali üzerine. Orijinal söyleşide ikinci başlık olan bu konuyu hem önemli bir gündem maddesi oluşu, hem de bugünün emperyalizmine bakış anlamında genel bir çerçeve çizdiği için öne almayı tercih ettik. Diğer iki bölümün çevirisini de yine önümüzdeki haftalarda e-komite’de paylaşacağız. İyi okumalar.
Bölüm I: GÜNCEL KÜRESEL BAĞLAM VE EMPERYAL GÜÇ İLİŞKİLERİ
Bugün emperyal düzeydeki hareketlere baktığımızda bazı tahliller küreselleşme eğiliminin tersine döndüğünden, diğer bir kısmı da iki kutba ayrışmadan bahsediyor, kapitalist değer zincirleri bize bu konuda ne söylüyor?
ABD ve Çin ekonomilerinin “küreselleşmeden uzaklaştığına” ya da önemli ölçüde “ayrıştığına” dair herhangi bir kanıt bulunmuyor. Ancak hem Çin ve ABD’de hem de özellikle ikisi arasındaki ticaret büyümesinde göreceli bir durgunluk söz konusu. Dolayısıyla, küreselleşme çağında oluşan dünya üretimindeki kutupluluk aslında kırılmaya başlamış, zengin olmayan ülkeler arasındaki ticaret artmış ve sermaye (yatırım hareketlerinde, doların ticaret para birimi olarak kullanımında vb. görülebilir biçimde) tamamen küresel kalırken ve hâlâ büyük ölçüde ABD firmaları tarafından domine edilirken bile tedarik zincirleri daha bölgesel hale gelmiştir. Bölgesel ticaret ve üretim bağlantılarının daha yoğun hale geldiğini, her ikisinin de çoğalan sayıda odak arasında dağıldığını ve bu bölgeler arasındaki uzun küresel bağlantıların kısaltıldığını, hatta bir dereceye kadar yeniden şekillendirildiğini söyleyebiliriz. Ancak bu üretim ağları aynı temel zemin üzerinde işlemeye devam ediyor: ABD doları ve en zengin ülkelerdeki lider firmalardan gelen sermaye. Ancak aynı zamanda, Brezilya tarım ürünleri gibi, (artık yasadışı olarak ticareti yapılan) Rus petrolü ve gazı gibi Çin imalat ürünleri de küresel ticaretin görece düşük değerli segmentlerinde daha baskın hale gelmiş durumda.
Peki, savaş bu resmin neresinde yer alıyor?
İlk soru şu: hangi savaş? İçinde bulunduğumuz dönemin belki de en dikkat çekici özelliği, Avrupa’nın en uç noktaları da dahil olmak üzere dünya genelinde silahlı çatışmaların artması. Bu çatışmaların hiçbiri henüz “büyük” savaşlara dönüşmemiş olsa da artık küçük de değiller. Son birkaç on yıldır sıklığı giderek artan, onlarca yıl süren isyan bastırma harekatları ve iç çatışmaların yavaş yanan biçimleri de değiller. Bunların yerine, 2020’den bu yana (aktif üye sayısına göre ölçüldüğünde) dünyanın en büyük on ordusundan en az üçünün (Rusya, Ukrayna ve Etiyopya) dahil olduğu gerçek bölgesel savaşlar söz konusu. Şimdiye kadar en fazla askeri kayıp Rusya-Ukrayna savaşında olurken, en fazla sivil kayıp Tigray savaşında oldu. Her iki durumda da bu savaşların her biri ayrı ayrı ilk iki yılında, ilk Amerikan işgali de dahil olmak üzere yirmi yıl boyunca Irak’taki toplam kayıp sayısından daha fazla can kaybına yol açtı. Bu arada, Sudan’da kökleri Sudan Devrimi’nin bastırılmasına dayanan ve şimdi küresel tedarik zincirlerinin çıkış noktalarındaki altın akışlarının kontrolü için (BAE, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerin de dahil olduğu) bir vekalet savaşına dönüşen iç savaş, yaklaşık üç milyon insanın ülkeyi terk etmesine ve sekiz buçuk milyon insanın ülke içinde yerinden edilmesine neden oldu. Toplamda bu rakam ülke nüfusunun neredeyse üçte birine tekabül ediyor. Her ne kadar Gazze’deki toplam sayılar diğer yerlerdekilerden çok daha düşük olsa da orda sürmekte olan soykırımın karakteri elbette en acımasız olanı.
Tüm bunların küresel değer zincirlerinin dağılmasıyla uzaktan da olsa bir ilişkisi olduğu kesin. Örneğin, son yıllarda dünyada askeri harcamalarda en büyük artışları gören Polonya’daki sağcı hükümet, şimdi kendisini “Avrupa’nın kurtarıcısı” olarak konumlandırıyor. Doğu Avrupa’daki üretim ağlarının Çin’deki doğrudan yatırımlardan uzaklaşan (büyük ölçüde Alman) lider firmalar için merkezi yerler haline gelmesi nedeniyle Polonya’nın aynı dönemde en hızlı ticaret artışlarından bazılarına sahne olması tesadüf değil. Benzer şekilde, soykırımın ortasında İsrail hükümeti, Pasifik’e alternatif bir rota sunacak gelecekteki bir İsrail-Hint ticaret koridoruna işaret ediyor. Ancak fazla mekanik olmamak da önemli. Yavaşlayan büyüme oranları, parçalı hale gelen ticaret ve bazı çeper ekonomik güçlerin yükselişi gibi büyük yapısal ekonomik eğilimleri çatışmalardaki genel artışa bağlayabilsek de herhangi bir savaşa salt ekonomik nedenler atfetmek nadiren mantıklıdır. Benzer şekilde, Gazze toplumsal sistemimizin mantığını -ve daha genel olarak proleter durumun sefaletini- yoğun bir şiddet kaligrafisine sıkıştırıyor gibi görünse de gevşek analojilere çok fazla ağırlık vermek, sanki belirli bir tarihsel andaki toplumsal güçlerin özel konfigürasyonu, buna neden olan altta yatan yapısal kuvvetlerin önceden belirlenmiş ifadesiymiş gibi, aşırılığı zorunlulukla eşitleme riskini doğurur. Aslında bunun tam tersi doğrudur: kapitalist üretime içkin çelişkiler, sistemde belli bir yoğunluğu aştığında, başlangıçtaki nedenine indirgenemez, kendi kendini güçlendiren bir kaos yaratacak içsel bir çalkantı yaratır. O halde Gazze’deki soykırımın, bu kuvvetler tarafından “koşullandırılmış” ya da “mümkün kılınmış” olsa bile, altta yatan bir tür politik-ekonomik eğilimden “kaynaklandığını” söylemek pek doğru değildir. Vahşetin kendisi, doğrudan doğruya, bir soykırımın mümkün olacağı koşulları yaratmak için onlarca yıldır çalışan ve şu anda planladıkları soykırımı sistematik olarak gerçekleştirme aşamasında olan aşırı ırkçı İsrailli milliyetçilerden kaynaklanmaktadır.
Büyük resme bakıldığında, ister doğrudan çatışma isterse artan tedarik zinciri rekabeti göz önünde bulundurulsun, basit bir ifadeyle hegemonya değişiminden bahsedebilir miyiz?
ABD ve Çin hegemonyası arasında bir “interregnum” içinde olduğumuz fikri, bizzat ABD emperyal gücünün işleyişi tarafından oluşturulan ve daha sonra bu gücü desteklemek için kullanılan ideolojik bir imge.1 II. Dünya Savaşı’ndan itibaren ABD hegemonyasının tarihi bütün olarak incelendiğinde, neredeyse her onyılda bir, Asya’da yeni rakiplerin yükselişiyle kanıtlanacağı varsayılan ani düşüş tahminlerinin yapıldığı görülmektedir. Soğuk Savaş’ın başında, uzaya hem ilk uyduyu hem de ilk insanı fırlatan teknolojik olarak gelişmiş Sovyetler Birliği tehdidi vardı. Birkaç onyıl sonra, düşman o zamana kadar dünyanın herhangi bir yerinde görülen en hızlı ekonomik büyüme oranlarından birine sahip olan Japonya’ydı. Sonra da, elbette, Çin geldi. Her iki durumda da tahminler sadece yanlış çıkmakla kalmadı, aynı zamanda ABD’nin dünya genelindeki çıkarlarını yeniden güçlendirmek için kullanıldı. Bu argüman Soğuk Savaş’ta vekalet savaşları ve nükleer silahlanma için para toplamak, Japonya’ya karşı sert gümrük vergileri uygulamak ve nihayetinde onlarca yıl süren derin bir ekonomik bunalımı tetikleyen bir para anlaşmasını (Plaza Anlaşması) dayatmak için kullanıldı. Bugün aynı söylem, Çin’in yetersiz ilerlemelerini yiyip bitirmeyi, Pasifik’te daha da yıkıcı bir siyasi-ekonomik çöküşü tetiklemeyi ve Tayvan Boğazı’nı kana bulamayı uman Amerikalı savaş çığırtkanları tarafından kullanılıyor.
Belki daha da önemlisi, kapitalizm altında hegemonik geçişin gerçek tarihsel sürecine baktığımızda -ki elimizde temelde bir, belki de iki meşru örnek var- göze çarpan birkaç şey var: Birincisi, sürecin tamamlanması için uzun bir “büyük” savaş dönemi gerekli gibi görünüyor ki bu dönemde lider gücün görünürdeki halefleri hızla değişebiliyor. Örneğin, Almanya’nın bir zamanlar küresel endüstriyel inovasyonun ön saflarında yer aldığı için Britanya İmparatorluğu ile rekabette ABD’den önde olduğu düşünüldüğünü bugün çok az kişi hatırlıyor. İkinci olarak, hegemonik geçişler aslında hiçbir zaman basit kafa kafaya çatışmalar olmamıştır. Bunun yerine, sermayenin belirli gevşek ulusal fraksiyonlarının ve onlara hizmet eden hükümet kurumlarının hegemonik gücü her zaman finans, küresel ticaretin para birimi ve baskın bir dünya ordusu üzerindeki kontrolde somutlaşmıştır ve bu faktörler doğrudan çatışma yoluyla olduğu kadar işbirliği yoluyla da el değiştirmiştir. Hegemonik değişimler şimdiye kadar temelde yığınsal dinamiklerdi; eski çekirdeklerin yardımıyla oluşan yeni sermaye çekirdekleri nihayetinde bu eski çekirdekleri önce yavaş yavaş, sonra da bir dizi kriz ve savaşla hızla yerinden etmeye başlar. Ancak, çoğu zaman eski ve yeni, diğer açılardan endüstriyel rakipler olsalar bile, bu büyük çatışmaların çoğunda kendilerini müttefik olarak bulurlar.2 Üçüncüsü, hegemonyadaki her değişim aynı zamanda coğrafi ölçekte de bir değişim olmuştur; bu da gelecekteki herhangi bir hegemonun şu anda hiçbir modelinin mevcut olmadığı az ya da çok küresel bir yönetim formunu üstlenmesi gerektiği anlamına gelir.
Aynı zamanda, bir tür değişimin yaşandığı ve bunun Asya ile bir ilgisi olduğu da açık. Peki, gerçekten neler oluyor? İçinde bulunduğumuz an neden hem hegemonyada bir değişime işaret ediyor gibi görünüyor hem de buna rağmen yetersiz kalıyor? Küresel üretimin temel coğrafyasındaki değişimler bu soruyu yanıtlamaya yardımcı olabilir. Piyasanın maliyet disiplini, savaş sonrası dönemden bu yana, sanayi kapasitesinin Pasifik’in batı kıyılarına doğru neredeyse kesintisiz bir şekilde yer değiştirmesini teşvik etmiş ve bir dizi kalkınma patlamasıyla Doğu Asya’nın kıyı bölgelerinde yeni sanayi bölgeleri oluşturmuştur. Bunlara Körfez ülkelerinde petrol altyapısının hızla inşa edilmesi, Avrupa’nın seçici rehabilitasyonu ve İsrail yerleşimci devletinin askeri-endüstriyel inşası eşlik etti ve bunların hepsi ABD gücünün himayesi altındaydı. Her iki durumda da bu, ilk olarak emperyal hiyerarşinin tepesinde yer alan “devletler ortaklığındaki” lider şirketler arasında huzursuz bir güç paylaşımını, ikinci olarak da bu hiyerarşinin daha aşağısında yer alan ülkelerde bulunan taşeronlarına artan bir güç devrini içeriyordu. Lider şirketler, üretimlerinin muazzam bir kısmını bu şekilde dışarıya taşıdıktan sonra bile yüksek derecede monopsoni3 gücünden yararlanmaya devam ederken, dış kaynak kullanımı sürecinin kendisi nihayetinde yeni, tekel ölçekli üreticiler üretmiş ve bunlar daha sonra kendi başlarına lider şirketler haline gelebilmiştir.
Sonuç olarak, sermayenin yeni ulusal ve sektörel fraksiyonları şekilleniyor ve bu değer zincirlerinden akan toplam kârdan daha büyük bir pay alabileceklerini ortaya koyuyorlar.4 Ancak bu sadece aynı anda hem rekabetçi hem de işbirliğine dayalı bir süreçle gerçekleşiyor. Lider firmalar ve onlara dümen kıran zengin ülkelerdeki sermaye blokları arasındaki ilişki, çoğunlukla, daha yoksul firmaların önemli sözleşmeler için daha zengin olanlara bel bağladığı eşitsiz bir karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. Bu işbirliği aynı zamanda altyüklenicileri maliyet disiplinine zorlayan bir yöntemdir, öyle ki rekabet baskısının çoğu lider firmalara yönelmek yerine tedarik zincirinin alt halkalarında yoğunlaşmaktadır. Dolayısıyla, ABD ile Çin arasında bir ticaret savaşından söz edilse de, ki çoğu ürün grubunda böyle bir şey söz konusu değildir, bunun yerine tedarik zincirinin alt halkalarında, örneğin Çin anakarasındaki firmalar ile Tayvan ya da Güney Kore’deki firmalar arasında oldukça yoğun bir ticaret savaşı yaşanmaktadır. Ya da daha da önce, Çin’in artan rekabetinin 1980’ler ve 1990’larda meydana gelen “Güneydoğu Asya Mucizesi”ni nasıl tamamen ortadan kaldırdığına, Tayland ve Malezya gibi ülkelerin Asya Mali Krizi’nden kurtulmalarını nasıl engellediğine ve ’orta gelir tuzağı” olarak adlandırılan duruma düşmelerine nasıl vesile olduğuna işaret edebiliriz.
Temel olarak, küresel üretim sisteminin ana merkezinde aşırı rekabetçi koşullar teşvik edilir ve başlangıçta küçük olan çok sayıda firma çok dar marjlarla çalışmak zorunda kalır. Çoğu da yok olur. Bu arada, aralarından en yetenekli olanlar hayatta kalmanın tek yolunun bu kârlılık sorunlarına hızlı organizasyonel, teknolojik ve mekansal “çözümler” getirmek olduğunu keşfederler. Böylece, kurumsal organizasyonlarını yeniden yapılandıran agresif birleşmelere ve satın almalara başlarlar, montaj işlerini makineleştirmenin yollarını bulurlar ve Ar-Ge’ye ne kadar para akıtabilirlerse akıtırlar. Hem daha ucuz üretim yerlerine hem de daha gelişmiş üretim teknikleri edinebilecekleri ve daha yüksek değerli pazarlara daha büyük marjlarla hizmet verebilecekleri daha zengin bölgelere taşınmaya başlarlar. Sonuç olarak, birim işgücü başına kendi ürün gruplarında daha da fazla mal üretebilir, böylece sektör genelinde kapasite fazlasını daha da kötüleştirebilir ve sektörel kar oranlarını daha da düşürebilirler (kendileri bundan kar etseler bile). Sonuç olarak “küresel üretim bolluğu” büyür ve maliyetleri daha da düşürmek için zincirde yukarı ve aşağı doğru daha fazla baskı yaratır. Ancak başarılı olduğunu kanıtlayan tekil şirketler de kendi tekel güçlerine sahip önemli birer holdinge dönüşmektedir.5
Aynı zamanda, bu şirketler hâlâ nihai olarak üstlerindeki lider firmalardan gelen sözleşmelere güvenmektedir. Aslında, bireysel sözleşmeler (örneğin Apple için AirPods üretme sözleşmesi) yıllık gelirlerinin büyük bir bölümünü oluşturabilir. Belirli bir büyüklüğün ötesinde, bu sözleşmeler için daha iyi anlaşmalar müzakere etmek ve daha değerli olan daha fazla iş almak için daha iyi bir konumdadırlar, ancak yine de sonuçta bağımlı durumdadırlar. İşte bu dinamik, üretim üzerinde giderek daha fazla gücün Asya’daki yeni sermaye çekirdeklerine devredildiği ve buna rağmen birikimin hâlâ zengin ülkelerdeki lider firmalar tarafından yönetildiği, görünüşte paradoksal bir durum yaratıyor. Ancak bu, uzun süre devam edemeyecek dengesiz bir durum ve aslında benzer koşullar daha önceki hegemonik değişimlerden önce de hüküm sürmüştü. Nihayetinde, hegemonya gerçekten de “ulusal” bir mesele değil. Hegemonyadaki değişimler daha çok küresel üretim coğrafyasının yönetimi ve bunun temelinde yatan askeri-finansal katmanlarda meydana gelen değişikliklerle ilgili. İşte tam da bu noktada, en azından önümüzdeki birkaç on yıl içinde, büyük bir hegemonik değişimin gerçekleşeceğine dair hiçbir emare göremiyoruz. Örneğin: aksi yöndeki abartılı haberlere rağmen, doları terk etmeye yönelik önemli bir hareket olmadı; JP Morgan-Chase, BlackRock ve Vanguard gibi devasa varlık yönetim şirketleri tarafından temsil edilen büyük ABD finans firmalarının kontrolü aslında daha da genişledi. Ayrıca başka yerlerdeki hızlı askeri büyümeye rağmen ABD önde gelen askeri güç olmaya devam ediyor. Yine de tüm bu finansal ve askeri güçler, Ukrayna ve Polonya gibi yerlerde sağcı güçler tarafından yönetilen hızlı militarizasyonun da gösterdiği gibi, giderek daha tehlikeli vekalet biçimleri aracılığıyla faaliyet göstermekte.
O halde, kabaca ifade edersek, bu “gerilemekte olan” bir ABD ve “yükselen” bir Çin meselesi değil mi?
Hayır, hiç değil. Aslında büütn bu anlatı, oyundaki çok daha tehlikeli dinamiklerin dikkatini dağıtmaktan başka bir işe yaramıyor. “Çin’e karşı ABD” anlatısının temel unsurlarının birçoğu ya abartılıdır ya da düpedüz tahrifattır. Bu durum özellikle başka bir makalede ele aldığım “Çin Afrika’da” konulu haberler için geçerlidir.6 Çin hâlâ ortalama olarak oldukça fakir bir ülke. Örneğin Japonya’nın 1970’lerde ve 1980’lerde tanındığı gibi ABD’nin çekirdek firmalarıyla kafa kafaya bir rekabete girmiş değil. Çin’in de yakında bu noktaya ulaşacağı kesin. Ancak, şimdilik, bu “ticaret savaşı” önlemlerinin çoğu, doğrudan rekabeti önlemekten ziyade, Çinli firmaların yakın gelecekte önemli Batılı şirketlerle rekabet edebilecekleri noktaya gelmelerini önlemek için “yumruk atmaktan” ibaret. Yine de son on yıldaki Çin karşıtı politikalar, ABD’deki üretimi canlandırmaktan çok Asya’nın başka yerlerindeki, Doğu Avrupa ve Meksika’daki sanayileri canlandırma etkisi yarattı. Sanayide herhangi bir artış olduğu ölçüde, imalat alanındaki en büyük yeni yatırımların çoğu Güney Koreli, Tayvanlı, Japon ve Alman firmalar tarafından finanse edildi. Dolayısıyla görülen o ki, Çin’i oyunun dışında tutmaya yönelik yarım yamalak girişimlere rağmen üretim üzerindeki tüm bu yetki devri yine de Avrasya genelinde giderek güçlenen ve emperyal düzenin ara kademelerinde giderek daha fazla sayıda “alt-emperyal” işlev üstlenen bağımlı alt sermaye çekirdekleri yaratmaya devam ediyor.
Bu da daha önce bahsettiğimiz çatışmaları yaratıyor. Ancak bu çatışmalar,oldukça dikkat çekici bir şekilde, (elbette bazı ticari bağları olsa da) Çin’i içermiyor ve doğrudan ABD’yi bile artık nadiren içeriyor, en azından Bush yıllarındaki gibi ordunun sahada olması anlamında içermiyor. Elbette, ABD hâlâ genellikle finansman, bazı eğitimler, çevresel drone saldırısı imkanı ve elbette çatışmanın küresel ticareti tehdit edebileceğini hissettiğinde arka planda uçak gemilerinin her zaman mevcut konumlandırılmasını sağlıyor. Emperyal hegemonun klasik terörle mücadele müdahaleciliğinin ya da “süper güçler” arasındaki eski Soğuk Savaş vekalet siyasetinin yerine, büyük ölçüde kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden alt-emperyal güçler arasında en aktif katılımı görüyoruz. Bunlardan bazıları Ruslar ve Fransızlar gibi gerilemekte olan ya da tehdit altında olan güçler, diğerleri de Emirlikler, Suudi Arabistan, Türkiye ve Hindistan gibi aşırı sağcı yönetimlerin açıkça yükselişte olduğu ülkeler. Sahel’i bir vaka çalışması olarak ele alalım. ABD elbette AFRICOM ve Kenya gibi itaatkar askeri ortaklar ağı tarzı ince yollarla varlığını genişletiyor. Drone saldırıları ve eğitimler düzenliyor, bazı elitlerin ceplerini dolduruyor. Yine de bunların çoğu, Uranyum yataklarını güvence altına almak için çölde lejyonerlerini konuşlandıran Fransızların ve şu anda Kuzey Afrika’daki Rus çıkarlarına meydan okumak için oraya konuşlandırılan, Ukrayna’dan getirilen benzer paralı asker gruplarıyla çatışma halinde olan Wagner gibi Rus askeri firmalarının aktif müdahalelerine kıyasla nispeten pasif.
Aynı durum ekonomik alanda da geçerli. Örneğin Çin’in lojistik açıdan kilit noktalar elde etmek ve ordusunu konuşlandırmak için Afrika’da liman sahibi olmaya çalıştığına dair çok şey duyarsınız. Ancak sahadaki gerçekleri araştırdığınızda, Cibuti’deki (başka bir dizi ülkenin de üsleriyle birlikte var olan) tek askeri üsün yanında, birtakım liman inşaat işlerinin Çinli şirketlere taşeron olarak verilmesi ve Çinli firmalar tarafından yönetilen birkaç konteyner terminali dışında buna dair neredeyse hiçbir kanıt bulamazsınız, bu sonuncusu genellikle hatalı bir şekilde “Çin’e ait” limanların kanıtı olarak anılır. Açıkçası Çin çok büyük bir ekonomi ve Çinli firmalar da en önemli uluslararası inşaat ve mühendislik müteahhitleri. Özellikle Afrika pazarında öne çıkıyorlar ve aslında kıtadaki büyük inşaat projelerinde pazar payının çoğunluğunu ellerinde tutuyorlar. Ancak inşaat firmaları inşa ettikleri şeylerin sahibi değildir. Çinli inşaat şirketlerinin Afrika’da sadece var olması, genellikle IMF ve Dünya Bankası gibi geleneksel çokuluslu kurumlar aracılığıyla yönlendirilen ve çok daha karmaşık sermaye zincirleri aracılığıyla işleyen doğrudan finansman, yatırım ve mülkiyetten çok farklı bir şeydir.
Buna karşın, Türk firmaları ve askeri güçleri tam da Çin’in eleştirildiği türden faaliyetlerde bulunmuşlardır, ancak bu durum medyada neredeyse hiç yer almaz. Türk şirketleri Afrika kıtası genelinde (terminal kiralamanın da ötesinde) büyük liman işletmeciliği anlaşmaları imzalamış ve sonrasında sürekli olarak, vergilendirilmemiş paranın Türkiye’ye yasadışı yollardan aktarılması da dahil olmak üzere, yolsuzluklara karışmakla suçlanmıştır. En korkunç örnek, Türk firmalarının Mogadişu’daki (Albayrak Grubu’na ait) liman ve (Favori LLC’ye ait) havalimanının yanı sıra daha kuzeydeki limanları ve (ABD ile birlikte) açık deniz petrol arama haklarını yönetmek için uzun vadeli sözleşmelere sahip olduğu Somali’dir. Bu anlaşmalar, bir dizi yardım anlaşmasının ardından Erdoğan yönetiminin doğrudan desteğiyle müzakere edildi. Dahası, bir dizi askeri anlaşmanın imzalanmasının ardından Türkiye Mogadişu’da Somali ulusal silahlı kuvvetlerini eğittiği (ve ülkeye Türk silahlarının satışını kolaylaştırdığı) devasa bir askeri üs açtı. Bu anlaşmaların en sonuncusu yakında Türk donanmasının Somali sularında devriye gezerek ülkenin fiili donanması ve sahil güvenliği olarak hizmet vermesine olanak tanıyacak ve aynı zamanda Somali’nin açık deniz münhasır ekonomik bölgesinden elde edilen gelirin en az üçte birini Türk şirketlerine devredecek.7 Türkiye yalnız da değil. Örneğin, BAE’ deki kapitalist çıkar odakları Afrika’yı tam anlamıyla yağmalamakta, “el yapımı” madencilik sektöründen yasadışı yollarla büyük miktarlarda altın akıtmakta ve bu altınlar daha sonra İsviçre veya Hong Kong gibi diğer finans merkezlerine gitmeden önce BAE’de aklanmaktadır.8 Bu amaçlar doğrultusunda BAE hükümeti Sudan İç Savaşı’nda bir grubu (Hemeti ve Hızlı Destek Güçleri’ni) finanse ediyor ve bu nedenle devam eden mülteci krizinde büyük bir sorumluluk taşıyor. Aslında durum bundan daha da karmaşık, çünkü bu HDG askerlerinin birçoğu savaş deneyimlerini BAE adına başka bir vekalet savaşının askeri olarak çatıştıkları Yemen’de edindiler.9
Peki, genel tablo nedir? Küresel emperyal hiyerarşi içindeki güç dağılımının aynı zamanda gerilimi aşağıya doğru aktardığı, değer zincirinin orta katmanlarında yoğun rekabeti teşvik ettiği ve değerin küresel kaynaklarında açık bir çatışmayı tetiklediği bir tablo. Bu arada, zincirin üst kademeleri, diğer sermaye çekirdeklerinin büyümesi toplam akışlardaki paylarının azalmasına neden olsa bile muazzam kâr kütlelerini kendilerine mal etmeye devam etmişlerdir. Ancak gücün devredilmesi aynı zamanda risklidir, çünkü ya sermaye fraksiyonları arasındaki sınıf içi çatışma ya da giderek daha büyük taşeron imalatçılarda çalışan işçilerin daha yüksek ücretler talep etmek için endüstriyel eylemleri harekete geçirmeye daha muktedir hale gelişi sayesinde artan sınıflar arası çatışma nedeniyle işleyişin sekteye uğraması olasılığını da beraberinde getirmektedir.10 Dolayısıyla, burada ABD’den Çin’e hegemonik bir geçişten ziyade ABD gücünü desteklemenin belirli bir yöntemini görüyoruz; bu yöntem aynı zamanda bazı açılardan tek bir “blok” gibi işleyen ancak çoğu durumda hem ekonomik hem de jeopolitik alanda son derece farklı ve çoğu zaman şiddetli sonuçlara yol açan çatışmalı çıkarlar sergileyen bu çok büyük, çok çeşitli pan-Asya sermaye alanının yükselişini de teşvik ediyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Japonların ticaret savaşındaki yenilgisinden sonra, bağımlılık teorisyeni Samir Amin yeni bir hegemonik rakibin yokluğunda çürüyen bir hegemonyayı desteklemek için umutsuz girişimlerin gerçekleştiği yaklaşan bir “Kaos İmparatorluğu” konusunda uyarıda bulundu. Bu da günümüz koşullarını en iyi şekilde tanımlıyor gibi görünüyor. Üretim üzerindeki gücü diğer ülkelere kaydırıldığı için altı gitgide boşalsa da ABD’nin küresel hegemonyasının yerini alabilecek bir birikim çekirdeği henüz mevcut görünmüyor.
Çeviri: Emre Yeksan
Özgün Metin: “A fistful of dripping hate”
- Gelecek yıl çıkmasını umduğum yeni kitabım hegemonya konusunu ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Röportajın bu bölümü kitabın temel argümanlarından bazılarının çok kısa bir özeti niteliğinde. ↩︎
- Böylece İngilizler, Şanlı Devrim’in ardından kısmen Hollandalılarla kurdukları yakın bağlar sayesinde önde gelen deniz gücü ve daha sonra da finansal güç haline geldi. Amerikalılar da 20. yüzyılın başından sonra İngilizler açısından benzer bir rol oynadı. ↩︎
- Üretici tekeli anlamına gelen monopoliden farklı olarak satın alım tekelini işaret eden kavram. Kabaca, farklı fabrikalarda üretilen ara parçaların tek müşterisinin belli bir şirket olması durumu. Örn: Çin ve Güneydoğu Asya’da bir çok fabrikanın sadece Apple için üretim yapması. (ç.n.) ↩︎
- Ashok Kumar bu süreci ayrıntılı olarak şu kitabında belgelemiştir: Monopsoncu Kapitalizm: Tekstil Atölyeleri Çağının Alacakaranlığında Güç ve Üretim (Power and Production in the Twilight of the Sweatshop Age), Cambridge: Cambridge University Press, 2020. ↩︎
- Örneğin, muhtemelen adını hiç duymadığınız Luxshare Precision, Longcheer, Huaqin ya da GoerTek gibi şirketler, Foxconn gibi fason üreticiler için çok küçük tedarikçilerdi, daha sonra Apple gibi lider firmalardan doğrudan sözleşmeler imzalamaya başladılar ve şu anda “beyaz etiketli” ürünlerin büyük üreticileri konumundalar – piyasadaki ucuz akıllı telefonların ve diğer elektronik cihazların çoğu bu şirketler tarafından kendi tasarımları kullanılarak hazırlanıyor ve bir şirket tarafından satın alındıktan sonra üzerlerine sadece markasını yapıştırıyor. Bazıları yeni Foxconn olma yolunda ilerliyor olabilir. ↩︎
- Örneğin, e-Komite ile daha önce yaptığım söyleşiye bakabilirsiniz: Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya küresel fabrikanın peşinde ↩︎
- Kiran Baez, “Türkiye Somali ile iki büyük anlaşma imzaladı. Bunları uygulayabilecek mi?”, Atlantic Council, 18 Haziran 2024. ↩︎
- Sürecin ayrıntılı bir dökümü için bkz: Marc Ummel ve Yvan Schulz, “On the Trail of African Gold: Yasadışı akışlarla mücadele için üretim ve ticaretin ölçülmesi”, Swiss Aid, Mayıs 2024. ↩︎
- RSF’ye alınan birçok genç asker aslında zengin Körfez Ülkelerinde misafir işçi olmak için başvurduklarını düşünüyordu. Bunun yerine bir savaş bölgesine gönderildiler ve ellerine silah tutuşturuldu. Bu gruplar hakkında daha fazla ayrıntı için bkz: Adam Benjam ve Magdi el Gizouli, “Marketing War: An Interview with Magdi el Gizouli”, Phenomenal World, 30 Eylül 2023. ↩︎
- Bkz: Ashok Kumar, “When Monopsony Power Wanes – Part Two: Subjective Agency”, Historical Materialism, 32(1), 2024. s.3-33. ↩︎