Pazar, Haziran 22, 2025

İzmir grevinde görünen karanlık hakikat: Yoksullaştırmaya razı mıyız? 

Yeni mezun genç bir mimarken yüksek lisansa başladığımda kentsel dönüşüme dair bir ödev için Küçük Armutlu Mahallesi’ne gitmiştik. Orada yaşayan insanlarla tanışmak, orada geçirdiğim vakit kişisel tarihimdeki kırılma anlarından biri olmuştu. Pek çok insan gibi ben de televizyonun hep açık olduğu bir evde büyümüştüm. Misafirliklerde, sosyalleşmelerde televizyon sesi hep arkaplanda duyulurdu. Çocukluğuma denk gelen dönemin haberlerinde gecekondu yıkımları önemli bir konu başlığıydı. Çatılara çıkan, kendini yakmaya kalkışan insanlar olurdu. Yetişkinler bu haberleri ya kayıtsızlıkla ya da yıkımı onaylayarak izlerdi. 

Mekanın ve gündelik hakikatin kendine has bir gücü vardır. İnsan insanla tanışınca gördükleri, duydukları başka anlamlara bürünür. Anlamlı değildi bu evlerin insanların başına yıkılmasını ekrandan izleyip onaylamak. Ama bu durum da en az mahallenin kendisi kadar gerçekti. 

Durumun bu kadar normal olması öyle insanların kötülüğüyle açıklanacak bir şey olamazdı. Bu meseleyi önemseyen birkaç arkadaş kendimizi gazete arşivine attık. Küçük Armutlu Mahallesi var olduğundan beri burası hakkında yapılmış tüm haberleri taradık, okuduk. 1987’den 2009’a kadar bu mahalle ya suçla, ya çamurla, ya çatışmayla gündem olmuştu. Bazen de bir sefalet anlatısıyla… Ara sıra da komşusu Etiler’in dibinde böyle bir tablonun olabilmesi nedeniyle topa tutulmuştu. Ama bu yakınlığın sebeplerinden birinin, yani iş olanaklarının da bu mahallede olduğu bilgisi haberlerde yoktu mesela, bu sohbetlerde öğrenilen bir şeydi. Televizyon ekranından insanların hayatlarının başına yıkılmasını adli vakalar gibi izlerken de bilmiyordunuz bunları. Sonra mahallenin tarihini okudukça çerçeve genişliyor, göçü, işçileşmeyi, olmayan konut politikalarını öğreniyordunuz. Bunlar da yoktu gazetelerde. 

İnsanlar birilerinin evsiz kalmasını, birilerinin az maaş almasını olağan görüyor, hatta haklı buluyor. İdeolojik hegemonya tüm araçlarıyla bunu ilmek ilmek örüyor. Hakikat konusunda pek de iyi niyetli olmamak gerekiyor. “Böyleymiş aslında” demekle bitmiyor işler. Hakikati alıp kabul etmek durduğunuz pozisyonları, sosyal ilişkileri de sarsıyor. Bu yazının amacı bu türden bir iyimserlik ihtimalinden bahsetmek değil. Ama yine de hakikat güçlü bir silahımız, kullanmaktan vazgeçemeyiz, iğneyle kuyu kazmak gibi olsa da hakikati anlatmayı sürdürmeliyiz.

“At hepsini başkanım!”

İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerinin hepi topu altı gün süren grevinde, daha bir ay önce “genel grev, genel direniş” sloganları yükselen bu ülkenin büyük bir şehrinde, işçiler türlü biçimde nefrete boğuldu. İnsanların evinin başına yıkılmasını ekran başında izlemiş olanlar için bunun hayret verici olmaması gerekirdi. Kaldı ki belediye başkanımın işçileri kamu hizmeti bahanesiyle halkın önüne atması da İzmir’den önce İstanbul’da icra edilmişti. 23 bin işçinin greve gittiği, üstelik dört bir yanında başka başka grevlerin devam ettiği İzmir’de işler patronlar için biraz daha ürkütücü olmuş olabilir. Trolleri iyi çalıştı. Ama bunun dışında hakim pek çok algıdan da iyi faydalandılar. 

Grev sürecinde işçilere akrabalık ilişkileriyle işe girmiş olmak, “AKP saldırısı varken CHP’yi hedefe koymak” üzerinden saldırılar geldi. Bunun dışında ırkçı saldırılar da eksik olmadı. İşin ilginç yanı ise işçilerin Genel-İş üzerinden vurulması oldu. İlginç, çünkü grev öncesine kadar bu kimsenin pek de umrunda olan bir mesele değildi. Birdenbire herkes sarı sendika karşıtı oldu. Bu konuda daha önceki eleştirileri bu durumu yaratmakla suçlayanlara nedensellik üzerine ciddi bir mesai yapmalarını önermekten başka bir çare yok. 

Aslında olan şuydu: Genel-İş, senelerdir CHP belediyelerinde örgütlü ve senelerdir istisnasız her grevi sattı. İşçiler her toplu iş sözleşmesi döneminde direnme eğilimi gösterdi. Bazı belediyelerde işçiler doğrudan DİSK ya da Genel-İş’e karşı eylemler de yapmak zorunda kaldı. Memiş Sarı gibi figürler sayısını tutamayacağız kadar teşhir edildi. Ama bunların hiçbiri Genel-İş’in bu gidişatının önüne geçemedi. Grevin  altıncı günün sonunda Genel-İş tarihe bir tutarsızlıkla geçmek istemedi belli ki, işçileri bir kere daha yüzüstü bıraktı. 23 bin kişilik bir grevin korkusu patronu sardı, canlı yayında öfke patlamaları yaşattı, eli ayağı birbirine dolandı; takip edenleri heyecanlandırdı ama Genel-İş yine SODEM-SEN’i seçti. Bunda ilginç bir şey yok. CHP-Genel-İş-SODEM-SEN üçlüsü o masanın her seferinde aynı formülle işleyebilmesi için var. 

Biz bu üçlüyü daha önce Kadıköy Belediyesi’nde defalarca gördük. 2021’de işçileri grev ateşinin başında bir açıklamayla sattıklarında ağlayan, sinir krizi geçiren işçiler kimsesizdi. Bir sonraki toplu iş sözleşmesi döneminde yine sefalet ücretine bizzat bu üçlü tarafından mahkum edilen temizlik işçisi arkadaş kimyasalların gözlerinde yarattığı hasarı anlatıp ağlarken kimsesizdi. Başka bir seferinde çay ocağında çalışan arkadaşlar kollarında, bileklerinde geri dönüşsüz hasarlar olduğu halde yaptıkları çay dağıtma işi az görülüp bir de sabahın köründe çorba dağıtmaya yollanırken kimsesizlerdi. Pandemi zamanı odalara servisin kalkması sayesinde ilk defa kronik ağrıları hafiflemişti ama sonunda sendikacılar da dahil herkes o çayları masasına istemekte ısrarcı olmuştu. Çay doldurmak gibi size basit gelen şey bütün gün bine yakın insana çay kahve yapıp dağıtmak olduğunda akşam eve gittiğinizde çocuğunuza yemek yapamayacak hale geldiğiniz bir işti. Ve bu kadınlar sendikanın 8 Mart etkinliklerine katılmayı politik bir tavırla reddetmişlerdi, bu koşullardan ötürü. 

Dillere pelesenk olan hemşerilik ilişkileri bütün bu olaylar olurken de vardı, işçinin canının değerli olmasına da yetmiyordu. Başkanlar ve SODEM-SEN ile kurulan ilişkiydi esas olan. Ama 23 bin kişinin içinden bir sendikacının 50, evet 23 bin kişide 50 kişi, akrabası şeklinde bir söylentiye dayanıp “at hepsini başkanım” demek kolaydı. Çünkü işçi sınıfını itibarsızlaştırmanın bir bedeli yoktu. Peki, gerçekten yok muydu?

Sefaletlerin kavgası, patronların zaferi

Kadıköy Belediyesi başkanı temizlik işçilerini halka şikayet eden bir açıklama yaptığında ya da aynı Mine Kırıkkanat belediyeye kitaplarıyla birlikte onurunu da satmak zorunda olduğundan işçilere dil uzatırken bu durum daha küçük bir gündemdi. Genel-İş yine aynı Genel-İş idi ama herkes işçilere “en kötü sendika sendikasızlıktan iyidir” diyordu. Her seferinde aynı hayalkırıklığıyla dönüyorlardı işin başına. Pek çok toplu iş sözleşmesi sürecinde ücretleri asgari ücret altında kalmıştı, o esnada parti başkanı “benim belediyelerimde asgari ücret altında ücret olmayacak” diyordu. Utanç vericiydi. Kamu çalışanlarının asgari ücret altında çalıştığı bir tablo vardı. 

Geldiğimiz noktada işçi direnişleri birçok büyük zafer kazandı, ülkenin gündemine kendilerini koymayı başardırlar. Defalarca Ankara yürüyüşlerine şahit olduk. İşçi sınıfı dur dediğin yerde durmaz oldu. O esnada geçen seneden bu yana İzmir’in çeperlerini grevler sarmıştı. Neredeyse bütün ilçe belediyelerinde işçiler direndi. Çiğli Belediyesi işçileri bir aydan uzun süre CHP genel merkezi önünde gece gündüz nöbet tuttular. İşçiler “biz bu parti için çalıştık” diyerek direndiler. Partililikle de bağlanamaz bir durum oluştu. Harb-İş gibi grev yasağı olan, savunma işkolunda bir sendika dahi Ankara’ya yürüdü. İşçiler dört bir yanda kolluğa, belediye başkanına, kaymakama, müftüye holdingcilerin tüm güçlerine karşı tabiri caizse kafa göz girişmekten çekinmez oldu. Ve İzmir’de Genel-İş’i aşan kudretli bir kalabalık doldurdu meydanları. Bu öyle Kadıköy’deki gibi kolayca atlatılacak bir durum değildi. Bu işçilerin daha güçlü bir saldırıya ihtiyacı vardı. 

Günlerce “CHP olduğu için polis yok, AKP’ye hizmet ediyorsunuz” diyen kullanışlı aptallar kendilerinin polisin mesai yapmasını gerektirmeyecek işi yaptıklarını belki de anlamadılar. İşçilerin moralinin üzerinden silindir gibi geçtiler. Pek tabii ne komiteler vardı, ne hakiki öncüler. 6 günlük operasyonun sonunda ortaya çıkan kafa karışıklığı üçlünün masayı kurması için yeterli havayı oluşturdu. Ama bu 6 günde işçilerin 23 bin kişilik bir grevin olasıklarını kaybetmiş olması kadar üzücü olan bir başka şey vardı. Ortada Cengiz Holding’e milyonlarca liralık arsa satan bir belediye başkanı varken 40 bin lira alanla 50 bin lira alanın birbirini yediği tablo… Hakikatin çölü burada karşımızda böyle duruyordu. 

Holdinglere milyarlarca liralık vergi afları gelirken hiçbiri bu hayattan hayata benzer bir pay alamayan binlerce insanın birbirinin üstüne bastığı bu duruma dair ne yapacağımız bu altı günün üzerine en çok düşünülmesi gereken meselesi oldu. Bu kıyaslar ve yorumlar arasında en korkunç olanı ise “asgari ücret 22 bin iken 40 bini beğenmiyorlar” yaklaşımıydı. Yoksullaştırma politikasının istikrarlı uygulayıcısı AKP’nin oylarını alamadığı binlerce insanın zihnini işgal etmiş olduğu gerçeğini önümüze koyup hakikati yorulmadan belki binlerce kez anlatmak zorunda olduğumuz bir kere daha yüzümüze çarpmış olmalı. Bizlerin beyaz yaka/orta sınıf sıfatlarıyla pozisyon belirten cümleler kurmamız da bu kabusa merhem olamaz. Bulunduğumuz durum her gün işten atılma tehdidiyle yaşayan insanların bir başkasına rahatlıkla “at hepsini başkanım” diyebildiği, ırkçılık üzerinden kurulan propagandada “onları at, Türkleri al” denklemi kurduğu bir neoliberal cehennemdir. İdeolojik hegemonyanın düşmanın elinde olduğu apaçık ortaya çıktı. 

2025 senesinde eşit işe eşit ücret talebi 

Grevin ana talebine dönersek, 23 bin işçi farklı şirket ve sendikalar arasında eşit ücret talebiyle greve çıkmıştı. Bütün bu tantana ortaya atılan tutarlara yakın dahi olmayan bir talep içindir. Çok düşük bir ücretin biraz daha az düşük bir ücret olmasını istiyordu işçiler. Kiraların 25-30 bini bulduğu bir ülkede 40-50 bin ücrete karşı çıkmanın gayrimeşru olması ve bunun 60-70 bin maaş alıp aynı kiraları ödeyenler tarafından dile getiriliyor olması, yazının girişindeki 90’lardaki orta/ üst orta sınıf hanelerde gecekondu yıkımının kutlanmasından daha kötü bir hakikat olduğunu görmemiz lazım. AKP’nin IMF’den asgari ücret talimatı alarak yürüttüğü yoksullaştırma politikası sonucunda kira ödemek ve markete gitmek dışında bir hayatı kalmamış yığınlar birbirinin lokmasını sayıyor. Bu esnada 30 sene önce salonlarındaki  televizyonlarda gecekondu yıkımı izleyenlerin evlerine bir sabah yıkım kararı geliyor, emekliyim, ömrümün sonunda nereye gideceğim diyorlar. 2025 senesinde 23 bin işçinin bu enflasyonda yaşamaya yetecek bir ücret değil, kendi işyerinde biraz daha yüksek bir başka yoksulluk ücreti için greve çıktığı bir tabloda yoksullaştırmanın sertliğini görmekten kaçamayız. 

Grev yapan işçiler tüm hakaretlerin altından kalkmaya çalışıp bir de AKP’nin ekmeğine yağ sürmekle suçlanırken, Cemil Tugay Ulaştırma Bakanı ile görüşmeye gidiyor Ankara’ya. Bir başka belediye başkanı çıkıyor “çalışanlarımın yarısını gönderirim” diyor. Bahsedilen “çalışanların yarısı” da açlık sınırında yaşıyor. 

“Eşit işe eşit ücret” gibi bir talebi bile anlatamadığımız bir durumun sorumluluğunu üstlenmeli ve yoksullaştırmanın teşhiri için gece gündüz çalışmalı, bu yoksullaştırmaya karşı bir araya gelebileceğimiz mümkün olan tüm zeminleri inşa etmeliyiz. Bu sefalet içinde doktor, çöpçü, beyaz yaka, öğretmen ya da her kimsek, istesek de istemesek de birbirimizden başka çaremiz yok. 

2010’larda kamuda başlayan taşeronlaşma sürecini izleyen işçi ve memur sendikalarının bugün de farklı bir şey yapacağını bekleyecek vaktimiz de yok. AKP’li Altındağ Belediyesinde işçiye atılan tekme, Çalık Holding önünde Erol Eğrek’i öldüren dayak, İzmir’de hakkını araya işçilere edilen hakaretler… Hepsi hepimizin suratına tüküren patronların ortak çıkarıdır. Bugün “işten at” dediğimiz patron üç gün sonra bizi de atacak olandır. İki seçim hesabı için köylüsünü işe alan başkan, üç gün sonra başka bir çıkar peşinde onu atıp başkasını almaktan çekinmez. Ki işçi sınıfının tanıdıklık ilişkilerinden alabildiği pay ancak sefalet ücretine emeğini satabilecek bir işken, belediye başkanları holdinglerle, bakanlarla iş tutuyor. Yaşamak için çalışmak zorunda olanların işlerini nasıl bulduklarına dair soyut ahlaki tartışmalar kapitalizmin semptomlarıyla uğraşıp bizi günden güne öldüren şeye karşı gereken müdahaleyi geciktirmekten başka bir şey değildir. Hayattan tek beklentisi bir başka meslekten 10 bin fazla para almak olan oyalanmaya devam etsin, ama insanlık onuruna yakışır gerçek bir hayatın yolu biz 40 binleri 70 binleri konuşurken milyarları bir günde kazananları alt etmektir. 

Bu yoksullaştırmaya razı olmayacağız. Eşit sefalet ücreti talebinden çok daha fazlasını hak ettiğimize önce kendimiz inanmamız gerek. Bu dünyayı üretenler çocuklarına her gün defalarca “paramız yok” demek zorunda yaşarken patronlar grev yapan işçilere “diz çöktürme” konusunda başarılı oluyorsa bir sonraki adımda “asgari ücret 22 bin, neyini beğenmiyorsun” cümlesini duyacak olan yine o cümleyi başka bir işçiye kuran olacak. O patron ise maaşla geçinmenin ne demek olduğunu bile bilmeyecek. 

İzmir grevinin kaçınılmaz şekilde önümüze serdiği bu sefaletlerin kapışmasını inşa eden tarihsel süreci görerek mücadeleyi büyütmek zorundayız. Yoksullaştırmaya karşı her mevzide direnmek zorundayız. Bize 3 bin 5 bin hesabı yaptıranlara, evimizi başımıza yıkanlara karşı onurumuzu, hayatımızı savunmak zorundayız. Kimsenin sadece yaşamaya yetecek bir ücret istemekle yetnimeyeceği, neden yaşamaya yetecek bir ücret istediğini anlatmak zorunda kalmayacağı bir gelecek bizim olana kadar…

Son Eklenenler