Perşembe, Ocak 23, 2025

“Hic Rhodus, hic salta” – Yırtmak ve ikbal tartışmasına bir katkı denemesi

Emre Yeksan’ın başlattığı, Derya Güneş’in katkıda bulunduğu “yırtmak ve ikbal” üzerine eleştirel tartışmanın ana sorunsalının başka bir çalışmadan bir alıntıyla şöyle belirlenebileceğini düşünüyorum: 

“Neoliberalizmin bireyselleşme olarak adlandırılan bir çıktısı var ki bu sadece bireyin toplumdan, bireyselin ise toplumsaldan ayrışmasına değil aynı zamanda sistem tarafından sürekli belli bir tarzda vurgulanan Birey anlatısına tekabül ediyor: girişimci, rekabetçi, kendinden menkul ve hatta kendi kendini yaratan, başarısından (başarı bu kültürün yıldızlı pekiyisidir) ve mutsuzluğundan sorumlu Özne. Bireysel anlatıların başı çektiği, özel alanın kamusallaştığı, sosyal medyada kendimizi yarattığımız, markaların her kimliği içermek için birbiriyle yarıştığı bir zamanda yaşıyoruz.

Bireyselleşme aynı zamanda hayatlarımız (ki bunun içine kurduğumuz ilişkilerden, isteklerimize, beklentilerimize, duygularımıza kadar her şey dahil) üzerinde kurulmuş bir baskıyı beraberinde getirdi. Neoliberalizmde korkunç olan şey bu baskı ve gözetimin, panoptik imajlardan alışık olduğumuzun aksine, bizi izleyen tek bir iktidar aygıtının ötesine geçerek kendimizin kendimize uyguladığı bir şeye dönüşmüş olmasıdır. Neoliberalizm gözetimi, gücü, denetlemeyi ve yönetimi tek bir kişinin elinde toplamayı başardı; o kişi de kendimiziz. 21. yüzyıl bireyi tartışma götürmez bir şekilde kendini 7/24 pazarlayabilecek araçlarla donatılmıştır. Christian Marazzi “Kendini yeniden icat et” biçimindeki toplumsal buyruğun artık insan sömürüsünün yeni biçimlerinin ayrılmaz parçası olduğunu söyler ve “bu yeni sistemin içinde bireyin ödediği psikolojik bedelin hayli ağır” olduğunu anlatmak için Bifo Berardi’den alıntı yapar: “Sanayi fabrikaları bedeni kullanmış ve onu ruhunu montaj hattının berisinde bırakmaya zorlamıştı… Gayri maddi fabrika ise bizden ruhumuzu -zekamızı, duyarlılığımızı, yaratıcılığımızı ve dilimizi- kullanılabilir halde tutmamızı istiyor.” İnsana dair -bir zamanlar- naekonomik sayılan şeylerin dein bir parçası haline geldiği dünyada var olmak başlı başına bir rekabet halini alır. Girişimcilik, adaptasyon, esneklik, kendini pazarlama, kâr-zarar hesabı, gerçekçilik gibi özellikleri işaretleyemeyen kişilerin elendiği ya da yarıştan çekildiği bir dünya. (…) Her şeyi networking için yapar hale gelmek de bu dünya düzeninin bir sonucudur. Bilginin peşinde onu satmak için koşuyor olabilir miyiz? Ya da boş zaman aktivitelerimiz geri kalma korkusu yüzünden bilinçsizce koşuşturduğumuz şeylere dönüşmüş olabilir mi?” (İdil Atabinen, Neoliberal Tahribata Karşı Eleştirel Psikoloji

Emre Yeksan ve Derya Güneş bu gibi bireyci, rekabetçi, performatif, girişimcivari hareket biçimlerinin emekçiler ve sol birey ve çevrelere de yoğun olarak sirayet etmiş olmasını ve sosyal medyadaki bu gibi hareket biçimlerini eleştiriyorlar. Yeksan, kendisini de ayırmadan, soldaki bu gibi duygu, düşünce, hareket biçimlerinin öznel niyetlerden ziyade, içinde bulunulan ilişki biçimlerinden kaynaklandığını vurguluyor. Bu vurguyu, tartışmayı, aynı sorunu bulanık öznelci biçimlerde ele alan post-marksist, otonomcu, anarşizan yaklaşımlardan ayrıştırarak, Marksist tarihbilimsel ve eleştirel bir eksenden ele alma olanağını verdiği için önemli buluyorum. Bu gibi hareket biçimlerini koşullayan toplumsal ilişki biçimlerinin analiziyle tartışmayı ilerletebileceğimizi düşünüyorum. 

Bu ilişki biçimleri ilk elde, “metalaşmış” ya da “metalaştırıcı” ilişki biçimleri olarak tanımlanabilir. Yani insanların kendilerini ve birbirlerini birer metaymış gibi algıladıkları, hemen her türlü duygu, düşünce, davranış, hareketin de bir metaymış gibi değerlendirildiği ilişki biçimleri. İnsanların kendilerini ve birbirlerini metalaştırıcı ilişki biçimlerine girmeleri için metanın ne olduğunu bilmeleri gerekmez. Marx’ın dediği gibi “bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar.” Çünkü günümüzde hemen her türlü toplumsal yaşam ve ilişki alanını kapsayan meta fetişizmi, bu kendini ve birbirini metalaştırıcı ilişki biçimlerinin gerçekte olduğundan farklı, ideal hareket biçimleriymiş (örneğin, sosyalleşmek, özneleşmek ve özgürleşmek, kendini gerçekleştirmek vb.) gibi görünmesine ve realize edilmesine yol açar. 

Rekabetçi, performatif, girişimci hareket biçimlerinin sosyal medyada daha yoğun olmasının nedeni, dijital teknolojilerin kapitalist kullanım biçiminin, internetteki her şeyi anında nicelikleştirerek, bir nevi bir piyasa değeri biçerek, bir gölge piyasa yaratması, internetteki herkesi bu gölge piyasa/meta ilişkileri çerçevesinde hareket etmeye koşullandırmasıdır. Herkes şu veya bu sosyal medya platformundaki paylaşımlarının izleyici, beğen, etkileşim, yeniden paylaşım sayısını anında görür, başkalarınınkini de görebilir. Yalnızca bu her fikre, duyguya, davranışa gölge piyasa değeri/fiyatı biçme mekanizması bile, çoğu kişiyi gerçek sınıfsal-bireysel ihtiyaç ve tutumları yerine, bu gölge piyasada neyin daha çok ilgi ve beğeni çektiğine göre hareket etmeye koşullandırmaya yeter. Tabii günümüz kapitalizminin emekçileri (ve solu) görünmezleştirmesi, internette ne pahasına olursa olsun görünürlüğünü artırma çılgınlığını besleyen bir diğer etkendir. İlgi görmek, onaylanmak, beğenilmek, sosyal bir varlık olarak insan ihtiyaçlarıdır ancak bunun soyut değer nicelikleri üzerinden yapılması, bu ihtiyaçları da piyasalaştırmakla kalmaz, performatifliğe, spekülatifliğe de kapıları ağzına kadar açar ve teşvik eder. İnternette dijital teknolojilerin gerçek zamanlı hızıyla iç içe geçen hayali ve spekülatif sermayenin yoğunluğu, gerçek ve gölge piyasalarının esneklik ve akışkanlığını artırır, bazen rastlantısal çoğu zaman spekülatif ve manipülatif fikir ve davranışların balon “hype”larına (gaza gelme/gaza getirme) dönüşmesini kolaylaştırır. Bu açıdan da performatif ve spekülatif hareketleri besler. 

Bununla birlikte emekçilerin (ve solcuların) kendilerini ve birbirlerini metalaştırdığı ilişki biçimleri sadece internette yaşanıyormuş gibi interneti lanetleyerek veya küçümseyerek ruhunu kurtardığını sanmak büyük bir yanılgı olur. Günümüz kapitalizmi metalaştırılmamış ya da metalaştırıcı olmayan hiçbir toplumsal ilişki biçimine yaşam hakkı tanımayan bir meta ilişkileri ağını örmüş bulunuyor. Kadın-erkek, veli-çocuk, eş, dost, aile, arkadaşlık, hatta aynı işyerinde çalışan işçiler arası ilişkiler bile, günümüzde artık kolayca bunun dışında kalamıyor. Emre Yeksan’ın çözüm olarak önerdiği yoldaşlık ilişkileri de bundan tamamen bağışık olamayabiliyor. Daha kötüsü, bu tür iç ilişkilerde bu gibi gölge piyasa ilişkilerinin nasıl yeniden üretildiğinin pek farkında olunamayabiliyor. 

Günümüz kapitalizmi girişimcilik ders ve kulüplerini, performans ve yeterlilik sistemlerini ilkokullara kadar indirmiş durumda. Öğretmenlere ve öğretim üyelerine uygulanan performans sistemleri, “girişimcilik ruhu” taşımaları ve bunu öğrencilerine enjekte etmelerini koşullandırmaya çalışıyor. Ama aslında, herkesin kendi “başarı veya başarısızlığından” bireysel olarak kendisinin sorumlu olacağı, bir bireysel rekabetçilik, performatiflik, girişimcilik, fırsatçılık sistemi, okul öncesinde, çoğu aileyi de bu tarz bir çocuk yetiştirme biçimine koşullandırıyor. Bu sistem liseden, üniversiteden mezun olunca da bitmiyor, her işte, her meslekte yeterlilik ve performans sınav ve sistemleri, yaşamın her alanına yayılan ölçme, değerlendirme, performans sistemleriyle devam ediyor. 

Günümüzde dijital/algoritmik performans ölçme/değerlendirme ve koşullandırma sistemleri, yalnız internetle sınırlı değil. Yaşamın tüm alanlarına yayılıyor. Ama bu dijital kontrol sistemlerinin olmadığı pek çok yaşam alanı ve ilişki biçiminde de çocukluğundan itibaren buna koşullanmış ve içselleştirmiş pek çok insan, pek çok ilişki, duygu, düşünce ve davranışı, piyasa gözünden ve piyasa ölçütleriyle değerlendirmeyi, farkında bile olmadan, kendine ve birbirlerine uygulayabiliyor. Örneğin, çocuklarına “dersine sınavına daha çok çalış” diye bekçilik yapan, kendi her şeyini çocuğu özel okula, özel kurslara göndermek için feda eden anne-babalar, çocukları için iyi bir şey yaptıklarını sanırken, aslında çocuklarına kapitalist baskıcı performans ve rekabet sistemini kendi elleriyle uygulamaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Veya günümüz kadın ile erkek arası sevgililik veya eş ilişkilerinde, kendilerinin ve birbirlerinin “değerini”, doğrudan veya dolaylı olarak piyasa standartlarına dayalı performatiflikle (hatta filanca söz, jest, davranışların ne kadar yapıldığıyla) ölçmeye koşullanması vb. 

İlişkilerde karşılıklılık beklentisi ve karşılaştırmacılık da bu kapitalist değer yasasının işleyiş biçiminin tezahürleridir. Örneğin, bir solcu mücadeleye verdiği yararlı emek ve çabanın karşılığında parasal değilse bile bir takım taltif ve statüler bekliyorsa, ya da belli bir örgüt/çevre üyelerine ve taraftarlarını mücadeleye teşvik etmek için bu tür bir “bireysel özendiriciler sistemi” uyguluyorsa, bu çok geçmeden sınıf davası için değil ama sorumlusundan ve yoldaşlarından taltif ve statü kazanmak için kısır bir mücadele anlayışına dönüşebilir. Nitekim kurum ve örgütlerde, önderlik gereğinin yerini hikmetinden sual olunmaz şefliğin aldığı durumda, bu fetiş biçim de herkesin onun takdirini, taltifini, övgüsünü kazanmak için birbiriyle rekabet ettiği bir “toplumsal eşdeğer” (yani bir tür gölge sosyal piyasa) gibi işlemeye başlar. 

Karşılaştırmacılık ise birbirine en yakın olan emekçileri ya da birbirine en yakın olan sol çevreleri birbiriyle en sert rekabet içine sokar. Patron aşağı yukarı aynı işi yapan işçileri bölüp birbirine düşürmek için küçük bir kısmına bin lira fazla ücret verdiğinde, diğer işçilerin tepkisi o bin lirayı kendilerine vermeyen patrondan çok, bin lira fazla alan işçilere yönelebilir. Veya birbirine en yakın solculardan her biri, diğerlerinden daha iyi yaptığını düşündüğü bir şeyleri tek mutlak ölçüt (toplumsal eşdeğer) haline getirmeye çalışarak, diğerlerinin farklı alan ve konularda daha iyi yaptıklarını yok saymakta kullanmaya çalışabilir. Aslında birbirinden farklı nitelikleri birbiriyle karşılaştırabilmek için, her birinde ortak olarak bulunan bir ölçütün kullanılması zorunludur. Farklı emek türlerinin, yeteneklerin, ihtiyaçların birbirine nasıl içerili oldukları, birbirini bütünledikleri, toplumsal-bileşik nitelikleri görülemez ve buna uygun yeni ilişki biçimleri geliştirilemezse, her türlü karşılaştırma/kıyasın, metaların değer yasasına (veya onun keyfi ve spekülatif biçimlerine) evrilmesi kaçınılmaz olur. 

Şimdi buraya kadar söylediklerimizden bir ilk sonuç çıkartalım: Günümüzde, kapitalist değer yasasının ve ilişkilerinin, kapsama ve etkime alanı çok genişlemiş ve derinleşmiştir. Yine bu kapitalist değer ilişkileri temelinden, her türlü burjuva, küçük burjuva ideolojisinin asli dayanağını oluşturan meta fetişizminin etkisi çok artmıştır. Meta fetişizmi insanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin şeyler/metalar arasında ya da insanlarla şeyler/metalar arasında gibi görünmesidir ve insanlar arasındaki ilişkilerin, kapitalist işbölümü ve değer yasasıyla dolayımlanması ve tahakküm altına alınmasından kaynaklanır. 

Özetle: “Metalar dünyası ne kadar büyürse insanlar dünyası o kadar küçülür.” Yani insanlar kendi emek ürünlerinin kullanım değeri (toplumsal yararlılık) boyutuna o kadar yabancılaşır, değişim değerine (metaların değer yasası) o kadar tabi ve onun tarafından o kadar güdümlenir hale gelirler. Bunun ilk eldeki nedeni, metalar dünyası ve insan ilişkilerin metalarla dolayımlanması ne kadar büyürse, toplumsal nitelikler/yararlılıklar/ihtiyaçlar’ın o kadar geri plana düşmesi, görünmezleşmesi ve insanlar arası her türlü ilişkide değişim değerinin (metaların değer yasasının) o kadar belirleyici hale gelmesidir. 

Şimdi bir adım daha atalım. Yabancılaşma, yalnızca insanın kendi emeğinin metalaşmış ürünlerine dair değildir. Aynı zamanda ve asıl olarak kendi emeklerine dairdir. Çünkü kapitalizmde emek gücü de metadır. Üstelik günümüz kapitalizmde, adeta hemen her türlü emek kapasitesi, dev çaplı yığınsal biçimde metalaşmış durumdadır. Marx’ın ünlü sözünü şöyle de formüle edebiliriz: Emek gücünün meta karakteri ne kadar yığınsallaşır ve derinleşirse, somut emeğin toplumsal-bileşik, kolektif ve yararlı niteliği o kadar görünmezleşir ve geri plana atılır. Soyut emek, yani emeğin kapitalist özel biçimi o kadar öne çıkar ve belirleyici hale gelir. Dolayısıyla her türlü emeği güdümleyen, onun meta karakteri, yani meta değerinin/fiyatının ne olduğudur. 

Bu durum ücretli emek ilişkisinde oldukça açıktır. İşçiler emek güçlerinin meta değerini artırmaya çalışırlar, ya da bugün daha ziyade olduğu gibi, emek gücü metalarının değersizleştirilmesini sınırlamaya çalışırlar. Ancak günümüz kapitalizmi işçileri artık yalnızca daha çok, daha yoğun, daha verimli çalışmaya zorlamakla kalmıyor. Yazının girişinde yaptığımız alıntıda söylendiği gibi, işçinin zekasını, duyarlılığını, yaratıcılığını, varını yoğunu artı-değer üretimine katmaya, çalıştığı şirketin bir girişimcisiymiş gibi davranmaya, olan olmayan yeteneklerini de sermayeye pazarlamaya, her türlü kalıba giren bir esneklik, performatiflik ve uyarlanabilirlikte olmaya zorluyor. 

Postyapısalcı literatür buna “kendi kendinin girişimcisi olmak” vb. dese de, bu gibi afili terimler, Marx’ın 150 yıl önce yaptığı kapitalist üretim ilişkileri (ve yabancılaşma) analizlerine yeni bir şey katmıyor. Asıl temel sorunu, kapitalizmde emek gücünün meta karakterini atladıkları için, sorunun sınıfsallığını bulandırmaktan başka bir şeye yaramıyor. Çünkü sorun emekçilerin çalıştıkları işlerde kendilerini nasıl algıladıklarından (girişimci, freelance, esnaf kurye vb.) çok, gerçekte bu kapitalist üretim ilişkileri ve bağlı emek gücü piyasası ilişkileri içinde, nasıl hareket etmek zorunda kaldıkları, nasıl koşullandırıldıklarıdır. 

Günümüzde emekçiler arasındaki rekabetçi, performansçı, girişimcivari, fırsatçı, köşe dönme heveslisi, ikbalci eğilimlerin daha yaygın olmasının asıl nedeni, emek gücünün meta karakterinin alabildiğine yığınsallaşması, emekçi bireyler bağlamında da (yalnız fizik emeklerini değil) akıllarını, duygularını, kişiliklerini ve dahası iş-dışı yaşamlarını da kapsayacak biçimde, genişleyip derinleşmiş olmasıdır. 

Günümüzde emek gücünün meta karakterinin böylesine büyümesi ve hakimiyeti, gerçekte meta olmayan her türlü emek ve etkinlik biçimini de domine eder ve buna göre şekillendirir. Yani insanlar iş-dışı yaşam ve ilişkilerinde de kendilerinin ve birbirlerinin hemen her türlü düşünce, duygu, davranış ve hareket biçimini (bir tür gölge fikir, duygu, davranış piyasası gibi) farkında bile olmadan “fiyatlandırmaya” çalışırlar. Bu durum internette çok belirgindir. Çünkü dijital algoritmalar, her paylaşımın gölge piyasa rayicinden fiyatlandırırlar. Şu fikrin, bu duygunun, beriki tepkinin, öteki paylaşımın kaç “alıcısı/müşterisi” var? Ama internet dışındaki gündelik yaşam ve ilişkilerinde de, dahası gerçekte meta olmayan gündelik yaşam ve ilişki alanlarında da, insanlar kendilerinin ve birbirlerinin yapıp ettikleri hemen her şeyi farkında bile olmadan “fiyatlandırmaya” daha az koşullanmazlar. Çünkü bunu koşullayan yalnız dijital algoritmik hesaplar değil, emek gücünün meta karakterinin alabildiğine genişlemesi ve derinleşmesi, meta olmayan her türlü fiziksel, zihinsel, duygusal, davranışsal emek ve etkinliğe de hükmetmeye başlaması, buna göre şekillendirmesidir. 

Kapitalizmde emek gücünün meta karakteri, emeğin de özel emek biçimini alması anlamına gelir. Solun Marx’ın Kapital’indeki bilimsel-eleştirel kapitalizm analizinde en anlamadığı, ama en kritik noktalardan biri budur. Sol, “kamu” işletme ve arazilerinin özelleştirilmesi bağlamında özelleştirmeye karşı çıkar ama, kapitalizmin neoliberal denilen evresinde, en yıkıcı özelleştirme biçiminin, asıl emeğin çok daha geniş ve derin biçimde özelleştirilmesi olduğunun farkında değildir. 

Oysa yalnız eğitimin, sağlığın değil, her türlü fikrin, duygunun, duyarlığın, davranışın da bireyselleştirilmesi ve özelleştirilmesi, başkalarınınkiyle karşılaştırılıp bir gölge rayiç edinmesi ve buna göre (parasal değilse bile) bir karşılık beklemeye koşullanması, bu çerçevededir. 

Kapitalizmde emeğin ikili karakteri (somut emek ile soyut emek), aynı zamanda emeğin iç çelişkisidir. Bu çelişki emeğin somut evrensel, toplumsal-bileşik, kolektif, yararlı niteliği ile özel (meta) biçimi arasındadır. Çünkü soyut emek, yani emek gücünün meta karakteri ya da özel emek, sermaye ilişkisinin, (değişen sermaye olarak) emeğe içerili ve egemen olması anlamına gelir. 

Bu sola da nüfuz edip şekillendirir. Çünkü çoğu sol çevre ve solcu da emeğin bu özel biçimine uyarlanır ve bu sınırlar içinde hareket ederek, farkında bile olmadan kendilerini ve birbirlerini gölge-metalaştırır. Böylece ortaya solcuların kendilerini ve birbirlerini farkında bile olmadan böyle algılayıp değerlendirdikleri, bu çerçevede rekabet ettikleri, performans sergiledikleri, girişimlerde bulundukları bir sol gölge piyasa da çıkar. 

Diyalektik şunu kavramayı gerektirir: Emek-sermaye çelişkisi, çelişkinin her iki yanına da içerilidir. Bu yüzden emek sermayenin belası olmakla kalmaz, sermaye ilişkisinin bir biçimi olan özel emek biçimi altında kendi kendinin de belası haline gelir. Bunun en bariz görünümü, emekçilerin sermaye ile mücadele etmekten çok kendileri ve birbiriyle rekabet etmeye koşullanmalarıdır. Bu sola da sirayet eder. Sol da sermaye diktatörlüğüyle mücadele etmekten çok, kendisi ve birbiriyle rekabet etmeye, enerjisinin çoğunu buna harcamaya koşullanır. Bu da çoğu sol çevrenin ve solcunun yapıp ettikleri her şeyi özelleştirmelerinin cezasıdır. 

Çünkü sermaye ile özel emek (meta emek gücü, değişen sermaye) çelişkisi uzlaşmaz bir çelişki değildir. Sermaye ile emeğin somut toplumsal niteliği arasındaki çelişki uzlaşmaz bir çelişkidir. Özel emek biçimine uyarlanan ve bu sınırlar içindeki çelişki, yine mücadelelere konu olur ama kapitalizmin sınırlarını aşamadığı gibi, kapitalist ilişki biçimlerini farkında bile olmadan yeniden üretir. 

Peki, çözüm nerede? Çözümün ilk adımı, öncelikle Marksist tarihsel-diyalektik maddeci bir eksenden bu çelişkinin kavranmasıdır. Marx bu uzlaşmaz çelişkiyi şöyle formüle eder: Emeğin toplumsallaşan, evrenselleşen, birbirini bütünleyen, kolektif, yararlı niteliğine karşılık, kapitalizmde özel emek (işbölümüne dayalı meta-emek gücü) biçimine sıkışıp kalmaya devam etmesi. 

Dolayısıyla çözümün ikinci adımı, emeğin, hele ki günümüzde, bu dev çaplı toplumsal, evrensel, kolektif-bileşik, yararlı niteliğini kavramaktır. Yapılıp edilecek her şeyde, emeğin bu toplumsallaşma niteliğini esas almak, bunu aktifleştirmeyi ve geliştirmeyi esas almaktır. Elbette ücret mücadeleleri zorunlu ve gereklidir, ama ücret mücadelelerinde bile küçük kazanımlardan daha önemli olan, asıl üretim, emek, bilgi ve bireylerin toplumsallaşma niteliği temelinden sınıf gücünü, bilincini, dayanışmasını, mücadelesini ilerletebilmektir. 

Sola gelince… Emek harcayarak yapıp ettiği her şeyin ve dolayısıyla “sol emeğin” toplumsal niteliğini kavraması, emeğine ve ürünlerine özelleştirme cenderesini geçirmeden, bu toplumsal-yararlı emek niteliği temelinde hareket etmeyi öğrenmesi gerekir. İsterse internette yapılan en basit bilgi, fikir, duygu vb. paylaşımı olsun, bunlara ve kendi emeğine, muazzam bir toplumsal emeğin/emek birikiminin içerili olduğunu bilmesi gerekir. Kendi emeği ve eyleyişleri ve bunların ürünleri ne kadar bireysel gibi görünse de çoğu solcu bile olmayan muazzam bir toplumsal emek, bilgi, deneyim birikiminin içerili olduğunu bilmesi gerekir. Yapıp ettiklerimizi gerçekten devrimci sınıf mücadelesine, hiçbir “karşılık” gözetmeden, yararlı katkılarda bulunmak için mi yapıyoruz, yoksa sol ikbal ve statüler piyasasından nemalanmak için mi yapıyoruz? Bunlar arasında ayrım çizgisi, sol emeğin de kendi toplumsal niteliğini kavramasından, solda da özel emek biçimlerine karşı tutum almasından başlar. 

Şunu da görmeliyiz: Günümüz kapitalizminde emek gücünün meta karakterinin dev çaplı yığınsallaşması, yıkıcı biçimde değersizleştirilmesi eşliğinde sürüyor. Yani üç kuruşa kürek mahkumiyetinden beter çalışma zorunluluğu, hatta bu özel metanın (emek gücünün) sermaye tarafından kolayca tahrip ve imha edilebilir hale gelmesi. Bu, aynı zamanda emeğin özel (meta) biçiminin krizinin ifadesidir. Pandemiden sonraki büyük istifa dalgası, yurtdışına giderek kendini kurtarma hayalleri, fırsatını bulduğunda mikro veya küçük girişimciliğe geçiş hevesleri, az çok aile desteği veya farklı olanakları olanların çalışmaktan olabildiğince kaçmaya çalışması veya kirli işlere bulaşarak güç ve para sahibi olmaya gönül indirme… Biçimi ne olursa olsun tahammül edilemez hale gelen ücretli kölelikten bireysel kaçış çabaları ve hayallerinin artması, aslen emek gücünün meta karakterinin krizinin bir ifadesi. 

Ancak sorun şu ki, meta emek gücü köleliğinden kişisel çıkış/kurtuluş çabaları ve hayalleri, aynı sistem kapanı içinde, kendini ve kendisi gibileri daha fazla metalaştırmakla koşullu ve bunun ötesine geçemiyor. 

Buna ahlaki eleştiriler veya “işçisin sen işçi kal” (“solcusun sen solcu kal” gibi bir versiyonu da düşünülebilir) demek pek bir şey ifade etmiyor. İşçilerin (veya solcuların) küçük bir kesiminin “yırtması” işçi sayısını azaltmıyor, tam tersine ücretli köle sayısının artmasıyla koşullu. Hem böyle bir yıkıcı ve işkenceye dönüşmüş ücretli köleliği kim neden istesin ki, zorunlu kalmadıkça kim neden yapsın ki? 

Emek gücünün meta karakterinin, yani insanın emek gücüne (iş aracına) onun da metaya indirgenmesinin krizi bir olgu. Meta emek gücünün böylesine yıkıcı biçimde değersizleştirilmesi ve işkenceye dönüşmesi, bunu doğrudan hedefe koyan bir mücadele perspektifinin de olanağını doğuruyor. Yani Marx’ın dediği gibi “ücret sisteminin iyileştirilmesi değil”, çünkü günümüz kapitalizminde bu artık olanaksızdır. Bu ücret mücadelelerinin gereğini ve önemini azaltmaz, ama ücret mücadelelerinin asıl önemi, bu sınırlar içinde ücretlerin ve çalışma koşullarının kalıcı olarak iyileşmesinin sağlanamayacağı, ancak daha geriye gitmesinin bir ölçüde yavaşlatılabileceğinin işçilerin öz-mücadele deneyimleriyle görmesi ve insanın emek gücüne ve emek gücünün metaya indirgenmesi sistemi kaldırılmadan, kurtuluşun olmayacağını görme zemini sunmasıdır. 

Günümüz solunun geniş bir kesimi, devletsiz bir toplumu da emeğin meta karakterinin olmadığını, zorunlu emek olmaktan çıktığı, dolayısıyla emeğin de olmadığı, toplumsal, özgür, öznesel yaratıcı etkinliğe dönüştüğü bir toplum ufkunu hayal bile edemiyor. Kapitalist değer (ve hatta artı-değer) yasa ve ilişkilerin açık ya da örtük biçimlerde, solda da bu kadar kolay zemin bulmasının, hatta “doğal” görülmesinin bir nedeni de bu. Üretimin, emeğin, bilginin, bireyin böylesine toplumsal nitelik kazandığı ama kapitalist üretim, mülkiyet ve piyasa cenderesine tabi olduğu, dahası emekçilerin ve solcuların da bilerek veya bilmeyerek, açık ya da örtük olarak bu meta üretim ve egemenlik ilişkilerine tabi olup yeniden üretmeye devam ettiği bir çağda yaşıyorsak: Hic rhodus hic salta! (İşte hendek işte deve!)

Son Eklenenler