Perşembe, Ocak 23, 2025

Helvadan putu yıkmak

Tekgıda-İş’te sendikalaştıkları için patron tarafından Kod 46 ile işten çıkarılan ve 17 Temmuz’dan beri gözaltılara, baskılara ve tehditlere boyun eğmeyen Polonez işçilerinin direnişi kazanımla sonuçlandı. İşçilerin karşısına dikilip, “yapamazsın” diyerek barikat çeken kolluk kuvveti, emri veren savcı, yasak uyduran kaymakam-vali ve yerel bürokrasi, bu süreçte anayasal hakkının tanınmaması gibi temel bir hukuki gaspa karşı mücadele veren Polonez işçisi yerine Polonez patronlarını seçti, işçileri cezalandırmayı ve onların haysiyetiyle oynamayı tercih etti. Bakanlık teftiş raporuyla da kabul edilen bu suç, bir sermayedarın rahatını bile bozmayacak göstermelik bir para cezasıyla ve suç duyurusuyla kapatıldı. Aynı bürokratik yapı tüm bunlar olurken işçileri çocuklarının geleceğiyle korkutmaya, tüm olanaklarıyla işçilerin direnişini sindirmeye uğraşıyordu. Direniş ziyaretlerinde en fazla kafa yorduğum şeylerden biri, bu tercihin çarpıklığının tarafların her birini ve Çatalca’yı nasıl etkilediğini gözlemlemekti. 

Çatalca 1980’li yıllardan beri grev ya da işçi direnişi görmüş bir ilçe değil, hatta sendika bile görmüş değil. Bu nedenle patronların fazlasıyla örgütlü olduğunu, bölgede birlikte hareket edebildiğini ve bölge halkının emek-sermaye çelişkisine karşı refleksini ricacı, boyun eğen bir yere sıkıştırmayı becerebildiğini görüyoruz. İşçileri ziyaret ettiğimizde “bölge halkının direnişe kayıtsız kaldığını” ama diğer taraftan “civar fabrikalardaki işçilerin Polonez direnişini merakla takip ettiğini” defalarca işittik. Polonez’in yarattığı gürültü, bu zamana kadar birlikte hareket edebilmiş ve havzanın gündelik yaşamına dahi müdahale ederek bölgede pürüzsüz bir hakimiyet sağlamış holdingci yapıya karşı Çatalca havzasında atılan ilk kurşun olarak değerlendirilebilir. Polonez işçilerinin sendikalaşma isteği ve 150 güne ulaşmış mücadele direnci esasen tarihsel kavgada yerel dinamikler açısından önemli bir yer tutuyor. 

İşçi direnişlerinin genel problemlerinden biri olarak görülen, çevre halkın kayıtsızlığı elbette çelişkinin varlığıyla doğrudan bağlantılı. Mücadeleye verilen desteğin, işçilerin derdini dert edinmenin önündeki her bir engel bizzat emek-sermaye çelişkisini var eden düzen içinde vücut buluyor. Ancak çelişkinin yakıcılığı ne kadar kontrol altına alınmak istense de öyle ya da böyle (hatta bazen onu kontrol altında tutmak isteyenlerin sayesinde) ortaya çıkıyor ve gözlemlenebiliyor.

Umut-Sen’in “holdingci güçler” olarak haritalandırdığı yapının emrinde işletilen, mücadele etmek veya edene somut bir destek vermek yerine kendini sessizliğe ikna eden “izleyiciler” için duyumdan ibaret bir hukuk mekanizması işletiliyor. Bu, yeni bir olgu da değil. Ancak çoğunlukla sessiz kaldığı için rahat bırakılan bu izleyicilerin gündelik yaşamlarında aykırı sayılabilecek bir reaksiyon ihtimalinin doğduğu her türlü durumda bu mekanizma ivedilikle kullanılıyor, devletin mahkemelerden ve kolluktan oluşan “zor gücü” de yapay gövde gösterileriyle devreye giriyor. 

Holdingci güçlerin güdümüyle bütün memlekette muhalefete karşı kullanılan, gündelik yaşamdan ayrıştırılabilen, hızlıca gözaltı yaparak, hızlıca iddianame hazırlayarak, hızlıca tutuklama ve el koyma kararı vererek burjuva hukukuna ve onun liberal çerçevesine riayet etme gereği bile duymadan sindirmek ve korkutmak devreye sokulan sihirli bir değnek… Bu değnek egemen sınıfın kontrolündeki devletin kendini kanunlarla, yasalarla, genelgelerle var ettiği hukuk düzleminden çıkageliyor. Fakat asıl sihirli değnek “hukuk” olarak adlandırdığımız toplamın kendisinde değil, hukuku var eden toplumun kendi güvenliğini ve gündelik ihtiyaçlarını sağlamak adına izlemekle yetinmesinde, izlemeye ikna edilmesinde açığa çıkıyor.

İşçi direnişlerinde bu durumu farklı kılan bir nokta var. Bu sihirli değnekle işçi direnişleri bastırılmak istendiğinde, toplumun geniş kesimlerinde oluşacak tepkileri izleyicilerin gündelik yaşamından uzak tutma amacıyla uygulanan şiddetin derecesini ayarlamakta devletin zorlandığını görüyoruz. Buradan hareketle söyleyebiliriz ki, Polonez işçisinin iradesinin Çatalca’da holdingci güçler tarafından oluşturulan yapıya kısa devre yaptırma potansiyeli vardır. Kod 46 ile atılan işçilerin direnişinin ardından Çalışma Bakanlığı’nın Polonez patronlarının suç işlediğini kabul ederek ceza kesmesi ama direnenleri yıldırmaya yönelik girişimleri sürdürmesi işçi direnişinin gündelik ihtiyaçları çevresinde şekillenen bireysel dünyalara dokunmasını, toplumsallaşmasını, izleyici kalan yığınların gündelik hayattaki değerlerine, rutinlerine yakınlaşmasını, bağ kurmasını engellemeye yönelik ve (çelişkili gibi görünse de) birbirini tamamlayıcı hareketlerdir.

Tüm bunlar basit bir “güvenlik kaygısı” sonucu gelişen durumlar değil. Kapitalist ekonominin, onun uygulayıcısı devletlerin, bu ekonomi-politik çerçevede gelişen hukukun da insanlığa alternatifsiz olarak dayatıldığını, başka bir ihtimalin tüm rutinleri altüst edip gündelik yaşamı “kaosa” sürükleyeceğine inandırıldığımız bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu manzarayı sorgulayanlara karşı bir ikna yöntemi olarak “kötü niyetli” patronlar, siyasi iktidarın “yanlışları”, seçim sonuçları ve hukuk devletinden uzaklaşma sebep gösteriliyor.

Egemenlerin ideolojisinin ayrılmaz parçası olan “hukuk devleti” toplumu koruyan, hukuka riayet eden, suçlulara cezasını çektiren, nihayetinde toplumsal yaşamda şiddet uygulama tekelini elinde bulundurarak düzeni sağlamakla, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmekle görevli olan bir olgu olarak anlatılıyor. Ancak egemenlerin buyruklarından oluşan hukukun kılıflara sokulmadan, mış gibi yapılmadan korkutma amacıyla dolaysız uygulanması ve sihirli değneğin gündelik hayatlara dahil olması holdingcilerin ikbali için bir tehdidi de beraberinde getiriyor. Tutsak devrimci avukat Selçuk Kozağaçlı’nın “hukuk diye helvadan put yapmışsınız, acıkınca da yiyorsunuz” sözleriyle özetlediği bu hukuk düzeni, adı üstünde helvadan bir put olunca yıkılmaya da mahkum oluyor.

Polonez işçilerinin direnişinde bu duruma karşı gelişen refleks, Çatalca kaymakamının direnişe yapmış olduğu ziyaretten de anlaşılabilir. Direnişi ziyaret eden kaymakam işçilere kefil olduğunu, durumun en başta bir “ücret meselesi” olarak kendisine aktarıldığını “sendika işinin sonradan çıktığını” mahcubiyetle söylemişti. Ankara’ya yürüme iradesinin gösterildiği ilk gün ve sonrasında direnişin önüne barikatlar dizen, işçilere ve dayanışmaya gelenlere karşı her türlü hak gaspına girişen polis, sorulduğunda aynı mahcup kaymakamın talimatı üzerinden kendine hukuki bir dayanak oluşturmuştu.

İşçilere “ben sizi gözaltına alırsam çocuğunuz iş bulamaz” diyen emniyet müdürünün cümlelerinde basit ve etkisiz bir korkutma amacıyla beraber direnişin meşruluğuna karşı çaresizliğin, kendine biçilen rolü oynamanın huzursuzluğu da gizli. Polonez direnişinin iradesi Çatalca’da alışılageldik manzarayı bozana kadar, adliye önünde nöbet tutanlar varlığını ortaya koyana kadar bu yapı Çatalca’da kendini görünmez kılmayı becerebildi. Kaymakamın mahcubiyeti de, emniyetin teyakkuz hali de Çatalca halkının geri kalan kısmıyla direnen işçilerin bağlantı kurmasını engellemek için direnişin taleplerini ve hikayesini bilerek halka yanlış aktarmak da, yapılan bin bir türlü kurnazlık da Çatalca oligarşisinin riskli durumlara karşı ilan ettiği OHAL’in göstergeleridir.

Çatalca halkının haletiruhiyesinden hareketle izleyiciler ile işçilerin iradesini birleştirecek şey, izleyici kalanların gündelik yaşantısını olanlara kayıtsız kalarak korumak istediği “ana sözleşmenin” askıya alındığını vurgulamak, örgütlü mücadeleyi, gündeliğe dair bütün rahatsızlıkları ve sınıfın siyaset arayışını asgari bir talep olan “eşit yurttaşlık” talebiyle öne çıkarmak, suç işleyen patronlara para cezasını, hakkını arayan işçiye, öğrenciye, yoksula, emekliye hapis cezasını uygulayan bir memlekette patronların yasasına karşı sınıfın yasalarını dayatmak, sınıfın yasaları için fiili meşru mücadeleye çağırmak olabilir. İşçi direnişlerini gündelik hayatın ortasına taşımanın yakıcılığı olası bir anayasa gündeminde kendi tarzıyla ortaya çıkabilir. Mücadeleci sendikaların ve emek yanlısı odakların inatla, kararlılıkla bütün memlekete kanıksattığı, fenomenlerin tiye alarak video çekmesine vesile olacak kadar gündelik hayata yerleşmiş sarı sendika bürokrasinin işbirlikçi çizgisinin ifşasına benzer bir çabayla Sendikalar Kanunu’nu da, Anayasayı da işçiler lehine herkese sorgulatabilir. Bu açıdan işçilerin Çatalca halkının kayıtsızlığından yakınması, direnişin öne çıkan vurgusunun anayasal hak olması, yürüyüş rotası olarak adliyelerin seçilmesi de dikkate değer noktalar.

Metal işçilerinin direnişlerine Saray’dan gelen grev yasağı, Koç’un soluğu MHP’de alması bize Çatalca’daki paniğin egemenler tarafından da paylaşıldığını gösteriyor. Suriye’de yeniden maceralara atılan iktidar için işlerin nereye gideceğini kestirmek güç fakat kaygan bir zeminde ilerlediğinin farkında olacak ki iç cephede yeni bir tahakkümünün yollarını arıyor. Son günlerde yükseltilen Alevi karşıtlığı, Suriye’de ve bölgede yaşanan gelişmeler, Kürt hareketine yönelik adımlar Türkiye’nin kritik bir dönemeçte olduğunu gösteriyor. Sıkışmanın farkında olan CHP’nin normalleşme çabaları ve işçi direnişlerine yüzünü çevirmesi de bunlara göbekten bağlı şekilde gerçekleşiyor. Masada siyaset yapan Kürt hareketine ve onyıllar içinde oluşan birikimine akıl vermek yerine yeni konjonktürde olası ittifakların yolunu aramak, sınıf mücadelesini siyasetin merkezine taşımaya dair çabalamak çok daha kritik bir öneme sahip.

AKP iktidarına karşı 2002’den beri çeşitli değişimler ve dönüşümler geçiren muhalefetin çözüm arayışları Gezi Direnişi’nin bakiyesiyle ilerleyen siyasi akılla beraber dönüşüm geçirdi ve artık yenildi. Rejimin sırtını dayadığı toplumsal kodların, kurulan hegemonyanın karşısında bir güç olarak var edilecek, dayatmaları ve ikna çabalarını boşa düşürecek yegane odak noktası olarak bütün muhalefetin elinde sınıf mücadelesi kaldı. Günümüzde yaşananlara bu açıdan bakıldığında tüm aktörlerin buna göre ciddi bir hazırlık içine girdiğini söylemek mümkün. 

Asgari ücret zammının açıklanmasıyla önümüzdeki dönemde emekçilere karşı saldırının son sürat ilerleyeceği, “yüksek siyasetin” en önemli parametresinin işçi sınıfının üzerindeki tahakkümü sürdürmek olacağı açık. Kendine alan açmak isteyen, Türkiye’de işler artık daha farklı olsun isteyen herkesin ilk uğrayacağı duraklar artık işçi direnişleridir. Polonez direnişi, hem Çatalca hem de Türkiye için bunun görülebileceği etkileyici örneklerden biridir. Son viteste ilerleyen AKP-MHP iktidarının sınırlanmasını, toplumsal muhalefetin yeniden bir odak haline gelmesini, sosyalistlerin onun lokomotifi olmasını, izleyicilerin de izleyici olmaktan çıkarılmasını sağlayacak zemin hepimize işçi direnişlerinde fısıldanıyor olabilir. Duymak için biraz daha yaklaşmanız yeter. Haklarını direnerek kazanan, hepimize umut olan Polonez işçilerine selam olsun.

Son Eklenenler