“Futbolun 22 adamın topun peşinden koşması olduğunu düşünmenin, kemanın telden ve yaydan, Hamlet’in kağıt ve mürekkepten ibaret olduğunu söylemekten bir farkı yoktur.” –John Boynton Priestley
Futbol özellikle yoksulların eğlencesi ve kolektif ruhun bir yansıması olarak ortaya çıkmış olsa da çocukluktan itibaren özellikle erkek çocukların hemen her fırsatta, buldukları her uygun alanda oynamayı ilk tercih ettiği bu oyun kapitalist üretim ilişkileri içinde metalaşarak devasa bir endüstriye dönüşmüştür. Küresel futbol ekonomisi, sermaye birikiminin en dinamik alanlarından biri haline gelmiş, kulüplerin sahiplik yapıları finans kapitalin doğrudan bir uzantısına dönüşmüştür. Futbolun ana para kaynağı üç temel kalemden gelir: yayın hakları, sponsorluklar ve transfer piyasası. Büyük organizasyonların yayın hakları milyarlarca dolara satılır ve bu gelir kulüplere dağıtılır. Örneğin, 2022-2023 sezonunda Premier Lig’in yayın hakları toplam 10 milyar doların üzerinde bir gelir sağladı. UEFA’nın düzenlediği organizasyonları siz düşünün.
Çokuluslu şirketler, futbola yatırım yaparak (kulüplere reklam vermek veya direkt kulüp satın almak) devasa bir reklam alanı elde eder. Mesela Emirates, Fly Emirates markasını küresel çapta duyurmak için Arsenal ve Real Madrid gibi kulüplerin yıllardır forma sponsorudur. Benzer şekilde, Katar merkezli Qatar Airways, Barcelona ve PSG gibi kulüplerle yüz milyonlarca dolarlık sponsorluk anlaşmaları yaptı.
Transfer piyasasında ise oyuncuların değeri yalnızca sahadaki performanslarıyla değil, potansiyel pazarlama getirileriyle de belirlenir. Örneğin, Cristiano Ronaldo’nun 2009’da Real Madrid’e transferi sadece sportif bir hamle değil kulübün dünya çapındaki forma satışlarını patlatan bir yatırım oldu. Messi’nin yıllarca Barcelona’da tutulması da aynı nedenledir. PSG’nin 2017’de Neymar’a 222 milyon euro serbest kalma ücretini ödemesi de hem sportif başarı hedefi hem de markalaşma stratejisinin bir parçasıydı.
Avrupa’nın elit liglerine kıyasla rekabet düzeyi daha düşük olmasına rağmen, finansal olarak cazip teklifler sunabilen bir pazar olması, Türkiye’yi futbolcular için geçiş ekonomisi işlevi gören bir durak haline getirir. Ünlü ve yaşlı oyuncuların Türkiye’yi seçme sebeplerinden biri de budur. Futbol piyasasında kendine bir pazar oluşturan futbolcular Türkiye’yi tercih ediyor. Ünlü futbolcuların kariyerlerinin son dönemlerinde Türkiye’yi tercih etmelerinin temel sebebi, futbolun küresel işleyişi içinde Türkiye Süper Ligi’nin merkeze hizmet konumunda olmasıdır. Yani elit liglere (İngiltere – Premier League, İspanya – La Liga, Almanya – Bundesliga, İtalya – Serie A, Fransa – Ligue 1) oyuncu taşıma hizmeti…
Bu tercih, genellikle maddi getirinin sportif hedefin önüne geçtiği bir kariyer aşamasıyla örtüşür. Körfez ülkeleri ve MLS gibi ligler de benzer bir rol oynasa da Türkiye’nin hem Avrupa futbol sisteminin içinde bulunması hem de yüksek maaşları sübvanse eden sponsor destekli kulüp yapıları bu tercihi kolaylaştırır. Sonuç olarak, futbolcular kariyerlerinin son döneminde küresel sermayenin futbola entegre ettiği değer aktarım süreçlerine uygun hareket ederek Türkiye gibi ligleri hem ekonomik hem de sportif olarak bir durak olarak kullanır.
FIFA ve UEFA gibi uluslararası federasyonlar, “fair play” ve spor ahlakı gibi kavramlarla bu sistemin üzerini örtmeye çalışırken, gerçekte futbolun neoliberal politikalar doğrultusunda ticarileşmesini, kulüplerin şirketleşmesini ve emeğin sömürüsünü derinleştiren düzenlemeler getirmektedir. Bugün dev kulüpler, az sayıdaki finans baronlarının elinde birer küresel marka haline gelirken, emekçi sınıfların tribünlerde ve sahada yeri giderek daralmaktadır. Bu bağlamda, futbol kapitalizmin çelişkilerini en açık şekilde gösteren alanlardan biri olup emperyalist sistemin hem ekonomik hem de kültürel bir aparatına dönüşmüştür. Bu yüzden futbol bir oyun olmaktan öte, küresel şirketlerin ve sermaye sahiplerinin büyük kârlar elde ettiğinin de sıkça konuşulduğu bir piyasa haline gelmiştir.
Bu dönüşüm, futbolun yalnızca ekonomik değil aynı zamanda ideolojik bir araç olarak kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Küresel ölçekte futbol, emperyalist ülkelerin yumuşak güç politikalarının bir parçası haline gelmiş, Batılı sermaye grupları ve medya tekelleri aracılığıyla hegemonya kurmanın bir aracı olarak şekillendirilmiştir. Örneğin, Avrupa’nın büyük kulüpleri ve ligleri, küresel futbol pazarını domine ederek diğer coğrafyalardaki futbol ekonomilerini bağımlı hale getirmiş, Güney Amerika ve Afrika gibi bölgeler ise birer yetenek madeni olarak görülerek futbolcu ihracatı üzerinden sömürgeleştirilmiştir.
Bu süreçte futbolcular, modern çağın en göz önündeki emekçilerinden biri olmalarına rağmen, sermaye sahipleri için yalnızca kâr sağlayan birer yatırım aracı olarak görülmektedir. Genç yaşta akademilere alınan, sıkı denetim ve disiplin altında yetiştirilen futbolcular, piyasa değerleri üzerinden alınıp satılan metalar haline getirilmiştir. Bu sistemin en acımasız yüzü, özellikle Afrika ve Güney Amerika’dan gelen genç futbolcuların Avrupa kulüplerine pazarlanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Transfer piyasası, artık yalnızca sporcu hareketliliğinin bir unsuru değil, doğrudan finans kapitalin spekülatif oyunlarının döndüğü bir borsa haline gelmiştir.
Öte yandan, futbolun taraftarlar üzerindeki etkisi de kapitalist ideolojinin yeniden üretildiği bir alan olarak değerlendirilmelidir. Tribünler, eskiden kolektif dayanışmanın, sınıfsal öfkenin ve mücadele ruhunun mekanıyken, günümüzde tüketim kültürünün derinleştirilmesi için araçsallaştırılmıştır. Stadyumlar, yüksek bilet fiyatları ve kurumsal sponsorluk anlaşmalarıyla emekçi sınıflar için erişilmez hale getirilirken, taraftarlık kimliği de bireyselleşmiş bir müşteri ilişkisine indirgenmiştir. Kulüplerin sadık taraftarları artık bir marka bağlılığı içinde tüketiciye dönüştürülmüş futbolun ruhu ise kapitalist üretim ilişkileri içinde sistematik olarak eritilmiştir.
Futbolun metalaşması yalnızca büyük kulüplerin şirketleşmesiyle değil aynı zamanda temel ekipman eksiklikleri nedeniyle yetenekli bireylerin oyundan dışlanmasıyla da kendini gösterir. Hindistan örneğinde, futbolcuların krampon gibi temel ekipmanlara erişimi olmadığı için çıplak ayakla oynamaları, futbolun sermaye tarafından nasıl tahakküm altına alındığının çarpıcı bir yansımasıdır. 1950 Dünya Kupası’na katılma hakkı kazanan Hindistan milli takımı, oyuncularının çıplak ayakla oynama isteği FIFA tarafından reddedilince turnuvadan çekilmek zorunda kalmıştır. Bu durum, futbolun artık sadece yetenek ve emeğe değil aynı zamanda maddi olanaklara dayalı bir ayrıcalıklar sistemi haline geldiğini göstermektedir. Böylece futbol, emek gücünü ve dayanışmayı değil, sermaye sahiplerinin kurallarını merkeze alan bir sistemin parçasına dönüşmektedir.
Bu konuları Türkiye’ye üzerinden anlatmak daha kolay olacağı için buradan devam edeyim. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor gibi kurumları sadece futbol kulübü değil, birer dev şirket olarak görmek gerekir. Bu kulüpler, futbolu ekonomik bir ürün haline getiren, medya ve reklamlarla beslenen, büyüyen holdingler gibi işliyorlar. Şirketleşen bu kulüpler, global pazarda yer edinme, büyük sponsorluk anlaşmaları yapma ve uluslararası arenada görünür olma çabasıyla, futbolu sadece sahada değil, şirketleşmenin şartı olarak borsada da yönetiyorlar. Anadolu kulüpleri ise bu dev yapılar karşısında, çoğunlukla küçük işletmeler gibi var olma mücadelesi veriyorlar; gelirleri, altyapıları ve marka değerleri sınırlı, bu yüzden futbolu sadece lokal bir değer olarak yaşatmaya çalışıyorlar. Küçük şirketler olarak… Bu durum, kapitalizmin ve emperyalizmin spor üzerindeki etkisinin, futbol kulüplerini birer şirket gibi yönetmeye itmesinin açık bir göstergesidir.
Eskiden işçilerin mesai sonrası rahatlıkla tribünlere akın edebildiği, evinde ücretsiz izleyebildiği kolektif bir deneyime ortak olabildiği futbol, artık yayıncı kuruluşların ve küresel sermayenin taleplerine göre biçimlenmektedir. Hafta içi oynanan maçların geç saatlere konulması, uzun mesai saatlerinde çalışan emekçiler için futbolu takip etmeyi zorlaştırırken, hafta sonu maçlarının da prime-time’a kaydırılması, tamamen yayıncı kuruluşların reklam gelirlerini maksimize etme stratejisinin bir sonucudur.
Gece geç saatlerde oynanan maçlar, özellikle işçilerin ve dar gelirli futbolseverlerin stadyumlara ulaşımını zorlaştırmakta, toplu taşıma saatleri ve ekonomik nedenlerle maç gününe fiziksel katılımı imkânsız hale getirmektedir. Böylece, futbolun kitlesel bir eğlence aracı olmaktan çıkıp, ekran başında tüketilen bir meta hâline getirilmesi hızlandırılmaktadır. Sonuç olarak, futbolun esas sahipleri olan emekçiler, oyunun yalnızca birer pasif tüketicisi konumuna itilmekte, tribünlerin ruhu ise burjuva sınıfının lüks localarına ve kurumsal müşteri gruplarına terk edilmektedir.
Amedspor örneği futbolun sadece ekonomik değil siyasal bir tahakküm alanı da olduğunu gösterir. Her deplasmanda hakem kararları, milliyetçi saldırılar ve devlet baskısıyla kuşatılmasına rağmen Amedspor’un ve Kürt takımlarının futbolla direnişi, futbolun sterilize edilmek istenen yapısına karşı bir duruş sergiler. Tribünler ise bu mücadelenin en canlı unsuru olarak, futbolun yalnızca sahada değil toplumsal bir cephede de sürdüğünün de en önemli kanıtıdır.
Nadir örnekler dışında bu tablo, futbolun yalnızca bir oyun olmaktan çoktan çıktığını, aksine sermayenin küresel tahakküm mekanizmalarından biri haline geldiğini göstermektedir. Neoliberal çağda futbol, hem ekonomik hem de ideolojik düzlemde bir denetim aracı olarak kullanılırken, işçi sınıfının spor üzerindeki hakimiyeti ve kültürel üretimi de giderek yok edilmektedir.
Açıkçası futbolun yeniden sahibi olmak için sahici sebeplerimiz var. Günün sonunda cinsiyetçi, ırkçı, milliyetçi, şoven olmayan, endüstrileşmemiş bir oyun kurmak için ne yapılmalıyız bilmiyorum ama futbol tarihine bakıldığında, oyunun asıl sahiplerinin tribünlerde ve sahada mücadele eden emekçiler olduğu unutulmamalıdır. Kapitalizmin futbolu nasıl metalaştırdığı teşhir edildiğinde, onu yeniden halkın sporu hâline getirmenin yolları da daha görünür olacaktır. Sonuçta Metin Kurt’un dediği gibi “Futbol, borsada değil arsada güzeldir.”