Emperyalist güçler ve bölgesel işbirlikçileri, Suriye’deki rejim değişikliğiyle bölgeyi yeni bir paylaşım sahasına dönüştürdü. Filistin, Lübnan ve Suriye halklarının bu kuşatmayı aşmasının tek yolu, antiemperyalist bir birleşik cephede buluşmaktan geçiyor.
2024’ün sonuna yaklaşırken, Suriye’de 2011’den beri süren ve son yıllarda çıkmaza giren sava, beklenmedik bir hızla sona erdi. 27 Kasım’da Türkiye, İsrail ve NATO’nun desteğiyle Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm (HTŞ) ve Suriye Milli Ordusu (SMO), İdlib’deki ufak ceplerinden Baas rejimine karşı geniş çaplı bir saldırı başlattı. Savaşın başında rejim güçlerinin birkaç gün içinde kontrolü yeniden sağlayacağı düşünülse de, beklenen direniş hiç yaşanmadı. Suriye ordusu hızla çözülerek stratejik noktaları terk etti. 8 Aralık’ta Humus’un ve başkent Şam’ın da HTŞ/SMO milislerinin eline geçmesiyle 63 yıllık Baas rejimi yalnızca 11 gün içinde çöktü.
Bu ani çöküşün arkasında, Suriye ordusundaki emir-komuta zincirinin beklenmedik şekilde dağılması, Rusya’nın yeni ABD yönetimiyle yaptığı gizli pazarlıklar, İran ve Direniş Ekseni’nin İsrail’e karşı verdiği mücadelenin ortasında hazırlıksız yakalanması ve Türkiye-İsrail işbirliğiyle sağlanan yoğun lojistik ve istihbarat desteği gibi kritik etkenler vardı. 2020’den bu yana Türkiye’nin korumasıyla İdlib’de tutunabilen HTŞ/SMO milisleri tarafından Baas rejimininin 11 günde nasıl devrildiği konusunda kesin bilgilere ulaşmak henüz mümkün değil. Ancak bu 11 günle ilgili elimizdeki bilgiler ve sonrasındaki gelişmeler, yaşananların emperyalist güçlerin bölgeyi yeniden şekillendirmek için yürüttüğü planlı bir rejim değişikliği operasyonu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Türkiye’de ve dünyada devrimci kamuoyunun ve antiemperyalistlerin, Suriye’deki bu müdahaleyi tüm belirleyici faktörleriyle analiz etme çabaları henüz spekülatif düzeyde kalıyor. Ancak savaşın kazananları (emperyalist güçler ve bölgesel işbirlikçileri) ve kaybedenleri (yerli ve göçmen fark etmeksizin bölge halkları) bu kadar netken, yaşananları Filistin ve Lübnan’daki emperyalist kuşatmayla birlikte bütüncül bir perspektifle ele almak ve bölgedeki işbirlikçi devletlerin ve sermayenin değil, halkların çıkarlarını savunan antiemperyalist bir birleşik cepheyi tartışmak için geç bile kalındı.
Ekstraktivizme ve işgale müsait yeni bir paylaşım sahası
Esad’ın devrilmesi, sadece bir rejimin sonunu getirmekle kalmadı aynı zamanda Suriye’yi emperyalist güçler için ekstraktivizme ve işgale son derece müsait yeni bir paylaşım sahası, aralarındaki gizli pazarlıklarda kullanacakları bir joker kartı haline getirdi. 8 Aralık’ta ailesiyle birlikte Rusya’ya götürülen Esad’dan, 16 Aralık’ta Suriye Devlet Başkanlığı Telegram hesabında yayımlanan kısa bir açıklama dışında haber alınamaması, Putin’in Ukrayna konusunda Trump ile vardığı gizli mutabakatın bir parçası olarak Esad’ın devrilmesine göz yumduğu ve Esad’ın sıkı sansür koşulları altında ev hapsinde tutulduğu şüphelerini artırıyor. Ayrıca Rusya’nın Astana barış görüşmelerindeki diğer garantörlere karşı herhangi bir tavır almaması, sürecin Rusya, ABD, NATO, İsrail ve Türkiye arasında tam bir mutabakatla ilerlediğini gösteriyor.
İsrail için bu rejim değişikliği, Filistin direnişinin bileşenlerine ev sahipliği yapan ve iç savaş nedeniyle zayıflamasına rağmen İsrail’e tehdit olmayı sürdüren bir rejimi ortadan kaldırmakla kalmadı aynı zamanda uzun süredir hedeflediği Golan Tepeleri’ndeki işgal alanını genişletmesi için de bir fırsat sundu. HTŞ’ye desteğine karşılık olarak İran’dan Lübnan direnişine giden silah ve lojistik hatlarının kesilmesi, İsrail’in kendisine yönelik en güçlü silahlı tehdit olan ve verdiği direnişle İsrail’i ateşkese zorlayan Hizbullah’ı yok etme planlarını iştahlandırdı. Böylece İsrail işgal sahasını genişletirken, Türkiye ile Gazze soykırımı boyunca sürdürdüğü örtülü ittifakını yeni bir sahaya taşıyarak güçlendirdi ve kendisine yönelik tehditleri en aza indirme konusunda önemli bir adım attı.
Türkiye’de ise AKP-MHP iktidarı ihaleler, uluslararası fonlar, ucuz emek gücü ve daha önce erişemediği kaynaklarla sermaye sınıfı için devasa bir yayılma alanı açmış oldu. Darbenin ardından yalnızca bir ay içinde Türkiye’nin Suriye’ye makine ihracatı yüzde 244, çimento, cam ve seramik ihracatı yüzde 92, metal ihracatı yüzde 73 artarken, meyve ve sebze ihracatı üç katı geçti. Fakat daha önemlisi, uluslararası fonlarla desteklenen yeniden inşa projeleri, sanayi bölgelerinin açılması ve yerel kaynakların ele geçirilmesi, özellikle inşaat ve enerji sektörleri için büyük bir pazar yarattı. Uzun vadede Suriyelilerin Türkiye’deki göçmen emeğinden bile daha ucuz ve denetimsiz bir işgücü havuzuna dönüşmesi sermaye sınıfının iştahını artırıyor.
AKP-MHP iktidarı, bu ekonomik kazançları iç siyasette de bir fırsata çevirdi. Rejim değişikliğiyle birlikte Suriye’yi “güvenli geri dönüş” için uygun bir ülke olarak lanse eden iktidar, keyfi sınırdışı işlemlerini kolaylaştırdı ve göçmen karşıtı eğilimleri nedeniyle iktidardan uzaklaşan milliyetçi kesimleri yeniden etrafında toplamaya başladı. Öte yandan, Gazze soykırımı boyunca İsrail ile geliştirdiği örtülü işbirliği nedeniyle kendisini eleştiren Sünni İslamcı çevrelerin desteğini de Suriye’deki zafer söylemi üzerinden büyük ölçüde geri kazandı. Böylece AKP-MHP iktidarı, Suriye’ye yönelik yayılmacı politikalarını içeride ekonomik ve siyasi çıkarları için kullanarak hem sermaye sınıfını güçlendirdi hem de tabanındaki dağılmayı engelleyerek iktidarını pekiştirdi. Ama emekçiler açısından aynı şeyi söylemek zor görünüyor. Onu da zaman gösterecek.
Suriyeliler için Esad’sız yaşam: Baskı, sömürü ve umut tüccarlığı
Bu rejim değişikliğinin kaybedenleri için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Esad’ın devrilmesinin ardından Aleviler, gayrimüslimler, Kürtler ve selefi anlayışa karşı olan Sünni kesimler, HTŞ rejimi altında pogrom ve katliam korkusuyla yaşadıkları bir döneme girmiş oldu. Daha önce Esad, selefi milisler ve zorunlu göç arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılan milyonlarca Suriyeli, bu kez emperyalistlerin ve bölgesel işbirlikçilerinin doğrudan bir müdahaleyle başa getirdiği, eski Daeş ve El Kaidecilerin oluşturduğu mezhepçi bir iktidarla baş başa bırakıldı. Aralık’tan bu yana Lazkiye, Halep ve Hama’daki Alevi ve Rum Ortodoks cemaatine ait evler ve ibadethaneler defalarca saldırıya uğradı.
Türkiye’de yaşayan Suriyeli göçmenler ise Esad’ın düşüşünün ardından, “özgürleşmiş” vatanlarında yeni bir hayat kurabileceklerine dair sahte bir umutla kandırıldı. Türkiye’de yıllardır yaşadıkları ırkçı muamelenin, sömürünün ve keyfi sınıdışı kararlarının ve gönüllü dönüşler için “güvenli” bölge anlatısının etkisiyle geri dönme belgelerini imzalayan 35 bin göçmen, kendilerini altyapısı çökmüş, temel ihtiyaçlara erişimin istikrarsız olduğu ve iş ya da eğitim olanaklarının bulunmadığı, İsrail’in hava saldırılarının ve çatışmaların belirli aralıklarla sürdüğü bir savaş enkazında buldu. Geri dönmeyenler ise daha sistematik bir şiddet, sömürü ve keyfi sınırdışı kararlarıyla hayatın göçmenler için giderek zorlaştığı bir Türkiye’de yaşamlarını sürdürmek zorunda bırakıldı.
Batıyla uyumlu bir Türk-İslam sentezi: Sıradaki hedef İran
AKP-MHP iktidarının ve sermaye çevrelerinin Suriye’deki planları, Gazze’deki soykırıma verdikleri örtülü destekle paralel bir şekilde okunmalı. İsrail’in petrol ihtiyacının yüzde 50’sini karşılayan sevkiyatların sürmesi, Türkiye’deki holdinglerin İsrail ile ticari ortaklıklarını genişletmesi ve AKP’nin söylemde Filistin yanlısı görünmesine rağmen fiiliyatta İsrail’e destek veren politikaları, Ankara’nın bölgedeki emperyalist çıkarların kilit aktörlerinden biri haline geldiğini gösteriyor. SOCAR ve BTC boru hattı üzerinden yürütülen Türkiye-Azerbaycan-İsrail işbirliği, Batı’nın stratejik çıkarlarına uygun yeni bir Türk-İslam sentezinin inşasına zemin hazırlıyor. Bu sentez, emperyalist güçlerle uyumlu, bölge halklarını bölmeyi ve bazılarını yok etmeyi hedefleyen yeni bir ideolojik programın temelini oluşturuyor.
Suriye, Lübnan ve Filistin’deki gelişmeler emperyalist müdahalelerin nihai aşaması değil, aksine daha geniş bir planın parçası olarak görülmeli. Suriye’de rejim değişikliği, İran’ın bölgedeki etkisini kırmayı amaçlarken, Türkiye ve İsrail’in koordineli hareket etmesi, İran’a yönelik olası bir müdahalenin altyapısını oluşturuyor. Bu süreçte Türkiye, emperyalist güçlerin bölgesel planlarını kolaylaştıran bir araç haline gelirken, kuşatmanın genişlemesine doğrudan katkıda bulunuyor.
Bu bağlamda, Türkiye’nin emperyalist kuşatmadaki rolünü kırmak ve bölgedeki sömürü düzenine karşı gerçek bir alternatif yaratmak için enternasyonalist sınıf dayanışması hayati bir öneme sahip. Filistin, Lübnan ve Suriye halkları, emperyalist saldırganlığın doğrudan mağdurları olarak işçi sınıfı mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmeli. Türkiye’deki devrimci hareketler ve işçi sınıfı, göçmen emeğinin sömürüsüne karşı mücadele ederken, aynı zamanda İsrail ile ekonomik ve askeri işbirliğini sona erdirmeye yönelik bağımsız bir sendikal mücadele inşa etmeli.
Türkiye’nin lojistik, siyasi ve ekonomik desteği olmadan, bölgedeki emperyalist saldırganlık bu ölçekte sürdürülemez. Dolayısıyla, bölgedeki emperyalist kuşatmaya en ağır darbeyi vurmanın yolu, Türkiye’de ezilen halkların, göçmenlerin ve işçi sınıfının ortak bir cephede birleşerek emperyalizme ve işbirlikçi sermayeye karşı örgütlü bir mücadele yürütmesinden geçiyor. Ancak güçlü, kararlı ve sınıf temelli bir dayanışma, emperyalizmin bölgeyi yeniden şekillendirme projelerini durdurabilir.