Perşembe, Şubat 6, 2025

Fikirler zihne kulaklardan değil, açık yaralardan girer – Phil Neel

Kendisiyle yaptığımız söyleşileri 2021’de Küresel hinterlandın hayaletleri, 2023’te ise iki bölüm halinde, Güneydoğu Asya’dan Afrika’ya küresel fabrikanın peşinde ve Küresel fabrika, küresel isyan başlıkları altında yayımladığımız ABD’li komünist coğrafyacı Phil Neel’in geçtiğimiz aylarda İtalyan politik internet portalı infoaut.org’la yaptığı, üç bölümden oluşan söyleşinin güncel küresel bağlam ve emperyal güç i̇li̇şki̇leri̇ üzerine olan kısmını Kaos imparatorluğu ve çürüyen hegemonya başlığıyla geçen hafta yayımlamıştık. Bu ikinci bölümde ise Neel sınıf mücadelesinin, örgütlenmenin ve öncü eylemin bugün ihtiyacımız olan biçimleri üzerine önemli ve Türkiye bağlamı açısından da ufuk açıcı tartışmalar ortaya atıyor. Söyleşinin ABD siyaseti üzerine olan son bölümünü de önümüzdeki hafta e-komite’de paylaşacağız. İyi okumalar.


Bölüm I: GÜNÜMÜZDE POLİTİK MİLİTANLIĞIN ÇELİŞKİLERİ VE MÜCADELENİN İMKANLARI

İtalya’da politik militanlık esas olarak demografik, sosyal ve kültürel olarak azınlıkta olan büyük üniversite şehirlerinde yoğunlaşıyor. Kimi kolektifler kendi alanları dışındaki bağlamlara nasıl müdahale edebilecekleri üzerine kafa yormaya başladılar, bu konuda faydalı yolların neler olabileceğini düşünüyorsun? Ya da bu bağlamlarda militanlığın özerk bir şekilde gelişmesini mi ummalıyız?

Bu durum sadece İtalya’da değil pek çok ülkede yaygın. Aynı zamanda, bu sorunu geçmişte kalmış bir bakış açısıyla okuma ve Yeni Sol’un1 altmış yıl kadar önce yaptığı gibi ele alma eğilimimiz de var. Ancak bu süre zarfında pek çok şey değişti. Örneğin, büyük üniversite şehirlerinin azınlık konuma sahip olduğunu söylüyorsunuz, ne demek istediğinizi anlıyorum, ama en büyük üniversiteler genellikle en büyük şehirlerde bulunuyor ve bugün bu üniversiteler aynı zamanda o şehirlerdeki en büyük işverenler arasında yer alıyor. Elli yıl öncesine kıyasla, buralardaki işlerin çoğu düşük ücretli, yüksek talep gören pozisyonlar. İtalya’da çalışma koşullarının nasıl olduğunu bilmiyorum, ancak örneğin ABD’de bugün üniversite derslerinin büyük bir kısmı, ortalama bir fabrika işçisinden daha az ücret alan öğretim görevlileri veya yüksek lisans öğrencileri tarafından veriliyor. Bu arada, günümüzde üniversiteler yerel emlak piyasalarını sağlamlaştırmaya yardımcı olan büyük emlak girişimleri. Aynı zamanda askeri-endüstriyel çıkarlar için gelişmiş Ar-Ge alanları olarak da hizmet veriyorlar. Akademik çalışanlar arasındaki militan bir grev, belirli bir şehirdeki önde gelen araştırma üniversitesini kapatırsa bunun önemli bir ekonomik etkisi olacaktır. Dahası, günümüzde yüksek öğrenim nüfusun geneline yayıldığı için daha fazla sayıda öğrenci alt sınıflardan geliyor. Bu nedenle daha fazla öğrenci üniversite dışında düşük ücretli işlerde çalışıyor, işçi sınıfı mahallelerine gidip geliyor ve tabii ki büyük borçlar altında eziliyor. Dolayısıyla bunlar, her şekilde, kendi içlerinde de büyük sınıf çatışması alanları. Yeni Sol’un, bunların bir şekilde geniş anlamıyla proleter sınıfın parçası olmayan ve bu nedenle sınıfa dışarıdan girmeleri gereken “burjuva” tabakalar, hatta “profesyoneller” olduğu şeklindeki eski fikri terk etmeliyiz. Belli seçkin üniversiteler haricinde bunun artık bir gerçekliği yok.

Ancak ister toplumun geneline kıyasla üniversiteden, ister farklı endüstriyel sektörlerden, hatta aynı sektör içindeki farklı mesleklerden bahsediyor olun, her zaman bir yalıtılmışlık sorunuyla karşı karşıyayız. Çoğu sınıf örgütlenmesi ilk olarak, hayatta kalmanın acil koşullarına odaklanan belirli geçim mücadeleleri şeklinde ortaya çıkar: ne kadar maaş alıyorsunuz, kiranız ne kadar, işinizin sizi öldürme olasılığı var mı, polisin sizi öldürme olasılığı var mı, vb. Ancak bu meseleler aynı anda hem özgül (yani belli bir grup işçi belli bir işyeriyle sınırlı bir ücret talebinde bulunduğu için) hem de sınıfın daha geniş kesimlerinde yankı bulacak şekilde genel (yani herkesin ücretleri çok düşük olduğu olduğu için) çoğunlukla kendi içinde çelişkilidir. Bunun da ötesinde, bu mücadeleler daha büyük çatışmaları tetikleme eğilimindedir. Bu çatışmalar daha sonra başka anlamlar da edinip ivme kazanarak kendi başlarına sınıf çatışmasının önemli ifadeleri haline gelirler ve böylece başlangıçtaki geçim kaygılarını tamamen aşarlar. Bu çelişkilerin daha sonraları taktiksel gerilimlerde de ortaya çıktığını görüyoruz. Örneğin, polis cinayetlerine karşı tekrarlanan ayaklanmaları ele alalım. Başlangıçta bunların çok net bir odağı oluyor: belirli bir bireyin belirli polis memurları tarafından öldürülmesi. Bu nedenle bazıları ayaklanmanın “anlamını” aynı derecede sınırlı bir çerçevede yorumlayarak bu polis memurlarının cezalandırılmasını talep ediyor. Diğerleri ise ayaklanmayı daha genel bir şekilde, ancak yine de bu temel talepler mantığıyla sınırlı kalarak, ceza adaleti sisteminde geniş çaplı reformlar, daha fazla denetim, tüm polislerin işledikleri cinayetlerden yasal olarak sorumlu tutulması gibi talepleri de kapsayacak biçimde yorumluyor. Ancak olay genelleşerek bir ayaklanmaya dönüştüğünde, bu daha geniş yorum bile olayın gerçek siyasi anlamını tam olarak yakalayamıyor, çünkü ayaklanmanın kendi ivmesiyle kazandığı tüm ek anlamları kavrayamıyor. Elbette bu ayaklanmalar kapitalizmin dayattığı yaşam koşullarına karşı birçok başlık altında daha genel bir isyana dönüşme eğiliminde.

Bu aşırılaşma hali en önemli mesele, çünkü herhangi bir mücadelenin başlangıçtaki sınırlarının ötesine sıçrayabilmesi ancak bu eşzamanlı, kendini ileri doğru atan eğilim sayesinde mümkün olabiliyor.2 Bu aynı zamanda, çok sayıdaki bireysel geçim talepleri arasında köprü kurarak mücadelenin derinleştirilmesine yardımcı olan örgütlenme için de bir kapı açar. Bunun geçmişte nasıl yapıldığına dair pek çok tarihsel örnek de var. Ancak bu esasen pratik bir mesele, dolayısıyla karşı karşıya olduğunuz yerel sorunlarla çok ilişkili. Bu modelleri tarihten alıp günümüze taşıyamazsınız çünkü bulundukları ortamdan ayrılamazlar. Bunu denerseniz, elinizde ölü, boş bir kabuk kalır: bugün kendilerini “parti” ve “sendika” olarak gören çeşitli tarikatlar buna örnektir. Geçen sürede, istihdam ve nüfusun coğrafyaya dağılımındaki temel yapısal değişimler koordinatları öyle değiştirdi ki örneğin köylüler arasında devrimci örgütlenmenin tarihsel deneyimi hâlâ yararlı dersler sunsa bile, bugün bir köylü ordusu kurmaya çalışmak artık mantıklı değil. Dolayısıyla, temel sorunuza onu parçalayarak ve bir dizi daha sivri soruya dönüştürerek yanıt vermemiz gerekiyor: Üniversitelerden çıkmayı uman bu kolektifler tam olarak ne yapmaya ve nereye gitmeye çalışıyorlar? Benzer şekilde, “militanlık” olarak neyi algılıyorlar ve bunu nasıl ölçüyorlar? Bunun da ötesinde, söz konusu toplumsal koşulları daha iyi anlamamız gerekiyor. Açıkçası, kişinin kendi doğal yakın çevresinin ötesinde bir genişlikte bir ilişki ağı inşa etmesi faydalı olacaktır. Ancak, “gerçek” mücadelenin başka bir yerde, bir şekilde saf proleter koşullara daha yakın olan bazı özel demografik gruplar arasında olduğunu hayal ederek, kendi sınıf deneyimlerimizi ve her gün karşılaştığımız çeşitli geçim mücadelelerini göz ardı etme eğilimi de var. İnsanlar daha sonra kendi varlıklarını inkar ederek ve bunun yerine bu “saf” sınıf deneyimini arayarak ya da daha hayali bir “militanlık” imgesinde rol yaparak kendi kendilerini kamçılamaya çalışıyorlar. Gerçekte hepimiz proleter varoluşun farklı yönlerini deneyimliyoruz. Ona karşı birden fazla konumdan mücadele edebiliriz, yeter ki bu süreçte o konumları da aşabilelim.

Sık sık sınıf örgütlenmesi açısından gelecekte karşılaşacağımız şeyin şimdiye kadar gördüklerimizden tamamen farklı bir şey olacağını söylüyorsunuz. “İkili iktidar”, otonomi, klasik Marksist Leninist parti vb. olmayacak mı? Biraz daha derinleştirmek ister misiniz?

Sınıf örgütlenmesinin geçmişte aldığı isimleri birebir almayacağını savunuyorum, benzer biçimler almayacağını değil. Bu yaklaşım, insanları sol tarihe olan saplantılı ve melankolik bağlılıklarından kurtarmaya çalışmanın bir yolu. Örgütlenmeye çalışıyorsanız yapmanız gereken ilk şey, sizi çevreleyen koşullara olduğu gibi bakmaktır, yüzyıl önce nasıl olduklarına değil. Yine de pratik düzeyde, gelecekteki örgütlenmenin “şimdiye kadar gördüklerimizden tamamen farklı” bir şey olacağını düşünmüyorum. Aslında benim pozisyonum tam tersi: sihirli bir “yeni” örgütlenme biçimine ihtiyacımız yok, çok daha eski partizanlık ilkelerine geri dönmemiz gerekiyor ki bu ilkeler elbette listelediğiniz tüm bu örneklere ilham kaynağı oldu. Bu tarihi örnekleri toptan kopyalayamazsınız, ancak partizan örgütlenmeyi mevcut ekosistem içinde gelişebilecek biçimlerde “yeniden üretebilirsiniz.” Nihayetinde, parti teorisi tamamen bununla ilgilidir ve ben ortodoks anlamda partinin büyük bir savunucusuyum. Aslında, ne zaman örgütlenmeden ya da en azından siyasi bir ufka yönelik bir tür örgütlenmeden bahsetseniz, farkında olsanız da olmasanız da partilerden bahsediyorsunuz demektir. Ancak sorun şu ki, bugün insanlar “ortodoks” ve “parti” kelimelerini duyduklarında, geçen yüzyılda yenilgiye uğrayan küresel Komünist Parti’nin ölüm sancılarının ürettiği dogmatik, çürümüş yapılardan bahsettiğimi düşünüyorlar. Daha da kötüsü, siyasi eğitimleri o kadar güdük kalmış ki “parti”nin seçimle iş başına gelecek bir oluşum olduğunu sanıyorlar! 

Bugün kendimizi, gittikçe yaygınlaşan ve giderek daha büyük boyutlara ulaşan muhtelif isyanlarla çevrili, ama aynı zamanda büyük ölçüde nihilist ve apolitik kalan ya da en iyi ihtimalle bir tür radikal cumhuriyetçi hissiyatı ifade eden bu olaylara yeterince müdahil olamadığımız, hatta onları anlayamadığımız bir sıkışma içinde buluyoruz. Dolayısıyla elimizde muğlak, teorik basmakalıp sözler ile isyanın yarattığı anlık durumda ortaya çıkan ilkel örgütlenme biçimleri kalıyor. Bu derme çatma biçimler her ne kadar sonrasında romantize edilse ya da eleştirilse de, aslında bilinçli bir strateji olarak seçilmiyorlar. Bunlar, çağın genelgeçer ideolojisi karşısında ortaya çıkan pratik sorunların bir sonucu. Dolayısıyla, meydana gelen örgütlenmenin sınırları aslında daha derin bir şeyin belirtileri. İlk olarak yapısal düzeyde, yani yakın çevremizi üreten ve bu nedenle bize bir isyanda ortaya çıkan belirli pratik kaygıları ortaya çıkaran güçler düzeyinde ve ikinci olarak da bilinçli siyasi taktikler düzeyinde harekete geçerler. İnsanların başka bir şey yapması gerektiğini savunan propagandif müdahaleler yalnızca bu ikincil düzeyde işlediğinden, etkileri son derece sınırlıdır. Örneğin, son on beş yıldaki tüm ayaklanmalarda, insanları daha sıkı örgütlenme biçimlerini benimsemeye çağıran, bir “işçi partisi” ya da buna benzer bir şeyi savunan ve kendi küçük mezheplerini satmaya çalışan pek çok katılımcı (aslında, genellikle gayet belirleyici rollerde olan insanlar) vardı. Ama kimse buna ikna olmadı.

Bunun nedeni, gidip politikalarımızı “anlattığımız” ve insanların bizimle aynı fikirde olmasını sağlamaya çalıştığımız “fikir pazarı” modelinin tamamen akla aykırı olmasıdır. 2010’lardaki ayaklanmaların başarısızlığının “yataylık” ve “lidersizlik” ilkelerine bağlı kalmayı seçmelerinden kaynaklandığını düşünen tüm o insanlarla ilgili sorun da bu. Elbette kimse bunu seçmedi, hatta bunun tam tersini savunan pek çok insan vardı ve aslında “işçi partisi” Yunanistan’da (SYRIZA), İspanya’da (Podemos), ABD’de (Sanders) ve Birleşik Krallık’ta (Corbyn) sınandı fakat oldukça benzer nedenlerle sistematik olarak başarısız oldu. Nihayetinde mesele şu: siyasi fikirler ustaca yürütülen tartışmalar sayesinde benimsenmiyor. Fiziksel yaşamımızda içimize kazınıyorlar. Birileriyle bütün gün boyunca polisin “sömürülen yüzde 99’un parçası” olmadığını tartışabilirsiniz ama ne kadar makul olursanız olun, ne kadar kanıt sunarsanız sunun, yine de size inanmayacaklardır. Ancak dışarı çıkıp kafalarına bir kez polis copu yediklerinde birdenbire imana gelirler. Bu, kelimenin tam anlamıyla, siyasi bir vaftiz anıdır, dinsel aydınlanmaya benzer bir şok yaratır. Fikirler zihne kulaklardan girmez, açık yaralardan, bitmek bilmeyen vardiyalardan sonra yanıp sızlayan eklemlerden, grev alanında geçen uzun günlerden dolayı su toplamış ayaklardan, bir makinenin parçaladığı ellerden, yağ izleriyle kaplanmış kollardan, göz yaşartıcı gazla dolmuş ciğerlerin zarından girer. Bu nedenle, siyasi fikirlerimizi “aktarma” işini sözle anlatmaktan öte isyan anındaki eylemler aracılığıyla yaparız.

Dolayısıyla, belirli bir örgütlenme türünü ya da stratejik yönelimi savunmak istiyorsanız, ayaklanmaya taktik anlamda önderlik etmeniz gerekir: siyasi sürecin genişlemesini ve derinleştirilmesini kısıtlayan sınırları anlık olarak aşan somut eylemler gerçekleştirmelisiniz. Bazı durumlarda, soyut olarak savunduğunuz örgütsel biçim bu pratik işleve bile hizmet edebilir. Ancak, çoğu durumda, bunun sahip olduğunuz daha büyük ölçekli örgütlenme teorisiyle aslında çok az ilgisi vardır. Çünkü bu eylem belki de alandaki insanlara yiyecek taşımaktan, grevde kapı önündeki çadırda durmak yerine ikmal merkezini işgal etmeye girişmekten, parlamentonun ilk penceresini kırmaktan veya elbette ilk polis karakolunu ateşe vermekten başka bir şey olmayabilir. Her ne olursa olsun, diğer katılımcıları eleştirmeye, onlara saldırmaya ya da onlarla tartışmaya odaklanmak yerine yüzümüz dışarıya dönük olmalıdır. Yeni Sol’un aşırı sekterliğinden alınacak derslerin, bize birbirimize karşı nazik ve kucaklayıcı olmamız gerektiğini hatırlatan uyarıcı bir anlatı olarak yeterli olacağını düşünebilirsiniz. Ancak bu zor bir şey, çünkü bu eylemler bir tür kumardır da aynı zamanda. Öncü eylemler her zaman tehlikelidir ve amaçlanan etkiyi yaratıp yaratmayacakları ya da birtakım sonuçsuz maceraperest çıkışlara dönüşüp dönüşmeyecekleri asla belli değildir. İlla ki birileri sizinle aynı fikirde olmayacak ve katılan herkesi tehlikeye atmanızdan korkacaktır.3 Yine de başarılı olursanız, diğer katılımcılar siyasetinizin tılsımına mıknatıs gibi çekilecek ve böylece bu tılsıma eşlik eden fikirlere de açık hale gelecektir. Bu pratik alanlar, mücadeleleri ilk baştaki sınırlarının ötesinde nasıl geliştirebileceğimize dair bir tür kolektif bilinç toplamaya başladığımız örgütlenme sürecinin başlangıç noktasıdır. Nihayetinde ilk adım olarak yapmanız gereken tek bir şey var: öncülük hakkında konuşmakla kalmayın, öncülük edin.

Çeviri: Emre Yeksan
Özgün Metin: “A fistful of dripping hate”


  1. Burada Yeni Sol 60’larda Batı’da ortaya çıkan, toplumsal hareketler ve özellikle öğrenci radikalizmiyle şekillenen akımların ürettiği, etkileri bugüne kadar süren sol siyasetin genelini işaret ediyor. ↩︎
  2. Klasik olarak bu, Marx’ın İngiliz sendikacılığına ve Lenin’in ekonomizme dair eleştirilerinde tartıştığı gibi, sınıf örgütlenmesinin “ekonomist” eylem biçimlerinden politik eylem biçimlerine doğru bir harekettir. Bu aynı zamanda sınıf içinde tekrar eden kitlesel mücadelelerin “tarihsel parti”si ile sınıfın bilinçli olarak kendi kendini örgütleyen fraksiyonlarının “resmi parti”leri arasında bir birliğin mümkün hale geldiği alandır. Tarihsel parti ile birçok bireysel resmi partinin bu birliği “(genellikle daha geniş anlamda ‘komünist hareket’ kavramıyla ele alınan ya da birçok resmi parti arasında koordinasyonu sağlayan belirli bir ‘Komünist Enternasyonal’ olarak resmileştirilen) ‘Komünist Parti’yi oluşturur. ↩︎
  3. Öte yandan bu tarz “güvenlik” kaygıları muhbirlik tohumları da taşır. ↩︎

Son Eklenenler