Salı, Temmuz 15, 2025

Felakete doğru – Ammar Ali Jan

Savaş olağanlaştı. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle oluşan belki küçük çatışmalar dışında tek kutuplu küresel dünyada savaş olmayacağına dair iyimser beklenti bugün yerle yeksandır. Savaşın günümüzde olağanlaşmasının bir nedeni de esasen ölmekte olan neoliberal küreselleşme düzeninin yarattığı eşitsiz dünyayı ilelebet sürdürme çabasıdır. 

Tek kutupluluğun kazananları bugünlerde yeni savaşları tetiklemekten çekinmiyor, kaybetmektense dünyayı yakmaya hazırlar. Yayımladığımız bu yazı, güncel savaşların nedeni olarak biraz daha farklı bir örneğe, geçenlerde yaşanan Hindistan ve Pakistan arasındaki hava muharebesine odaklanıyor. İki bölgesel güç, tam da bu küresel fetret devrinde yakın çevrelerine müdahale arsızlığına kapılmış, bu arsızlığın taşıyıcısı olan son yirmi yılda güçlenmiş iktidar odakları rekabete girişmişti. Rekabet, bir terör saldırısını bahane eden Hindistan saldırısıyla hava muharebesine dönüştü. Saldırgan Hindistan güvendiği hava üstünlüğünde aradığını bulamayınca istikrarsız ateşkes rejimine hızlıca geri dönüldü. Fakat iki ülkenin savaş tamtamları çalmasına yol açan politik duruma dair anlatılan hikaye ülkemizi hatırlatıyor. 27 Mayıs’ta New Left Review sitesinde yayımlanan aşağıdaki yazıyı bu yüzden çevirmek istedik. 

Tabii bugün esas güncel olan İsrail saldırganlığıyla başlayan başka bir savaş. Bunun hemen öncesinde Hindistan ve Pakistan arasında olanlar bugünün bir anlamda öncülü gibi de okunabilir. Uzun süredir İsrail ve destekçileri tarafından planlandığı belli olan savaşın da daha fazla hayata mal olmadan ve emperyalistleri sevindirmeden bir an evvel bitmesi dileğiyle bu yazıyı yayımlıyoruz.


Hindistan ile Pakistan arasında bugüne dek yaşanan en önemli hava çatışmasının ardında bıraktığı toz bulutları dağılmışken, bu çatışmanın daha geniş anlamı üzerine düşünmekte fayda var. Çatışmanın ardında ne yatıyordu, bölge siyaseti üzerindeki etkisi ne olacak? Çatışmayı tetikleyen doğrudan sebep, nisan ayı sonunda Kaşmirli militanlar tarafından Pahalgam’da düzenlenen ve 26 turistin öldüğü terör saldırısıydı. Hindistan hükümeti, saldırının arkasında Pakistan’ın olduğunu öne sürdü. Pakistan ise bu suçlamaları reddederek ortak bir soruşturma başlatmayı teklif etti. Ancak Hindistan’daki siyasi sınıf kararlıydı ve savaş çığırtkanlığı yapmaya başladı. Pakistan askeri komutası ise herhangi bir saldırıya karşılık verileceğini ilan ederek nükleer bir çatışma ihtimalini gündeme getirdi. Kısa süre sonra taraflar karşılıklı saldırılara başladı ve dört gün içinde 31 kişi hayatını kaybetti.

Çatışma, 7 Mayıs’ta Hindistan’ın Pakistan topraklarındaki sözde “terörist hedeflere” füze saldırısı düzenlemesiyle patlak verdi. Bu saldırıda en az biri çocuk olmak üzere yirmiden fazla sivil yaşamını yitirdi. Pakistan ordusu ise Çin yapımı J10 savaş uçaklarını PL-15 füzeleriyle birlikte devreye sokarak karşılık verdi, bu da çatışmanın bir düzeyde Çin’in askeri teknolojisinin Batı’nınkiyle karşı karşıya gelmesi anlamına geliyordu. Beş Hint uçağının düşürüldüğüne dair haberler yayılmaya başlayınca bazı savunma analistleri, bu çatışmanın asıl kazananının Çin olduğu yorumunu yaptı.

İlk çatışma dalgasının ardından her iki taraf da hemen zafer ilan etti. Ancak hızlı bir müzakereyle çözüme ulaşma umutları, 8 Mayıs’ta Hindistan’ın Pakistan hava sahasına çok sayıda İsrail yapımı insansız hava aracı göndermesiyle suya düştü. Pakistan ordusu, bunların neredeyse tamamını sivil ya da askeri altyapıya zarar vermeden önce düşürdüğünü öne sürdü. Ancak iki gün sonra saldırılar yoğunlaştı, Hindistan’a ait daha fazla drone ve füze Pakistan’ın büyük şehirlerindeki yoğun nüfuslu sivil bölgeleri hedef aldı. Bunun üzerine Pakistan askeri liderliği kendi hava ve drone saldırılarıyla karşılık verme kararı aldı, bu saldırıların bazıları Hindistan’daki hava üslerini hedef aldı. Bu noktada nükleer savaşa doğru tırmanış söylemi bir anda gerçekçi görünmeye başladı ve bölgede panik havası yayıldı.

Sonrasında yaşananlara dair anlatılar farklılık gösteriyor. Bir versiyona göre, Hindistan’ın hava üstünlüğü kurma girişimini boşa çıkaran Pakistan, komşusunu fiilen ateşkesi kabul etmeye zorladı. Diğer bir anlatı da Pakistan’ın köşeye sıkıştığını hissederek çatışma devam ederse nükleer seçeneğe başvurabileceği mesajını verdiğini ve bu tehdidin barış görüşmelerini hızlandırdığını öne sürüyor. Her iki durumda da, perde arkasında yürütülen Washington merkezli müzakereler kırılgan bir barışla sonuçlandı. Bu gelişmeyi sosyal medyada duyuran Donald Trump, anlaşmanın mimarı olarak kendine pay biçti. Hindistan’da hükümeti eleştiren bazı kesimler, hükümetin ABD baskısına boyun eğdiğini ve savaşla ulaşmak istediği hedeflerin hiçbirine varamadığını ileri sürdü. Pakistan’da ise zafer havası vardı. Birçok kişi, Çin destekli hava kuvvetlerinin askeri güç dengesini yeniden kurduğuna ve Hindistan’ın bölgesel hegemonya iddiasını sarstığına inanıyor.

Son çatışma, Keşmir’in tartışmalı statüsü nedeniyle onlarca yıldır süren ve zaman zaman şiddete dönüşen bir gerilimin devamı niteliğinde. 1947’deki bölünmeden sonra hem Hindistan hem de Pakistan, çoğunluğu Müslüman olan bu topraklar üzerinde egemenlik iddia etti. Hindistan bölgenin üçte ikisini ele geçirirken Pakistan kalan üçte birini sahiplendi ve Keşmir’i dünyanın en yoğun asker konuşlandırılmış bölgelerinden birine dönüştürdüler. İşgal altındaki vadide onlarca yıl süren öfke ve huzursuzluk, Hindistan ordusunun 1987 seçimlerine hile karıştırdığı iddialarının ardından kitlesel isyanlara yol açtı. Bu isyanlar, 1989’da seküler ve bağımsız bir devlet kurmayı hedefleyen Cemmu ve Keşmir Kurtuluş Cephesi (JKLF) önderliğinde silahlı bir ayaklanmaya dönüştü. 1990’lar boyunca bölgede savaşan pek çok grup, Pakistan’daki militan kamplarında eğitim aldı. Hint ordusu ise bu huzursuzluğa yargısız infazlar, cinsel şiddet ve işkence gibi yöntemleri içeren acımasız bir kontrgerilla stratejisiyle yanıt verdi.

2001 yılında Pakistan, Keşmirli militan gruplara karşı kendi içinde de sert önlemler almaya başladı ve bazılarını terör örgütü ilan etti. Buna rağmen Keşmir’in kendi kaderini tayin hakkına verdiği resmi desteği sürdürdü. (Pakistan, Keşmirlilerin büyük çoğunluğunun özgür bir seçim hakkı tanınsa Pakistan’a katılmayı tercih edeceğinden uzun bir süre emindi ancak artık bu da kesin değil zira enflasyon ve baskı nedeniyle ayrılıkçı, bağımsızlık yanlısı milliyetçi hareketlerin cazibesi giderek artıyor.) Yine de bu Keşmirli gruplar Pakistan’da derin toplumsal köklere sahipti ve bu durum, onların bütünüyle tasfiye edilmesini zorlaştırıyordu. Hindistan devleti ise bu zorluğu, Pakistan’ın terörle mücadeleye isteksizliği olarak yorumladı ve bu durum iki ülke arasındaki düşmanlığı daha da derinleştirdi.

Bu mesele nihayet 2019 yılında küresel bir krize dönüştü. Modi hükümeti, Keşmir eyaletine önemli ölçüde özerklik tanıyan 370. Madde’yi yürürlükten kaldırdı. Delhi yönetimi bu adımı Keşmir’in siyasi statüsünü “normalleştirme” çabası olarak sundu ancak Keşmirlilerin büyük çoğunluğu bunu kimliklerine ve sivil özgürlüklerine yönelik doğrudan bir saldırı olarak gördü. Direniş ise daha da sertleşen baskı politikalarıyla karşılandı. Son altı yılda bu baskılar, halk direnişinin büyük ölçüde bastırılmasına neden oldu. Modi yönetimi, bu durumun ardından Keşmir’de istikrarı sağladığını ve düzeni tesis ettiğini ileri sürerek zafer ilan etti. Ancak Pahalgam saldırıları bu resmi anlatıyı temelden sarsan bir gelişme oldu.

Çatışmanın arka planını oluşturan üç temel etken var. Birincisi ve en köklüsü, Keşmir halkının kendi kaderini tayin hakkının inkar edilmesidir. İkincisi, Delhi ve İslamabad’daki rejimlerin niteliğidir; her iki ülkenin siyasi meşruiyeti zayıfladıkça giderek daha otoriter yöntemlere başvurmaya başlamışlardır. Üçüncü ise ABD ile Çin arasında giderek derinleşen Yeni Soğuk Savaş’tır; bu durum, bölgenin dünya sistemindeki rolünü köklü biçimde yeniden şekillendirmiştir. Birbirine bağlı bu dinamikler, Hindistan ve Pakistan’ı felakete sürüklemiştir. Peki, bu süreçler tarihsel olarak nasıl gelişti?

Bağımsız Hindistan, başlangıçta sömürge karşıtı mücadeleden doğan güçlü bir kalkınmacı ve eşitlikçi ethosa sahip “yönlendirici” (dirigist) bir devletti. Nehru’nun projesi, iddialı bir sanayileşme politikasını, köylülere yönelik devlet desteğini ve dış politikada Bağlantısızlık yaklaşımını içeriyordu. 1955 Bandung Konferansı’nda öncü bir rol üstlenmiş, Filistin davasının güçlü savunucularından biri olmuştu. Ancak bu dünya görüşü baştan itibaren çeşitli tutarsızlıklar barındırıyordu. Nehru ve Kongre Partisi, toprak, kast ve sanayi ilişkilerinde radikal bir yeniden yapılanma gerçekleştirmeyi başaramadı. Özellikle komünistlerin öncülüğündeki köylü ve işçi mücadeleleri devlet tarafından sert biçimde bastırıldı. Hindistan’ın Üçüncü Dünya dayanışmasına olan sözde bağlılığı, Çin (1962) ve Pakistan (1965–71) ile yaptığı savaşlar ve 1948’den itibaren Keşmir’de yürüttüğü açıkça sömürgeci uygulamalar nedeniyle büyük oranda zedelendi. Bu çelişkiler hem sağdan hem soldan güçlü bir muhalefet doğurdu ve sonunda sınıf, kast ve din temelinde yeni hareketlerin ortaya çıkmasıyla Nehruculuk konsensüsü çöktü.

Bu çözülmenin sonucunda Hindistan’da, Müslümanlara ve Pakistan’a karşı derin düşmanlık üzerine kurulu sağcı Hindu milliyetçisi bir örgüt olan Bharatiya Janata Partisi (BJP) yükselişe geçti. 1984 seçimlerinde yalnızca iki sandalye kazanabilmişken, BJP 1990’larda Ayodhya’daki tarihi bir Hindu tapınağının yerine inşa edildiği öne sürülen bir camiyi yıkmak için kitleleri harekete geçirerek ulusal düzeyde önplana çıktı. Kongre Partisi önderliğindeki hükümetin 1990’ların başında ekonomiyi serbestleştirmesi ve yönlendirici devleti ortadan kaldırmasıyla birlikte, etkili sermaye çevrelerinin çoğu bu yükselen Hindu milliyetçiliğiyle ittifak kurdu; zira bu akım, örgütlü sol güçlere karşı bir denge unsuru olarak görülüyordu. Gujarat’ın eski başbakanı Narendra Modi, bu görevindeyken binin üzerinde Müslüman’ın öldürülmesinden sorumlu tutulmuştu. Modi “Hindutva-holdingler ittifakı”nın cisimleşmiş hali haline geldi ve 2014’te başbakan seçildi.

Microsoft ve Amazon’dan CitiBank ve JPMorgan Chase’e kadar birçok çokuluslu şirket, Hindistan’daki elitlerle daha yakın ilişkiler kurarak ülkenin yükselen pazarına yatırımlarını artırdı. Bunun sonucu olarak Hindistan’ın ekonomisi küreselleşti ve dış politikası Washington’a doğru yeniden yönlendirildi. Bu sürecin doruk noktası, 2025’in başında Modi ile Trump arasında imzalanan “ABD-Hindistan Stratejik Savunma Ortaklığı” anlaşması oldu. ABD, Çin’in çevrelenmesi stratejisini açıkça destekliyor ve Hindistan’ı bu çerçevede bölgesel bir denge unsuru olarak konumlandırmak istiyor. Delhi yönetimi de bu yaklaşımı tamamen benimsemiş durumda. Modi hükümeti, ABD’ye yakınlaşarak Hindistan’ı bölgede rakipsiz bir güç haline getirmeyi hedefliyor. Bu durum aynı zamanda Hindistan ile İsrail arasında daha yakın ilişkiler kurulmasına yol açtı; askeri işbirliği ve Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşılık olarak Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’nun inşası planları da buna dahil. Pek çok Hindutva yanlısı, Pahalgam saldırısını “bizim 7 Ekim’imiz” olarak tanımladı ve Pakistan’ın “Gazze’ye çevrilmesi” çağrısında bulundu.

Pakistan da 1954 ve 1955 yıllarında ABD ile imzaladığı SEATO ve CENTO askeri paktlarından bu yana ABD öncülüğündeki kampta yer aldı. Soğuk Savaş boyunca, ABD’nin komünizm karşıtı kuşatma stratejisinde öncephe devleti olarak konumlanan Pakistan, bu dönemde hatırı sayılır miktarda Amerikan yardımı aldı. Ülke tarihinde ABD hegemonyasına yönelik tek ciddi meydan okuma, sol eğilimli Zülfikar Ali Butto hükümetinden geldi ancak bu hükümet 1977’de ABD destekli bir darbeyle devrildi. Bu tarihten sonra Pakistan ekonomisi, büyük ölçüde Ortadoğu’daki emperyalist savaşlardan elde edilen “rant gelirlerine” bağımlı hale geldi. Bu mirasın en karanlık bölümlerinden biri, 1980’lerde Pakistan’ı Sovyet destekli Afgan hükümetine karşı savaşan militan örgütler için bir üsse dönüştüren ve CIA destekli gizli bir operasyon olan Afgan Cihadı’ydı. ABD doları ve Suudi himayesiyle beslenen bu dönemde, binlerce Pakistanlı yüzlerce medrese ve cihat kampının oluşturduğu küresel İslamcı militan ağlarına katıldı.

Pakistanlı siyasetçiler, Hint saldırganlığı tehdidini sürekli biçimde siyasal yapının militarize ve güvenlik odaklı hale gelmesini meşrulaştırmak için kullandı. Bu yaklaşım, ordunun siyaset üzerindeki hâkimiyetini pekiştirdi ve özellikle Belucistan ile Hayber Pahtunhva gibi huzursuz eyaletlerde muhalefetin bastırılmasına olanak sağladı. Ancak 11 Eylül sonrası “Teröre Karşı Savaş” döneminde ABD’nin bölgesel öncelikleri değişti. İslamcı militanlar artık komünizme karşı kullanılacak bir sopa değil insanlığın ortak düşmanı ilan edilmişti. Bu değişim Pakistan ordusunu da İslamcı güçlere verdiği desteği sona erdirmeye ve bu yapılarla savaşmaya zorladı. Fakat bu, kolay bir dönüşüm olmadı çünkü bu militan yapılar o zamana kadar devlet kurumlarına, sivil topluma ve uluslararası silah ağlarına derinlemesine nüfuz etmişti. Karşı-ayaklanma süreci hızla bir kan gölüne dönüştü ve 2001–2018 yılları arasında 40.000 sivilin hayatını kaybetmesine yol açtı.

Öte yandan, Pakistan’ın Çin’le olan stratejik ilişkileri de ABD’nin değişen hedefleri nedeniyle giderek daha fazla baskı altına girdi. Çin-Sovyet ayrılığı ve 1962’deki Çin-Hindistan Savaşı sonrasında, Pakistan doğudaki komşusuna karşı bir denge unsuru oluşturmak amacıyla Çin’le yakın ilişkiler kurmaya başladı. Nixon döneminde ABD, Çin’le kendi yakınlaşmasını başlattığında bu ilişkileri engellemedi. 2015 yılına kadar Pakistan, bu iki küresel güç arasında ayrıcalıklı bir konumda kalmayı başarmıştı. Hem milyarlarca dolarlık Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’na (CPEC) katılmış hem de Afganistan’daki ABD üslerine NATO ikmal hatları açısından ana geçiş yolu olmuştu. Ancak son on yılda bu denge siyaseti tükenme noktasına geldi. Pakistan, Çin’le sürdürdüğü stratejik ortaklığı sonlandırması ve bütünüyle Batı eksenine kayması yönünde artan bir ABD baskısıyla karşı karşıya kaldı. Bu durum, ülke elitleri arasında Batı yanlısı ve Çin yanlısı gruplar arasında derin bir bölünmeye yol açtı; ortaya çıkan iç çekişme ise devletin uzun vadeli stratejik planlama kapasitesini ciddi biçimde zayıflatıyor.

Pakistan’ın uzun süredir koruduğu jeopolitik konum artık sürdürülemez hale gelirken, rejim içeride de ciddi bir meşruiyet krizi yaşıyor. IMF’nin dayattığı sağlık ve eğitim harcamalarındaki kesintilere ek olarak, enerji fiyatlarında büyük artışlar ve hızla yükselen enflasyonla boğuşuyor. Geçtiğimiz yılki seçimleri İmran Han ve partisi PTI’nin kazanmasına kesin gözüyle bakılırken, iktidar açıkça seçimlere hile karıştırarak Han’ın göreve gelmesini engelledi. Ardından gelen eylem ve eleştirilere, aralarında Han da dahil olmak üzere muhalifleri hapse atarak ve sosyal medya sitelerini yasaklayarak karşılık verdi. Aynı dönemde ayrılıkçı Beluç Kurtuluş Ordusu (BLA) ve federal devleti devirmeyi hedefleyen radikal İslamcı Tehrik-i Taliban Pakistan’ın (TTP) saldırıları da yoğunlaştı.

Son çatışmanın patlak vermesini anlamak için iç içe geçmiş birçok unsura bakmak gerekiyor. Keşmir halkı, Hindistan’ın sert baskısına ve Pakistan tarafından büyük ölçüde terk edilmiş olmalarına rağmen kendi kaderini tayin hakkından vazgeçmiyor, hem şiddetli hem de şiddet içermeyen biçimlerde direnişini sürdürüyor. Hindistan’ın Keşmir’e yönelik saldırgan tutumu, açıkça iktidardaki BJP’nin seçim hesaplarıyla bağlantılı çünkü Hindu milliyetçiliği temelli bu siyaset çeşitli “dış” grupların cezalandırılması üzerine kurulu. Öte yandan Pakistan devleti giderek daha derin bir militarizme saplandıkça, iç muhalefete yönelik savaşını da sertleştirdi ve orduyu fiilen ülkenin en yüksek karar alma organı haline getirdi. Bu durum, devletin zirvesinde saldırgan bir güvenlik paradigmasının yerleşmesine yol açtı. ABD Hindistan’ı Çin’e karşı ileri bir karakol haline getirme hedefinden vazgeçmiş değil, Çin ise Batı’nın kuşatmasını kırmak amacıyla Pakistan gibi ülkelerle stratejik ittifaklarını derinleştiriyor. Tüm bu çakışan jeopolitik eğilimler, zaten kırılgan olan Hindistan-Pakistan ilişkilerini daha da dengesiz ve çatışmaya açık hale getiriyor.

Ancak savaş zamanı coşkusunun her iki ülkenin de derinleşen toplumsal çelişkilerini örtmesi sadece geçici olabilir. Özelleştirme ve serbestleştirme temelli Modi ekonomisi, halkın büyük çoğunluğu için vaatlerini yerine getiremedi. Bugün Hindistan’daki en zengin yüzde 1’lik kesim, ülkenin toplam servetinin yüzde 40’ını elinde tutuyor. Sendikalar, holdinglerin aşırı gücüne karşı direnmek için 6 Haziran’da genel grev çağrısı yaptı; çiftçiler ise güçlü bir toplumsal direniş örgütlemeye devam ediyor. Hükümetin buna cevabı, özellikle Keşmir’de Müslümanlara ve muhaliflere yönelik baskıyı daha da arttırmak oldu. Son haftalarda yürütülen kapsamlı “güvenliik” operasyonları kapsamında pek çok kişi gözaltına alındı ya da kaçırıldı.

Pakistan ise, vekalet savaşlarına ve kısa vadeli süper sömürüye bağımlı, rant temelli bir devlet olmaya devam ediyor; iktidarda kalabilmek için açık seçim hilelerine başvuran bir ordu tarafından yönetiliyor. Ülke elitleri şimdi doğal kaynakların daha fazlasını satmayı ve topraklarını uluslararası madencilik şirketlerine açmayı planlıyor; amaç, yabancı yatırımlarla ekonomideki çakılmayı durdurabilmek. Bu programın bir versiyonu geçen yıl Sind eyaletinde uygulamaya kondu: Hükümet, tarım sektörüne yabancı yatırım çekmek için İndus Nehri’nden altı kanalın yönünü değiştirmeye çalıştı. Ancak bu girişim, milyonlarca insanı sokaklara döken kitlesel bir hareketle engellendi. Bu senaryonun başka bölgelerde tekrar etmesini önlemek isteyen hükümet, yağmalamak istediği yerlerde baskıyı artırıyor. Himalaya bölgesindeki Gilgit-Baltistan’da, bu toprak gaspı gündemini açıkça eleştiren küçük bir siyasi parti olan Awami Hareket Komitesi yasaklandı ve üyeleri gözaltına alındı. Hükümetin bu baskıcı yöntemlerle eleştirilerini susturup susturamayacağı henüz belli değil. Ancak önümüzdeki yıllarda, “rızasız madenciliğe” karşı mücadelenin askeri yönetime karşı muhalefetin ana ekseni haline geleceği şimdiden öngörülebilir.

Muhaliflere yönelik sert muamele, Hindistan ve Pakistan’ın son haftalarda sıkça başvurduğu “ulusal birlik” söyleminin bölgenin gerçekliğiyle —yoksulluk, eşitsizlik ve yağmacılıkla— ne kadar uyumsuz olduğunu ortaya koyuyor. Bu tür sorunları yönetme konusunda, her iki devlet de kolayca dış savaştan iç düşmanla mücadeleye geçiş yapabiliyor, dış rakipler yerine iç muhalefeti hedef alıyor. Dışta tırmanan askeri gerilim içte sertleşen devlet baskısıyla el ele gidiyor. İki milyar insanın yaşadığı bu bölgede şaşırtıcı bir şekilde nüfusun yüzde 40’ı hâlâ yoksulluk sınırının altında yaşıyor, kalkınmamışlık ve mezhep çatışmalarının bedelini en ağır şekilde onlar ödüyor. Ancak bu koşulları yaratan sömürü düzenine karşı direnerek savaşa yol açan dinamikleri değiştirebilirler.

Çeviren: Bala Ulaş Ersay
Orjinal metin: Towards Disaster

Son Eklenenler