Geçen ay İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan 20 binden fazla işçinin başlattığı grev, bir haftanın sonunda CHP’li belediye başkanının dayattığı anlaşmanın imzalanmasıyla geride neredeyse hiçbir esaslı kazanım bırakamayacak ölçüde ağır bir yenilgiyle sonuçlandı. “Eşit işe eşit ücret” talebinin merkezi bir yer tuttuğu eylemlilik süreci nihai olarak ücret farklarının daha da açıldığı bir neticeye varırken, yeni anlaşmayla önceki dönemde sahip olduğu prim haklarından yoksun bırakılan işçiler (ocak ayı enflasyonu da göz önünde bulundurulduğunda) yüzde 6,5 ile sınırlı kalan bir gelir artışı elde etmiş oldu.
Türkiye işçi sınıfının mücadele geçmişi ciddi mağlubiyetlerle doludur, ancak İzmir’de geride bırakılan deneyimin çeşitli açılardan önemli özgünlükler barındırdığı ve tarihimizin yenilgi zincirindeki halkalardan biri olarak değerlendirilecek kadar sınırlı bir analiz çerçevesini hak etmeyecek bir niteliğe sahip olduğu açıktır.
Söz konusu kısa zaman diliminde görmezden gelmeye, olmamış gibi yolumuza devam etmeye imkan vermeyecek kadar açık bir biçimde ortaya çıkan saflaşmalar, CHP’li büyükşehir belediye başkanı ve parti yönetimi etrafında kümelenmiş medya-akademisyen çevreleri tarafından ortaya konan grevi sönümlendirme amaçlı propaganda ve süreç yönetimi teknikleri, tüm bunlardan önemlisi de bu yöntemlerin önemli ölçüde başarıya ulaşması, sosyalistleri yine olan bitene dair isabetli gözlemler üzerinden yargılar üretme, bundan sonra şu ya da bu noktaları da akılda tutma refleksiyle yetinen bir yönelime sürüklediği oranda yenilgiler zincirinin yeniden üretiminin dolaylı veya dolaysız bir parçası olmaktan kurtulmamız pek mümkün görünmemektedir. Bu yönelim, ne yazık ki çoğu zaman sahici bir pratik ilişki değil kanaat üretimi üzerinden şekillenen bir siyaset anlayışına hapsolmaktadır; solun görevi giderek bir “tavır belirleme” makinesi gibi çalışma halini almakta, hangi konuda ne düşündüğünü yüksek sesle ifade etmek başlı başına bir “siyasi faaliyet” gibi kodlanmaktadır.
Sorulan soruların değişmediği ancak türlü meselelere dair cevap, hüküm ve tespitlerin konjonktüre göre hızlıca değiştiği, her türden düşünsel çabanın neredeyse tamamen “analiz kasma” biçiminde karşımıza çıktığı, hiçbir samimi ve nitelikli kolektif tartışma süreçlerine bağlanmadığı, bir arayışa işaret etmeyen, yüksek siyasetin hızına yetişmeye çalışmaktan başka erek taşımayan bu refleksif tutuma kendi mahallemizi bağımlı kılan sebeplerin başında, bütün dikkati ve odağını memleketteki iki ana politik blok arasındaki çekişmeleri takip etmeye, en ufak ayrıntıyı bile gözden kaçırmamaya harcama ve bu iki bloktan birinin ne yapması gerektiğine dair sürekli dışarıdan tavsiyeler üretme motivasyonunun baskınlığı geliyor.
Bu ülkede seçim yoluyla bir siyasal iktidar değişimi yaşanana kadar sosyalistlere biçilen misyonun yalnızca bu olduğuna dair yaklaşım bizzat sosyalistlerin en azından bir kısmından sessizce onay almışa benziyor. On yılı aşkın süredir Türkiye’de duraksadığına hiç tanık olmadığımız “asıl mühim olan” makro-siyasal gündemlerin günden güne değişen ritmi ve savurganlığı içinde doğru noktalarda konumlanma ve pozisyon almaya odaklanmakla sınırlı siyaset tarzını terk etmek için “o kutlu günü” beklememiz gerektiği fikrinden yakamızı ne kadar erken sıyırabilirsek doğru soruları sormaya ancak o zaman başlayabileceğimiz gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekir. Bugün ihtiyacımız olan, verili gündemlere en doğru cevapları yetiştirme telaşı değil yeni sorular üretme, hatta çokça soru üretme, bunlar arasından bizi ileriye taşıyabilecek doğru soruları bulabilme yeteneğidir.
Sosyalistler ve devrimci olma iddiası taşıyanlar açısından doğru sorular her şeyden önce kendi soruları olmak durumundadır. Gücümüz kendi sorularımızı örgütleyebildiğimiz ve yaygınlaştırabildiğimiz kadardır, düzen muhalefetinin sorularına günün gereklilikleri adına çekincesizce ortak olanların ve sahiplenenlerin beklemedikleri anda kendilerini artık hiçbir soru soramayacak, ancak çaresizce sağa sola cevap yetiştirmeye çalışacak bir halde bulmaları şaşırtıcı değildir. İzmir’deki grev sürecinde yaşanan tam da buydu. Hesap soran değil hesap veren, işçilere grev yolundan başka şans tanımayan şartlara dair açıklama bekleyen değil neden greve gidildiğine dair açıklama yapan, sorularını dayatan değil “doğru bilinen yanlışlar” türünden tablolar, maaş bordroları yayınlamaya dahi mahkum kalacak kadar aciz duruma düşen belediye işçileri değil siyaset sahasında varoluşunu işçi sınıfının temsilcisi olma iddiası üzerinden temellendiren biz olduk.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, çarpıcı bir biçimde daha grev sürecinin ilk gününün sabahında şimdiye kadar karşılaşmadığımız türden bir iletişim stratejisini yürürlüğe koydu. Özellikle sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımlarda kendisine muhatap olarak grevin öznesi olan işçileri değil İzmir halkını ve dolaylı olarak bütün bir muhalif kamuoyunu almayı tercih eden Cemil Tugay, baştan beri belirgin bir biçimde görünür olan her türden uzlaşmaya kapalı tutumuna meşruiyet kazandırmayı ve söz konusu tutumunu giderek sertleştirmeyi böylece başarabilmiş oldu. Kısa bir süre içinde sosyal medyada dolaşıma giren “Tunceli’den gelip belediye kadrolarına çökenler”, “belediye işçisi 82 bin lira alır mı?”, “Gücünüz muhalif belediyelere mi yetiyor?” türünden on binlerce gönderinin kazandığı yaygınlığa karşılık süreç boyunca sosyalistlerin önemli bir kısmının gösterdiği refleks ise söz konusu iddiaların aslında gerçek olmadığını, işçilerin talebinin 82 bin liradan daha düşük olduğunu, AKP veya MHP’li belediyelerde de çeşitli önemli hak kazanımlarının gerçekleştiğini veya işçilerin aslında oldukça az bir kısmının başka şehirlerden geldiğini kanıtlama çabası üzerinden kendini açığa vurdu.
İşçilerin haklılığını bu ispat yarışına girme yoluyla ortaya koymaya çalışanlar esasen bu gönderilere önemli bir meşruiyet kazandırdıklarının ya farkında değildiler ya da bu durumu önemsemediler. Geriye kalan ise “biz sizinle ne yapacağız”, “size neden laf anlatamıyoruz” türünden hayal kırıklığıyla bezeli sitemler oldu. Kendi sorularını dayatmak gibi bir derdi olmayanların kaderi günden güne, hatta bazen aynı gün içinde aceleci umutlarla yoğun bir yılgınlığın baskın geldiği hayal kırıklığı duyguları arasında salınmaktır.
Peki sorunumuz gerçekten “laf anlatamamak” mı, halkla aramızda aşılması gereken ve aşıldığı takdirde eşik atlayacağımız bir iletişim problemi mi var yoksa sözünü ettiğimiz noktaya bizi getiren sosyalist hareket içinde uzun yıllardır yaygın biçimde taşınan kimi önkabuller ve bu önkabullerin sürüklediği hatalı tahliller, öngörüler ve beklentiler mi? Bu yazının sorusu da bu olsun.
Dönüştürme, dönüştürememe ve ideolojik hegemonya
Yukarıda işaret ettiğimiz hayal kırıklığının ana sebeplerinden birisinin hiç şüphesiz 2000’lerin başlarından bu yana Türkiye’de genel kabul gören sosyolojik ve kültürel ayrışma tezlerinin birer veri kabul edilerek, bu verili hatlar üzerinden bir politik inşa stratejisinin kurgulanabileceğine yönelik inancın yaygınlığı olduğunu öne sürebiliriz. AKP’nin iktidara gelmesi “siyasal islamın ve ulus-devleti yıkmaya çalışan güçlerin zaferi” merkezli bir analiz biçiminde formüle edildiği ölçüde sosyalist hareketin tabanının bundan böyle ancak henüz sınıf bilinçliliğine yeteri gelişkinlikte sahip olmayan “laikler” ve “yurtseverler” olarak kodlanan kesimlerden oluşabileceği inancı bir önkabul halini almaya başladı.
Orta sınıfları bölme, bunların önemli bir kısmını gücümüz yettiği ölçüde “dönüştürmeye” çalışma, mevcut ilerici duyarlılıklarını biraz da sınıf bilinciyle donatma gayretinin neredeyse “siyaset yapmanın” tanımı haline gelmeye başlamasının 20 yılı aşkın bir geçmişe dayandığını söylemek fazla iddialı olmayacaktır. Söz konusu yaklaşımın ister özellikle Gezi sonrası dönemden bu yana faşizm tehlikesine karşı en geniş demokratik bloğun parçası olma ve o bloğun içinde ideolojik hegemonya kazanma hedefi şeklinde, isterse de “cumhuriyetçilerle komünistlerin ittifakı” türünden projeler şeklinde karşımıza çıksın, aynı öncüllerden beslendiğini söyleyebiliriz.
AKP’nin dayandığı toplumsal bloğun analizi yayınlarımızda veya kitaplarda yer bulsa da siyasal mücadele ne türden bir karşı-toplumsal bloğun hangi yollarla, ne türden örgütsel araçlarla ve örgütlenme modelleriyle inşa edilebileceği sorusunu sürekli pas geçerek birtakım ideolojik motiflerin eklemlenmesi, işlenmesi veya taşınması faaliyetine indirgendi. Kendini toplumsal alana gömmeyi bir tür apolitizm veya vakit kaybından ibaret gören solculuk tarzının dayandığı nokta bir toplumsal blok inşası çabasına bile girişmeden politik blok kuruculuğunun yolunu yordamını arama pratikleriyle ve memleket siyasetine dair doğru makro-stratejik analizleri üretme amacıyla sınırlı kaldı.
Üniversite mezunu gençlerin yaygın proleterleşme süreçlerinden geçtiği, kent emeği olgusunun belirginlik kazandığı türünden analizler ise doğruluk paylarından bağımsız olarak sözünü ettiğimiz yönelime meşruiyet kazandırmak için üretilmiş gerekçeler, hatta bahaneler olmaktan öteye gidebilen bir nitelik kazanabilmiş değil henüz. Zaten nesnel olarak her an dönüşmekte olan sınıfsal ilişkilerin analizi mevcut politika yapma ve örgütlenme biçimlerine etki edebilecek bir biçimde formüle edilmiyorsa, buradan somut ve yıkıcı bir güç inşasının ne gibi özgünlükler, zorluklar, imkanlar çerçevesinde potansiyeller barındırdığı üzerine bir arayışa bağlanmıyorsa söz konusu analizler ancak bulunduğunuz parti veya örgütün özellikle seçim dönemleri gibi zamanlarda ortaya koyduğu tartışmaya açık tercihlerini temellendirebilmek için üretilen doğrulama araçları olmaktan ve herhangi bir tartışmada “ne var canım, onlar da işçi” diye cevabı masaya vurmaktan başka bir işe yaramaz.
Nitekim İzmir grevi sürecinde ortaya çıkan tepkilerin bu işaret edilen kesimlerin öfkelerini doğru bir şekilde ve nereye yönlendirmesi gerektiğini bilmemesinin bir sonucu olarak okunmasının yani meselenin bir bilme-bilmeme ikilemi çerçevesinde değerlendirilmesinin yaygınlığı şaşırtıcı bir durum değil. “Demek ki ideolojik hegemonyamız o kadar da güçlü değilmiş”, “dönüştürmek mümkün değil galiba bunları” türünden serzenişler sorunun tam da kaynağını açığa vurur bir niteliğe sahip. Sorun, dönüştürebilecek veya dönüştüremeyecek olmaktan ziyade esaslı bir dönüşümün ne türden kurucu örgütsel zeminler, sosyal-pratik ilişkiler, kolektif akıl ve bağlar üzerinden gerçekleşebileceği değil baştan sona ideoloji ve bilinç gibi mefhumlar üzerinden tartışılmasıdır.
Somut bir güçten ve bedenden yoksun ideoloji söylemsel bir anlatıdan ibarettir, bir ideolojinin gücü de netliği de ancak yaşamdan beslendiği, hakikatle her an sınandığı oranda bir inşa sürecinin sonucunda ortaya çıkabilir. Kerameti kendinden menkul bir biçimde, ideolojik netliğe ve sağlamlığa sahip olduğumuzdan bir an bile şüphe duymadan koyulduğumuz her türden ideolojik hegemonya faaliyeti ve pratiği de söylem siyasetinin çeşitli varyantları olmaktan öte gidemeyecektir. Mücadeleye ve mücadelenin içinde gelişen belirli ve somut ilişkilere dışarıdan dayatılan ve bu yüzden de devrimci bir maddi güce dönüşmeyen teorilerin, yakıştırmaların ve varsayımların bizi olduğumuz yerde saymaktan başka bir duruma sokamayacağını kabul etmek gerekir.
Kendi şehrinde yaşayan belediye işçilerinin doğum yerlerini, kütük bilgilerini merak edecek, bunu bir tartışma düzlemine sokacak kadar mikro-milliyetçi, hatta kabileci bir duruşu taşıyan bir kent sakininin beklediğimiz türden bir yurtseverlik ve yurttaşlık bilincine sahip olup olmadığı, belediye emekçisinin zaten vasıfsız bir işçiden daha fazla anlam ifade etmediği ve sefil yaşamasının çok da anormal bir durum olmadığını yadırganmaktan korkmayacak kadar cesur bir şekilde ifade edebilen bir işsiz üniversite mezunu gencin ne denli kamucu hassasiyetler taşıdığı herhalde tartışmaya açık olmayacak şekilde ortadadır. Dolayısıyla yurttaşlık talebi taşıyan, kamucu duyarlılıklara sahip, verili geniş bir kitle ortada yoktur.
Geldiğimiz noktada bu kitle içinde yurttaşlık ve kamuculuk bilinci de neredeyse sıfırdan inşa etmeye girişeceğimiz, yıkıcılığa dönük ve doğrudan sınıfsal taleplerin önplana çıktığı bir mücadeleler zincirinde gelişecekse gelişecektir, aksi takdirde gelişmeyecektir. Birtakım sosyolojik veya kültürel motifler üzerinden yola çıkıp sırf seçimlerdeki oy tercihleri üzerinden memleketin belirli bir kesimine hak etmedikleri yakıştırmaları ve beklentileri yüklediğimiz sürece hiç bitmeyen bir aşk-nefret sarmalından kurtulmamız mümkün görünmemektedir. Anlamlı kazanımlar ancak mevcut kimlikleri veri olarak kabul edip onları işlemeye veya içeriden dönüştürmeye çaba harcamakla değil mevcut kimliksel yarılmaları bozmakla ve tekrar kurmakla, inşa etmekle dolayısıyla içerisinde kendimiz de dahil olmak üzere hepimizin dönüştüğü bir devrimci oluş süreci içerisinde eylemekle mümkün olabilir. Sınıfın iki yakasını bir araya getirmek en esaslı hedefimiz ise başka yolu görünmemektedir.
Yukarıda sosyalist hareketin uzun yıllardır sağlam bir toplumsal blok inşa etme hedefini sürekli es geçip güçlü bir politik blok kurmaya saplantılı bir yönelime sahip olduğuna değinmiştim. Gelgelelim, böyle bir politik blok da zaten bugüne kadar inşa edilebilmiş değil. Ancak sormamız gereken soru şu ki, inşa edilebilmesi mümkün müydü? Söz konusu başarısızlığın asıl sebepleri “halkı CHP’ye ve seçimlere bel bağlamaktan vazgeçmeye bir türlü ikna edememek”, “popüler bir dil tutturamamak” veya “saflarımızdaki kimlikçi, postmodern ideolojilerin yıkıcılığı” türünden ezberlenmiş tespitler üzerinden arandığı müddetçe rahatlıkla hayır cevabını verebiliriz.
Öncelikle ideolojiler sahasındaki özgünlüğünü siyasetin her şeyden önce bir ikna faaliyeti olduğu yönündeki önkabulüne borçlu olan liberalizmin kendi zihin dünyamızı zannettiğimizden daha fazla işgal ediyor olabileceği üzerine daha ciddi bir şekilde düşünmekte fayda var. Ortada ikna edilmeye ve bilinçle donatılmaya açık yığınlar ile ideolojik hegemonya üreticileri olarak biz yokuz. Gündelik yaşam pratiklerine temas etmediğimiz, dahil olabilecekleri öz-örgütlenme inşaları yaratmadığımız, onların temsilcisi veya sesi olma iddiasının ötesine geçip dertlerine bedenlerimizle ortak olmadığımız ve toplumsal bir güç inşasını beraberce örmeye vakit ve enerji ayırmadığımız insanlar arasında ideolojik hegemonya kurmak bir 25 sene daha geçse yine mümkün olmayacaktır.
Popüler dilimiz de kültürel hegemonyamız da bu samimi çabayı gösterdiğimiz ölçüde oluşacaktır (Bugün memlekette solun zaten kültürel hegemonyaya sahip olduğunu iddia edenlere yönelik değildir elbette ki bu söylediklerimiz. Bu türden bir vicdan rahatlatma psikolojik düzeyde elverişli olabilir ama kendi ürettiği yalanlara inananların kırılganlığını taşıyamayacak kadar yakıcıdır siyaset). Öte yandan, ideolojik hegemonya meselesinin ancak uzun soluklu ve samimi çabanın bir sonucu olmaktan ziyade meselenin bizzat özü olarak tartışılmasının kendimize dair olumsuz yanları olabileceğini unutmamakta fayda var. Bir parti veya örgüt içerisindeki insanları veya en geniş haliyle sosyalistleri ortak bir düzlemin paydası kılan şey nedir sorusuna her şeyden önce ideolojik bağ cevabını verdiğimiz sürece solculuk da devrimcilik de bir kimlik olmanın ötesinde anlama kavuşamayacaktır. Kimlik siyaseti eleştirisi mahallemizde asla tükenmeyen bir moda olduğuna göre, “en bayağı türden kimlikçilik tam da bu değil midir?” sorusunu sormanın meşru olduğu kanaatindeyim. Artık ihtiyaç duyduğumuz şey, cevaplardan önce doğru soruların inşasıdır demiştik. Umarım yeni sorulara imkan tanıyan bir çerçeve çizebilmişizdir.