İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, Türkiye’de bir aydan fazla süren eylemlere yol açtı. Eylemler, işçi sınıfından birçok insanı bir araya getirdi ancak örgütlü işçi hareketinin sınırlı gücünü de ortaya koydu.
“İşte yapacağımız şey bu. 27 ve 28 Mart’ta çalışmayacağız. Hastalık izni alın, izne çıkın, anahtarı kapatın, bilgisayarınızı kapatın. Yokluğunuz hissedilsin, sesinizi duyurun!” Bu çağrı, Türkiye’de işçileri ve bağımsız sendikaları destekleyen sosyalist örgüt Umut-Sen’in öncülerinden Başaran Aksu’dan geldi. İlk bakışta, bu çağrı 19 Mart’ta İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yaşanan toplumsal öfke dalgasının ortasında ufak bir eylem gibi görünebilir. Eylemlerin ilk iki haftasında üniversitelerde eğitim durdu, Erdoğan hükümetiyle bağlantılı işletmeler boykot edildi ve protesto amacıyla bir gün boyunca hiçbir harcama yapılmaması amacıyla “ekonomik durgunluk” eylemi düzenlendi.
Ancak Başaran Aksu’nun önerisi, birçok cepheden genel grev çağrılarının arttığı hareketlenmenin içinde bir adım niteliğinde. “Genel grev, siyasi engellerin ve sistemik çatışmanın ötesinde, toplumun yüzde 80’inin gerçek sorunları olan gelecek belirsizliği ve ekonomik güvensizliği ele almayı amaçlıyor” diyen Aksu, “Bu, İmamoğlu’nun ötesinde toplumun karşı karşıya olduğu sorunlar hakkında bir tartışma başlatmakla ilgili,” diye ekliyor.
İmamoğlu’nun partisi CHP eylemlerin ilk haftasında İstanbul belediye binası önünde büyük kalabalıklar topladı. Kemalist CHP’nin lideri Özgür Özel, “gerekli olduğunda” hükümete “nefes alma alanı bırakmamak” için genel grev çağrısı yapacağını da duyurdu. Ancak bu uyarı daha öteye gidemedi. Sendika.org’da gazeteci ve analist olan Ali Ergin Demirhan, “CHP, kendi çıkarları doğrultusunda işçi sınıfının mücadelesinden uzak durduğunu gizlemiyor. Sermayeyi korumak konusunda Erdoğan’ın AKP’sinden temel bir farkı yok” diyor ve ekliyor, “Gerekli olduğunda ifadesi CHP’nin ihtiyaçlarını yansıtıyor, işçi sınıfının değil.”
Adacıklar halinde örgütlenmeler
Demirhan, 2013’te dönemin başbakanı Erdoğan’a karşı düzenlenen en büyük eylemlerin yaşandığı Gezi ayaklanması sırasında sendika konfederasyonlarının genel grev çağrısı yaptığını hatırlatıyor. Türkiye Devrimci Sendikalar Konfederasyonu (DISK) ve Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu (KESK) gibi CHP’ye yakın büyük sendika federasyonlarının itirazları üzerine bu dönemde birçok işçi greve katılmamıştı. “Türkiye’de işçi sınıfının çoğu örgütlü değil” diye belirten Demirhan, “Hayatı durma noktasına getirecek ve hükümeti geri adım atmaya zorlayacak bir genel grev kararını sendika konfederasyonları tek başına alamaz, tabandaki işçilerin katılımı gerekir” diye ekliyor.
Kamu sektörü hariç Türkiye’de yaklaşık 17 milyon işçi var ve bunların sadece yüzde 15’i (toplamda yaklaşık 2,5 milyon) sendikalı. Ancak bu sendikalar, şirketler ve siyasi iktidar arasındaki yakın bağlar nedeniyle grev çağrısına karşı şüpheci bir tavırla yaklaşıyor.
Aksu, genel grev çağrılarıyla ilgili “Mevcut yapıda topyekûn, kitlesel bir grev olamaz. Örneğin, DİSK [ana kanadı CHP ile bağlantılı bir sendika konfederasyonu] CHP’nin yönettiği belediyeler dışında böyle bir çağrıya etkili bir şekilde yanıt veremez. Öte yandan AKP, birçok sendika lideri de dahil olmak üzere üyelerinin her türlü eylemini etkisiz hale getirebilir” diyor.
Ancak son on beş yılda, bazıları sendikaların önderliğinde çoğu tabandan gelen işçi grupları tarafından yürütülen işçi direnişleri ortaya çıktı. Bunların en büyüğü, 2015 yılında yaklaşık bir düzine şehirde 150.000’den fazla metal işçisinin işyerlerini işgal ettiği Metal Fırtına’ydı. İşçiler taleplerinin yasaklanmasına mahkemede itiraz ettiler, üç yıl sonra Anayasa Mahkemesi de lehlerine karar vererek hükümeti tazminat ödemeye mahkum etti.
Aksu, “O zamandan beri işçi mücadeleleri kesintisiz bir şekilde devam etti” diyor. Türkiye milyonlarca hane halkının para biriminin değer kaybı ve yükselen enflasyonla mücadele ettiği pandemi sonrasına kadar bu kadar büyük çaplı kitlesel hareketler yaşamadı. Ardından gelen grevler ve işgal eylemleri de daha ademimerkeziyetçi bir yapıda gerçekleşti. İşçi Araştırmaları Derneği (ETC) tarafından 2022’de yapılan bir araştırmaya göre, pandeminin ardından ülke genelinde 1.556 işçi ve kamu çalışanı eylemi gerçekleşti. Ancak bunlar dağınık eylemlerdi ve katılımcıların sayısı toplandığında 155.000 kişiye ulaştı. Bu da, binlerce eylemin katılımcı sayısının on yıl önceki “metal fırtınası” ile aynı olduğu anlamına geliyor.
Türkiye’nin güneydoğusundaki sanayi kenti Gaziantep’in milletvekili ve EMEP genel başkan yardımcısı Sevda Karaca, işçi örgütlerinin zayıflamasını hükümetin baskısına bağlıyor: “Aynı fabrikadaki işçiler arasında bile kalıcı bir birliktelik kurulamaması, karşılıklı güvensizlik, ‘bu şekilde bir şey başaramayız’ zihniyeti ve engelleyici sendika bürokrasisi… Bugün bir sendikaya üye olmak işten atılma riski anlamına geliyor. Herhangi bir fabrikada en basit hak mücadelesinde bile polis ve jandarma burjuvazinin emirleriyle işçilere karşı çıkıyor. Hükümetler işçilerin nefes almasını bile fiilen yasaklayan kararlar alıyor.”
Bu baskının bir kısmı grevlerin yasaklanmasından kaynaklanıyor. Ekonomist Aziz Çelik’in araştırmasına göre, AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinden bu yana, toplu eylem kısıtlamaları 200.000’den fazla işçiyi etkiledi. 2017 yılına kadar, Türkiye’nin parlamenter sisteminde grevlerin yasaklanması veya ertelenmesi için kabine kararı gerekiyordu. Ancak referandumla başkanlık sistemine geçildikten sonra bu yetki cumhurbaşkanına geçti ve cumhurbaşkanı o günden bu yana tüm grevleri yasakladı.1 Erdoğan, 2018 yılında yaptığı bir konuşmada, “Bizim iktidarımızda sizin ‘grev’ dediğiniz şey artık yok. Artık grevler olmuyor. Grev yoksa, işçilere hakları veriliyor ve hakları korunuyor demektir” dedi.
Aksu, “İşçi sınıfına mensup yurttaşlar, kendileriyle yetkililer arasında artık hiçbir bağ olmadığını fark ediyor” diyor.
Hareketin öncüsü öğrenciler
Şu anda işçiler ve sendikalar sokaklarda olsalar da en aktif grup değiller. Gezi sonrası baskılar ve sokak eylemleri nedeniyle sürekli tutuklamalarla zayıflayan sol partiler de değil. Üniversite öğrencileri, ilk günden itibaren eylemlerde en fazla varlık gösteren ve inisiyatif alan kesim oldu. Toplumun diğer kesimleri gibi, haklarının ve ekonomik kapasitelerinin gerilemesi açısından işçilerle bazı paralellikler taşıyorlar. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, bugün üniversite öğrencilerinin yüzde 40’ı hem okuyor hem çalışıyor, oysa on yıl önce bu oran yüzde 20 civarındaydı. Her yıl, yaklaşık 200.000 öğrenci maddi nedenlerle veya tam zamanlı işe geçmek için üniversiteyi bırakıyor.
Öğrenciler, son yıllarda başta kamu kurumlarından olmak üzere, Erdoğan’ın partisine bağlı rektörlerin atanması gibi hükümet müdahalelerine ve ekonomik durumlarının kötüleşmesine karşı en büyük sokak eylemlerini düzenledi. “Barınamıyoruz” (oda ve yurt kiralarının artmasına karşı) ve “Geçinemiyoruz” gibi sloganlar, işçi sınıfı tarafından da benimsendi.
İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından öğrencilerin eylemlere öncülük etmesine neden olan bu zemindi. Her şey 19 Mart’ta, İmamoğlu’nun tutuklanmasından saatler önce diplomasına el konduğu İstanbul Üniversitesi’nden öğrencilerin polis barikatını aşarak belediye binasına doğru yürüyüşe geçmesiyle başladı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olabilmek için gerekli olan diplomanın iptal edilmesi, Türkiye toplumunda hiçbir şeyin artık değer taşımadığı ve her şeyin her an değiştirilebileceği veya iptal edilebileceği bir kurumlara yönelik saldırı olarak algılandı. Her ikisi de Emek Gençliği üyesi Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisi Ezgi Tatlı ve İstanbul Üniversitesi öğrencisi Taylan Özgür Delibaş, “Bu barikatın yıkılması, ertesi gün ülke çapındaki diğer üniversitelere yayılan bir hareketin sembolü haline geldi. Bu, sonraki günlerde belirleyici bir faktör oldu” diyor.
Eylemlerin tetikleyicisi bir muhalefet adayının tutuklanması olsa da “Kurtuluş sandıkta değil, sokaklarda” sloganı ülke geneline yayıldı. Öğrenci komiteleri kuruldu, kampüslerde ve şehir merkezlerinde protesto eylemleri düzenlendi, derslerin tamamen boykot edilmesi çağrısı yapıldı. Bu eylemler, Eğitim-Sen adlı öğretmenler sendikasının desteğini hızla aldı. Tatlı, İstanbul belediye binası önündeki büyük protestolarda konuşan ve birlik çağrısı yapan öğrencilerden biriydi. “Bu karar iptal edilene ve tüm tutuklular serbest bırakılana kadar mücadelemizi sürdüreceğimize söz veriyoruz. Üniversiteler birbiri ardına boykot ilan ederken, işçileri, emekçileri, sendikaları ve meslek örgütlerini genel grev ve kitlesel direniş çağrısına davet ediyoruz” dedi.
Tatlı ve Delibaş, “Öğrenci ve gençlik mücadelesinin sınırlarının farkındayız. Meydanları doldurup kitlesel yürüyüşler düzenlesek bile egemen düzenin yıkılmasının işçi sınıfının ve emekçilerin harekete katılmasına bağlı olduğunu biliyoruz” diye belirtiyor.
“Meydanlarda insanları birleştiren temel sorun, geleceğe dair endişeler ve ekonomik sıkıntılar” diyen Tatlı ve Delibaş, “Kapitalist sınıfın sözcüsü ve uygulayıcısı olan AKP, uzun süredir bu ekonomik baskıyı, hak ve özgürlüklere yönelik saldırılara karşı yükselen hareketleri bastırmak için bir araç olarak kullanıyor” diye ekliyor.
Her şeye rağmen herkes bu sürecin bir şeylerin “başlangıcı” olduğunu kabul ediyor. Cumhurbaşkanı eylemcileri “terörist” ve “marjinal unsurlar” olarak nitelendirdi. Ancak yetkililer kimlik temelli saldırılarla sorunları artık örtbas etmekte zorlanıyor. Eylemciler farklı geçmişlere ve ideolojik etkilere sahip olsa da sistemin eksiklikleri aynı. Eylemlerin daha geniş işçi sınıfına yayılıp yayılmayacağı ise henüz belli değil. Demirhan, “‘Bu daha başlangıç’ dediğimiz mücadelenin mevcut aşamasında, tanık olduğumuz olağanüstü gençlik hareketine benzer bir işçi hareketinin de ortaya çıkabileceğini bekleyebiliriz” diyerek sözlerini tamamlıyor.
Çeviren: Bala Ulaş Ersay
Kaynak: Labor’s Role in the Fight for Turkish Democracy
- Söyleşinin Jacobin sitesindeki İngilizce aslında da bu şekilde paylaşılan bilgi maddi hata içeriyor. Erdoğan çok defa grev yasağı getirse de hiçbir grev yapılamadığını söylemek gerçeği yansıtmıyor. (Editör notu) ↩︎