Perşembe, Mayıs 22, 2025

19 Mart süreci ve devlet klikleri

19 Mart’tan önce Beştepe’den bakıldığında CHP sert vurulursa dağılacakmış gibi görünüyor olmalı, yoksa olup bitenin iktidar perspektifinden mantıklı bir açıklaması yok.1 Açıkçası bu dağınık CHP algısının temelsiz olmadığı da partiyi yakından izleyenler için açıktı. Çeşitli hizipler birbirine güvenmediği gibi birbiri hakkında Beştepe’nin işine yarayacak biçimde karalamalar da yapıyorlardı. Dağılmayı engelleyen, yani düzen muhalefetinin şakulünün kaymasını engelleyen 19 Mart’ta ortaya çıkan halk hareketi oldu, hareketin asabiyesini de üniversite öğrencilerinin barikatları yıkma iradesi belirledi. Bugün daha iyi anlıyoruz ki halk hareketi yalnızca Beştepe’nin kimi icraatından ve tercihlerinden rahatsız ama “güvercin” demeye dilim varmadığı için “aydınlıkta kalmış hamam böceği ürkekliğinde” olan kimi devlet kliklerini de kısmen cesaretlendirmiş görünüyor. Özgür Özel’in 19 Mart’tan sonra birden fazla kere “devletin bütünü arkanızda değil” vurgusu bu bağlamda anlamlı.

Sonuçta Beştepe sert vurdu ama bir dağınıklıktan ziyade birleşik bir düzen muhalefeti ve iktidar karşıtı bir kitle seferberliği ortaya çıktı. Çifte kayyum olasılığı şimdilik rafa kalktı ama hâlâ saray çevrelerinin planlarında cari olsa gerekir. Kayyum tehdidine karşı oluşan seferberlik artık proje okullardaki sürgünlerle uğraşıyor, önümüz 1 Mayıs. Protesto döngüleri doğası itibarıyla yayılmaya meyillidir. 1 Mayıs sonrasında, temmuzda asgari ücrete yönelik bir ajitasyon söz konusu döngünün emekçi kesimler arasında yayılmasına yol açabilir. Çiftçilerin huzursuzluğu da ürünlerdeki devlet alım fiyatları hâlâ Şimşek Programı doğrultusunda belirlenirse Yozgat’taki traktörlü eylemlerin benzerlerinin kırsalda yayılmasıyla sonuçlanabilir. Unutulmamalıdır ki çiftçiler geçen yazdan antrenmanlıdır. Tüm bunlar için hazırlık yapmak herhalde düzen muhalefetinin ötesinde siyasi ufku olanların ödevidir.

Düzen muhalefeti demişken, kabul etmek gerekir ki İmamoğlu’nun kendi adaylığını öne çekmek için bastırması da Beştepe’nin süreci kendi belirlediği temponun dışında yürütmesine yol açtı. İmamoğlu’nun diploma iptali, terör ve yolsuzluk soruşturmalarıyla üst üste çakışmasına yol açan hızlı tempo halkın hukuksuzluk sürecine yönelik ahlaki tepkisini körüklemişe benziyor. Ama kitle seferberliğinin esas enerjisi pandemi sonrasına damga vuran emekçi halkın yoksullaşması ve yoksunlaşmasıyla neoliberal küreselleşme sürecinin geneline damga vuran yurttaşlıktan kovulma sürecinin özellikle gençleri geleceksizleştirmesidir. Halkın tüm bu süreçlere nezaret eden neredeyse çeyrek asırlık Erdoğan idaresine karşı öfkesi bu hareketin esas taşıyıcısıdır. Zaten konunun İmamoğlu’nu aştığı onun kendi “sahası” sayılan Saraçhane eylemlerinde bile ortaya çıkmıştır.

Halka, özellikle gençlere, onların sorunlarına, eylemlerdeki rolüne dair epey bir konuşuldu ve kalem oynatıldı, herhalde bu anlama ve analiz çabası devam edecektir. Ben bu yazıda kısaca şu devlet klikleri konusuna değinmek istiyorum. 

Hatırlanırsa, bir süre önce Erdoğan’ın ve AKP’nin artık devletin kendisi olduğu, eski Türkiye’deki gibi kendi ideolojisi olan bir adliye bürokrasisi, siyaset ve toplum üzerinde vesayet gücü olan bir askeriye kalmadığı ifade ediliyordu. Bu tespiti tartışmak anlamsız. 28 Şubat’ın kararlı bir yürütme gücü oluşturmayı becerememesi ama Refah Partisi’ne can veren toplum kesimlerini sermaye yanlısı bir liderlikle yönlendirilmesi olasılığının ortaya çıkmasının ardından sermaye fraksiyonlarının hepsi ve Mart 2003 tezkeresinin reddinin ardından emperyalist merkez bu yönde bir irade zaten ortaya koymuştu. Tabii bazı liberaller, özellikle İslamcılara yakın olanlar, ısrarla MHP’nin Cumhur İttifakı içindeki pozisyonuna işaret ederek Erdoğan’ı bile çaresiz bırakacak bir devlet mekanizmasından hâlâ bahsedilebilineceği konusunda ısrarlılar. Bu ciddiye alınabilir bir iddia olmasa da Türkiye gibi nüfusu yüksek, ekonomisi sadece bir ürünün ihracına dayanmayan bir ülkenin karmaşık bir bürokratik mimarisi olacağı da açıktır. Bu bakımdan Türkiye’deki devlet mimarisini muz cumhuriyetlerinde ya da petrol (bazen de doğalgaz) ihraç eden ülkelerde görülen siyaset birimi tabiriyle “yüzde on diktatör” modelleriyle analiz etmeye çalışmak da hatalı olacaktır.

Böyle ülkelerde bir ürünün üretimini denetleyen kurumu ve bununla bağlantılı sermaye gruplarını denetleyecek bir tekelci yapıyı sıkıca kontrol etmek, güvenlik ve adliye bürokrasisine hükmedip tekinsiz bir istihbarat ağına sahip olmak devlet otoritesini bir saray etrafında hizaya sokmak için yeterlidir. Daha karmaşık bir iktisadi düzenin politik ekonomisi kuşkusuz daha çetrefilli bir bürokratik mekanizma ve sermaye sınıfı fraksiyonlarıyla daha dolambaçlı bir kurumsal ilişkiler ağına yol açar. Bu tip kurumsal mimarileri tek elden yönetmek mümkün olsa bile özellikle halktan rıza devşirmenin zorlaştığı koşullarda kendi başına inisiyatif alma eğiliminde olacak grupları kontrol etmek de zorlaşır. Türkiye’yi de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Çoklu problem alanlarıyla boğuşan bir maliye bürokrasisinin, farklı çıkarları olan sermaye fraksiyonlarının ve tarihsel olarak bağımsız davranma eğilimi olan güvenlik bürokrasisinin hele de içinden geçtiğimiz yirminci asrın tasfiyesi ortamında “beka” kaygısı da yüksekken tek elden kontrolü zorlaşır. Hele de halk desteği tartışmalı, siyasi polarizasyondan ötürü halkın belli kesimlerinin aktif husumetine konu bir yürütmeyle bu çoklu sorunlar yumağıyla başa çıkmak zorunda olunduğunda bu tür grupların inisiyatif düzeyleri herhalde daha etkin olur.

Türkiye’nin böyle bir durumda olduğunu iddia edebiliriz. 2008 krizinden sonra küresel piyasalarda bir türlü çare bulunamayan ekonomik durgunluk ve pandemi sonrasında gelişen enflasyonist ortam, dışa tamamen açık bir ülke olan Türkiye’yi vurdu ve bu sorunların çözümü için Şimşek Programı devreye sokuldu. Program sabit gelirlilerden enflasyon yoluyla ve ücretleri baskılayarak kaynak sağlasa da hükümetin mali politika tercihleriyle yaşatılan kimi şirketlerin de batmasına izin verecek büyük sermayenin desteklediği siyasalar iktidarca uygulamaya konmadı. Bu yüzden Şimşek Programı’nın bu eksikliklerine dair eleştirileri son dönemde sıkça duyuyoruz. Tabii iktidar cenahındaki kimi kesimlerden de Şimşek Programı’nın sabit gelirlileri yoksullaştıran sonuçlarının ne zaman sona ereceğinin belirsizliğine dair şikayetler işitiyoruz. Kısacası mevzunun ekonomik tarafında kimi emareler var ama turpun büyüğü Suriye’de.

Heyet Tahrir el Şam’ın Halep saldırısı eski Suriye rejiminin esas dayanağı olan Suriye Arap Ordusu’nun buharlaşmasına yol açınca Suriye’de beklenmedik ve esas olarak İsrail yararına ve Direniş Ekseni zararına bir sonuç oluştu. Türkiye kuşkusuz bu duruma üzülüyor olmasa da Halep’i alıp Esad’ı masaya zorlamayı hayal ederken birdenbire bütün Suriye sahasının değişmesinin ortaya koyduğu risklerin çok da sevindirici bir sonuç olarak görülmediği anlaşılıyor. 

Öcalan’ın sorunu çözerim çıkışının kimi devlet kliklerinde bu kadar itibar görmesinin bu risk algısıyla yakından ilintisi olduğu kanısındayım. Suriye ortadan kalkınca Türkiye birdenbire İsrail’le fiilen komşu haline geldi, zira İsrail hemen Suriye’nin güneyinde işgal altında tuttuğu bölgeyi genişlettiği gibi, Şam dahil Suriye’nin tüm güney batısını askeri olarak kontrol edebilir hale gelecek şekilde konuşlandı. Kuzeyde Halep ve kırsalı Türkiye’nin etki alanında, arada ise hâlâ tam anlamıyla şiddet tekeli oluşturmadığı için devlet sayılamayacak2 HTŞ yapılanmasının yerel savaş ağalarına dayalı bir biçimde kontrol ettiği bir alan var. Ama Suriye’deki şiddet tekeli esas olarak İsrail’in elinde ve tarihin gösterdiği, bu apartheid devletiyle komşu olan tüm ülkeler sürekli bir sorun yumağıyla boğuşmak zorundadır.

Azerbaycan’da Türk ve İsrail askeri heyetlerinin bir çatışmasızlık (deconfliction) mekanizması için müzakere ettiği ama ilk turda uzlaşmadığı haberleri dünya basınında çıktı. Suriye’de ABD ve Rusya benzer bir mekanizmayı Fırat Nehri sınır olmak üzere iç savaş süresi boyunca yerleştirmişti. ABD Kürt bölgesinde, Rus üsleri ise Akdeniz tarafında bulunduğu için o zaman doğu-batı ekseninde kurulan mekanizma bu defa Türkiye ve İsrail’in etki alanları düşünüldüğünde kuzey-güney eksenli olacaktır. İsrail, Suriye’nin neredeyse her yerini vurduğuna göre iki taraf Türkiye’nin hangi enleme kadar güneye ineceğini tartışıyordur. Türkiye, güneye inmeye Şam’daki politik merkezi tehdit etmek/korumak için mecbur. “Korumak” diyoruz zira kırılgan HTŞ yönetimi Türkiye’nin askeri desteğine muhtaç, tehdit etmek diyoruz zira Suudi’yi Birleşik Arap Emirlikleri’ni ve İsrail’i de kollayan bu rejim Türkiye’nin kendini koruyamayacağını düşünürse bölgede Katar Türkiye eksenini zayıflatmak isteyen mali olanakları da güçlü bu ülkeleri daha fazla dinlemeye başlayabilir. Nitekim yeni kurulan hükümette Türkmen temsiline yer verilmemesi küçük de olsa böyle bir adımdır.

Tabii İsrail söz konusu olduğunda esas mesele hep Filistin’dir. Trump’ın Gazze için gündeme getirdiği3 ve İsrail’in bayıldığı Gazzelilerin yerinden edilmesi planının, bir kısım Filistinlinin Suriye’nin Türkiye kontrolündeki kısmına sürülmesini de içerdiği anlaşılıyor. Zaten içeride aktroller “hicret” kavramı üzerinden bu planı yerli kamuoyuna pazarlamaya başladılar. Böylesi bir durumun gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin şimdikinden de yoğun Suriye kaynaklı çoklu risklerle karşı karşıya kalacağı açıktır. Mücadele edeceği cepheyi daraltmak isteyen güvenlik bürokrasisinin özellikle Suriye’deki Kürt varlığıyla bir modus operandi oluşturup tek tehdide odaklanma ihtiyacı bu gelişmeler düşünüldüğünde daha da anlaşılır olacaktır. Anlaşılan aylar öncesinde dile getirilen İsrail’le savaş safsatası bütünüyle hayal ürünü değildir. Günümüz küresel düzeninin belirsizliğinde çok boyutlu beka kaygısının en somut veçhesi de bu mesele gibi görünmektedir. 

Tüm bu sorunlar, Türkiye gibi derin ve karmaşık bir devlet yapılanmasının, özellikle Avrupa’yla girift ilişkilere sahip sermaye kesimleri olan bir ülkede kimi devlet kliklerini yürütmeyi tek başına kontrol eden Saray’dan görece mesafeli tutumlar takınmasına yol açabilir. Bu, tabii, ancak yürütmenin zayıf olduğu algısı varsa gerçekleşebilir. Halk hareketi hiçbir şey yapmadıysa bile bu algıyı oluşturmuştur. Düzen muhalefetinin muktedirmiş gibi davranmasını sağlayan da bu kitle seferberliğidir. Seferberlik sönümlendiğinde eski sünepe hallerine dönerler. Bu olursa söz konusu devlet klikleri tekrar yürütmenin eksenine de dönebilir ama büyük ihtimalle İsmet Paşa’nın zamanında tüpünden çıkan diş macunlarına dair yaptığı benzetme yürürlüğe girecek ve bunlar daha da rahat hareket edeceklerdir. Kitle seferberliğinin farklı mücadele alanlarına sıçramasını sağlayacak şekilde çalışmak bizim görevimizdir. Halkın kaderini kendi eline alması kitle seferberliğinin sürmesiyle mümkündür. Öbür türlü egemen sınıf kliklerinin oyununda piyon oluruz.


  1. Tabi son moda polsci “otoriteryanizm” tahlillerinden etkilenenlerin ideolojik körlüğü niteliksiz Hollywood senaryolarından fırlama “villain” tiplerini otoriter diye yaftaladıkları siyasi hareket ve liderlerde görmeye yol açtığı için onlar herhangi bir siyaset rasyonalitesi ya da politik ekonomi gerekçesi olmadan bunların sırf “kötülük” yapmak için zalimce hükmedebileceklerine inanmaya yatkın, onları geçerek bu önermeyi yapıyorum. ↩︎
  2. ABD, HTŞ’yi devlet saymadığı için BM’deki Suriye delegasyonu Filistin Özerk Yönetimi ile benzer statüde çalışıyor. ↩︎
  3. Her ne kadar yerinden edilme Trump aracılığıyla gündeme getirilse de Biden idaresinin alakasız biçimde “yardım getireceğiz” bahanesiyle Gazze kıyısına bir suni liman inşa ettiği sonra da bunun boşa düştüğü unutulmamalıdır. Yerinden etme planı daha eski tarihli görünmektedir. Bu durumda Türkiye’nin de konudan daha önceden haberdar olduğu varsayılabilir. ↩︎

Son Eklenenler