Perşembe, Ocak 23, 2025

Yırtmaya ve ikbale dair

E-komite’de ortaya attığımız tartışmaların başka mecralara taşınıp oralarda da sürdürülmesini önemsiyoruz. İki hafta önce yayımladığımız Yırtmak: Kişisel ihtiraslarımız ve yoldaşlık üzerine başlıklı yazıya cevaben bir okurumuzun kaleme alıp bize ulaştırdığı ve bahsi geçen metinde ortaya atılan tartışmaları genişleterek yeni bağlamlar, gündelik hayattan sorgulamalar eklediği yazısını bu açıdan kıymetli bulduk. İyi okumalar.


Emre Yeksan, Yırtmak: Kişisel ihtiraslarımız ve yoldaşlık üzerine başlıklı yazısında uzunca süredir gözlemlediğim ancak yalnızca dost meclisinde konuşmaktan öteye gitmediğim bir konuyu duru bir biçimde ele almış. İçinde bulunduğumuz belli başlı cenderelerden kurtulabilmemizin içten bir arayışı bu yazı aynı zamanda. Benzer anlayışları, ortak dertleri olan fakat ister hayat mücadelesi ister politik mücadele içinde var olmaya çalışan tüm dostların bu mesele üzerine esaslıca yoğunlaşmasını, tekrar tekrar düşünmesini dilerim. Benim açımdan ise bir süredir sadece okur olduğum şu dünyada tekrar bir şeyler yazma isteği uyandırdı. 

Bir süredir politik mücadeleden uzak, kendi halinde, emeğiyle hayatta kalmaya çalışan bir dostunuz olarak kendimce gözlemlerimi anlatmaya çalışacağım. Hem hayatı idame ettirme zorunluluğu hem de bazı düşünsel ayrışmalar, uzaklıklar mücadeleden “kopmama” sebep oldu. Bu elbette bir tercihti. Soğuma ya da bir saf değiştirme değil, biraz uzaklaşıp kendimi ve olanları, eyleyenleri bir süre gözlemleme niyetiydi esasında. Kendimce bir “ne yapabilirim?” ve “ne yapmalıyız?” arayışıydı. Şu anda benim gibi çok sayıda öznenin belki cüret edememekten, solun bilindik tarzından soğumasından ve farklı arayışlarından ya da yaşam şartları gibi sebeplerden dolayı mücadeleden uzak kaldığını gözlemliyorum.

Farklı bir yolun, ifade ve ilişkinin arayışındaki insanlar da var. Ancak yol bulunamıyor kimi zaman. Herkesin yaşamı ve deneyimleri benzer olduğu kadar biriciktir elbette. Kimimiz hayalimizdeki örgütleri arar ve bulamaz, kimimiz aynı şeyleri tekrarlamaktan sıkılır, kimimiz de sadece kendi ikbalimizi düşünmeye başlarız bir süre sonra. İnsanın ve mücadelenin gerçekleridir tüm bu olanlar.

Emekçinin ikbali ne ola ki?

Yazıda bahsedilen, kapitalizmin ezilenlere sunduğu ikbal ihtimali ve umudu, bunun emekçiler tarafında yarattığı hezeyanlar “sınıf atlama” temalı birçok sinema ve edebiyat eserinde sürekli işleniyor. Bu “yırtma” arzusu birçok örnekte bitcoin, bahiste ya da borsada batma, suça sürüklenip “yıllarını cezaya bağlama” durumuyla sönümleniyor. Emekçi için öyle kışkırtıcı ve kaçınılmaz bir arzu ki bu, batsa da aynı yola tekrar düşüyor, sistemin ona verdiği cezasını yatıp çıksa da başka bir yol göremediği için yine vurgun peşine düşüyor. “Elbet bir gün,” diyor. O gün gelene kadar yitip giden emekler, kaybedilen mal mülkler, yıkılan aile, dostluk ve ilişkiler sürüp gidiyor.

Fakat meseleye şuradan da bakmanın faydalı olduğu kanısındayım: Günümüzde emekçilere sunulan imkanlar dünyası ve rüyası her emekçinin zihnine farklı şekilde sızıyor. Düzen artık sadece en uç örnekleriyle sınıf atlama, yukarılara tırmanma hikayeleri sunmuyor topluma. Bir yandan tasarruf anlatıları oluşturuyor, bir yandan da “kendini geliştirme”, “farklı yetkinlikler edinme” fikirleri meraklı zihinleri sosyal medyada düzenin yeniden üreticileri ve propagandacıları olarak hizaya getiriyor. Hele Türkiye gibi kara para ekonomisinden toplumun azımsanmayacak bir kısmının bir şekilde faydalanmaya çalıştığı ülkelerde bu “yırtma” arzusu bambaşka haller alabiliyor. Ben bu konuyu emekçilerin hayatlarındaki farklı görünümlerine, dahil olduğum durumlar üzerinden aktarmaya çalışmak istiyorum.

Çalışma arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerden gözlemlediğim kadarıyla kapitalizmin sunduğu bu imkansız hayaller özellikle genç emekçilerin zihinlerinde hiç imkansız görünmüyor. Kendilerince haksız da değiller. Çünkü hayali kurulan müreffeh yaşamın ihtimali her gün gözleri önünde farklı şekillerde sergileniyor. Bunlar tekil örnekler de olsa sonuçta bu kışkırtıcı arzu tekillik veya çoğulluk dinlemiyor, yerleşiyor insanın içine bir şekilde. Her gün bıkıp usanmadan “nasıl vururuz parayı?” muhabbetine dönüşüyor emekçilerin yaşamında. Minicik bir ihtimali koca bir imkansızlığa yeğleyecek milyonlar var. Bu “yırtma hali milyoner, trilyoner olmak da değil esasen birçok emekçinin gözünde. Muhtaç olmamak, bir şekilde kendi kendine yetebilmek… Çokça denk geldiğimiz pasif gelir, tasarruf, geleceğe yatırım anlatıları da buradan besleniyor işte.

Biraz yetenek, biraz sabır, biraz da şansın bir araya geldiği bir durumda en azından mesaili bir işten kurtulma ihtimali oluşturulabiliyor. Bu bir emekçi için hayatı boyunca arayacağı bir ihtimal. Bunun imkansızlığını anlatmaya çalışmak beyhude bir çabadır üstelik o insana. Çünkü emeğiyle hayatta kalmaya çalışmak ihtimallere sarılmayı da beraberinde getirir. Emeğini satarak var olmaya çalışan herkes her an hayal eder. Şarkıda söze gelen “olmazlara yanar” işçi. O da bir yandan, farklı bir yerden “elbet bir gün” der. Arkadaşlarıyla dertlenir, imrenir, belki haset eder. Birçok sektörde, farklı yetkinliklerde çalışmış biri olarak bunun örneklerini her gün görebiliyorum. Kısaca iki örnek de vermek isterim. 

20 yaşında metal imalat sanayinde (başlangıç kademesinde ‘düğmeci’ olarak tabir edilen) CNC makinesi çırağı olarak çalışan bir arkadaşım hem ondan yaşça daha büyük olmam hem de sinema, edebiyat gibi ortak ilgi alanlarımız olması sebebiyle tavsiyeler istiyordu. Kendince bir yol belirlemeye çalışıyordu. Ben de kendimce mesleki olarak ilerleyebilmesinin koşullarını özetledim. Teknik resim öğrenmesinin, yabancı dilini geliştirmesinin mesleki olarak farklı imkanlar açabileceğini anlatmaya çalıştım. Konuştuğumuz bu yetkinliklerin başlangıç seviyesini kısa sürede tamamlayabildi. Teknik resim çizemiyor belki ama artık okuyabiliyor, çizimdeki belirgin hataları görebiliyor. Dil kursuna başlayıp mesleğinin gerektireceği kadar bir seviyeye geldi. Bahsettiğim şeyler bir yılını almadı, İsviçre’den iş bulup çalışma iznini aldı ve gitti.

Bunun İstanbul’da işe gitmek için her gün üç saatini trafikte geçiren, işe gittiğinde hem patronu hem de aynı sınıfın üst katmanları yani ustaları tarafından her türlü hakaret ve aşağılanma durumuna maruz kalan genç emekçi bir arkadaşımız için nasıl bir kurtuluş olabildiğini, sevinçten neredeyse ağladığını gördüğümde iyice belledim. Sizin de anlayabileceğinizi düşünüyorum. Artık “yırtmıştı” kendince. Orada bir süre çalışıp para biriktirdikten sonra çok istediği Bela Tarr’ın sinema okuluna kayıt yaptıracak, kendisi yırttıktan sonra arkadaşlarına dahi faydası olabilecekti artık.

Başka bir örnek de halihazırda aşçılıkta yedi sekiz yıllık tecrübesi olan bir arkadaşımızın kendi mesleği üzerine yaptığı içerik üreticiliğiyle ortalama iki yılda, kendi ifadesiyle sabır ve istikrarla patronlu bir hayattan kurtulması oldu. Şu an çalıştığı lüks restoranlarda dahi on yılda kazanabileceği parayı sponsorluk ve reklamlarla bir yılda kazanabilecek durumda. Fakat ona sorarsanız bu durumun en güzel yanı kendi işini yapmak. “Karnımı doyurup, kiramı ödeyebileyim fazlası olmasa da olur. Başka insanların ağız kokusunu çekmeyeyim yeter,” diyor. Başka insanlardan kastı kibirli müşteriler, sömürgen, açgözlü patron da değil üstelik, kendi sınıfından insanlar, çalışma arkadaşları. Ayrıca mesleğinde o zamana kadar elde edemediği bir görünme halini, kendini kanıtlamayı da elde edebiliyor.

Bu düzenin paramparça ettiği kadar kadar emek sürecindeki katmanlaşma ve yıpranan ilişkiler de insanları kendi sınıfından, dayanışma fikrinden uzaklaştırır olmuş durumda. Hem de hiç inanılmaz boyutta bir parçalanma ve dağılma bu. Çalışmadaki sömürünün ve diğer zorlukların yanında işçilerin kendi arasındaki kişilik savaşları, dedikodu ve şikayet çemberi…  İnsan kaynaklarının fitneci kapitalist ideolojik yaklaşımı da her an bu çemberi büyütüyor. Bu görünme ve gösterme düzeni sistem için bir hiç olan kişiliklere öyle bir kendini önemli görme ve gösterme fikri aşılıyor ki aynı sınıftan aynı dertlere sahip insanlar, kapitalist jargonla söyleyecek olursak, birbirinin kurduna dönüşebiliyor.

Emekçilerin ikbal kaygısı, sınıfın içindeki çelişki ve katmanlaşmalar, bizim buna dair üreteceğimiz yaklaşımlar çok daha derin ele alınması gereken bir konu elbette. Bu konuları dert eden her öznenin buna dair kendi gözlemlerini yazması, söz söylemesi çok değerli olacaktır. Bu meselelere dair tartışmalar, özeleştiriler yapmadan hiçbir adım atabileceğimizi düşünmüyorum. Keza hangi işte çalıştıysam örgütlenme konusunda kendini dayatan ilk çelişki işçi-patron değil işçiler arası ilişkiler ve katmanlaşma yani ast-üst ilişkileriydi. Konunun benim içinde olduğum sektör ve çalışma alanlarına içkin bir sorun olabileceğini de hep düşündüm. Fakat her sektör ve çalışma alanındaki tanıdıklarım da benzer konulara değindiğinden yaygın ve örgütlenmemize farklı bir zorluk katan bir durum olduğu kanısına vardım. Çünkü bahsettiklerim bize, insana dair ve her zaman olacak olan haller. 

Bu örnekleri verirken tekil örnekler olduğunun da tabii ki farkındayım. Derdim işçilerin zihin dünyasına dair olanları anlatabilmek, ayrıca zihinlerinde farklı kıvrımları, dayanışma fikrinin nüvelerini nasıl büyütebileceğimizi düşünmek. Bu çürük düzenin kodlarının yerine işçilere didaktik önermeler savurmadan, muhabbetimizi yormadan meramımızı nasıl anlatabileceğimizin yollarını aramak. Keza insanlar bilindik usullerle bilinç taşıma konusuna karşı alerjik bir haldeler. Toplumun devrimci, dayanışmacı fikirlerden uzaklaşmasında sistemin ve karşı propaganda merkezlerinin yürüttüğü yoğunlaştırılmış bir zihin bozma silsilesinin etkisi olduğu kadar devrimcilerin hâlâ aynı yöntem ve söylemlerle hareket etmesinin de bu alerjiyi beslediğini düşünüyorum. Ukalalık etmek istemem ama yetersiz kaldığımız aşikar. “Ne öneriyorsun?” diyenler de olacaktır. Maalesef bir şey öneremiyorum. Tartışalım, düşünelim kendimize dair yeni eleştiri pencereleri açıp oralardan bakmaya çalışalım diyorum.

Bir de bu ikbal ihtimalinin farklı yansımaları var. Semtlerde abilerinden, ablalarından gördüğü usülle ve sistemin yol verdiği ölçüde yolunu bulmaya çalışanlar. Oluşan suç ekonomisi herkesin malumu. Biraz cesaret, biraz feraset ve yine biraz da sabır birçok kapıyı açabiliyor. Hele bir de kafayı çalıştırıp çok göz önünde olmazsan yolunu bulduruyor sistem. Kimi nam derdine düşüp bir yerlerde düşürülüyor, kimi de birilerinin genci olmaktan öteye gidemiyor. Ama birileri de “voliyi vuruyor”.

Belki bunu “gayrimeşru emek” olarak tanımlayabiliriz. Bizim tanımımız önemli mi, onu da bilmiyorum. Böyle bir ikbal yoluna girenler ya da sürüklenenler böyle anlamlandırıyor. 

Torbacısı, kara paracısı, yağmacısı dönen paradan ortaya koyduğu “emek ve cesaretle” payını almaya çalışıyor. Böyle bir anlam üretiyor. Öyle ya da böyle sömürüleceksem, bari riski büyütüp kazancı bol bir işte sömürüleyim anlayışı yaygın bir hal. Düşen düşüyor, yürüyebilen yürüyor. Bu yolda kendini kanıtlama ve gösterme arzusunun karşılanması da cabası. 

Bugün birçok kenar mahallede beş on bin lira bandında “icraat yapabilme” durumunda genç işsiz bulunabiliyor. İcraatin çapı arttıkça kazanılan para da artıyor haliyle. Bugün adını sanını her gün duyduğumuz çetelerin içindeki gençler, dünün mahallesini savunmaya çalışan emekçi, solcu, devrimci sempatizanı gençleri. Birçok örnek mevcut. Eski yoldaşlar da dahil.

Peki, bizim bu insanlara söyleyebilecek sözümüz ne? İkna kapasitemiz ne durumda? Bunlara dair tahliller ortaya koymaktan öteye gidecek araçlarımız ne olabilir? Bu halimizle ne buralara girebiliriz ne de bir söz söyleyebiliriz diye düşünüyorum. Çünkü somut olarak bugüne dair bir karşılığı yok. Güç merkezlerimiz, yapılarımız bugüne dair çözüm sunacak metotlarımız yok onlar nezdinde. Emekçiler daha fazla ücret, daha iyi çalışma koşulları için değil sömürülmemek, çalışmamak için mücadele etmek istiyor. Yaşama dair mücadeleleri bu yönde benim görebildiğim kadarıyla. Komünlerimiz, kooperatiflerimiz, sorun çözebilen kurumlarımız yok. Bugünü örebilmekten çok yarınlara dikkat çekebiliyoruz ve yarınlar her an değişiyor. 

Çalışma karşıtı bir siyasetin nasıl örülebileceği üzerine yoğunlaşmak gerektiğini, anti-kapitalist mücadelenin elzem tartışması olarak emekçilerin zihninden taştığını ancak söze dökülemediğini görebiliyorum. Birçok işçi çalışmanın, emeğin ne denli anlamsız olduğundan dem vuruyor, emeğin en yüce değer olduğundan değil. Mevcut gerçeklik her gün yeniden bir robot gibi aynı döngüye uyanma hali zihinlere mıhlıyor bu anlamsızlığı. Devrimci fikirlere aşina olan ya da olmayan emekçilerin zihinlerinde benim görebildiklerim bunlar. Her özne kendi görebildiklerini aktarabilse, örgütlenme süreçlerinin içine sızan zehirlere ne gibi panzehirler bulabileceğimizi tartışırsak göremediğimiz birçok noktayı görebileceğimize inanıyorum.

Devrimcilerin görünme halleri ve birbirimize değebilme imkanları

Sosyal medyayı haber bakınmak ve yazı takip etmek dışında kullanmayan biri olarak birçok şeye yabancı kalsam da bu konu özelinde çokça okumaya çalışıyorum. Görünme ve gösterme ihtiyacı, sosyal temasın farklı veçheleri ve entelektüel ve politik tartışmaların en yüzeysel şekilde yürütüldüğü bir alan sosyal medya. Mecranın sunduğu farklı yönleri kullanıcılarının yönelimlerini ve sözlerini alışageldiğimiz sosyallik biçimi olan yüz yüze iletişimden daha gerçek bir şekilde sergilenen bir sahne burası. Çünkü herkes hem tam olarak kendisi hem de bir oyuncu aynı zamanda. Her şey çok kısa, etkileşimsel, şematik ve karikatürize. Çok fazla şey öğrenebileceğimiz gibi eblehleştiren tarafının çok daha ağır bastığını düşünüyorum bu mecraların. Üstelik birçok çalışmada gösterildiği gibi bu durum kullanıcı eğilimlerinden bağımsız algoritma kaynaklı bir hal alıyor. Çok yaratıcı ve sarsıcı olduğu düşünülen tepkiler, etkileşimler aslında epey bayağı ve ilgi arsızı görünüyor. 

Ben oluşturulan o komik mimlerdeki gibi olaylara sadece dışarıdan bakan hiçbir teması ve etkileşimi olmayan bir içerik tüketicisiyim sadece. Kendimce görebildiklerim bunlar.

Peki farklı bir hayatı isteyen, bu düzene başkaldırma saikleri olan politik özneler neresinde duruyor sosyal medya dünyasının? Bu mecraların kullanıldığında insanın zihninde belli başlı şeyleri gıdıkladığı aşikar. Birebir tanışmadığım birine dostane ve yoldaşça duygular hissetmeme sebep olan garip de bir dünya sosyal medya dünyası. Belki bu yönüyle yalnızca kullanışlı, daha fazlası değil.

Yazının başlangıcında bahsetmeye ve örneklerle anlatmaya çalıştığım ikbal arzusunun farklı görünümleri var. Benim odaklanmak istediğim nokta ise bizi bu mecralarda neyin nasıl etkilediği ve değiştirme, dönüştürme kapasitemizin nasıl yutulduğudur. Bir yeniden üretim tesisi olarak bu mecralar devrimci politikaya ve öznelere ne sağlıyor, nasıl bir faydası var ki biz buralarda saatlerimizi yeni bir söz ve alan üretemeden harcayabiliyoruz. Öncülük iddiası olan insanlar buralarda ne idüğü belirsiz çaba ve gerekçelerle anlamsız durum ve polemiklere girerken öncülük yapılacak emekçilere ne vaat edebileceğiz? Bu soruların epeydir peşindeyim. Herkesin cevabı kendince haklı ve kendince tutarlıdır elbet. Meseleye, bu etkileşim dünyasına ahlaki değil politik bir çerçeveden bakmalıyız tabii ki. Ahlaki temelli bir sorgulama bizi dönüştürmeyeceği gibi sonu gelmez tartışmalara gark ettirir. Bırakalım sosyologlar, nörobilimciler, iletişimciler yapsın bu tartışmaları. Politik olan bir tartışma ise nasıl bir tavır takınmak gerektiğine dair sorgulatıp harekete geçirebilir. Mücadelenin farklı alanlarına yaptığımız yorum ve teşhisleri gündelik rutin haline gelen bu mecralara yöneltelim biraz da. 

Günümüzde sistemin en güçlü yeniden üretim konuları olan beğenme, arzu edilme, onaylanma gibi dışsal olarak üretildiğini gördüğümüz durumların birçok halini farklı öznelerde görebildiğimiz bir mecra burası. Bu düzenin önümüze koyduğu zaman ve algı öğütücü bir makine adeta. Sanal ortamda oluşturulan benlik imgeleri, özneleri bir karakter girişimcisine dönüştüren, ilgi arsızlığını kişinin kendi iradesi dışında dayatan bir hal de oluşturuyor. İnternet dilindeki tabirle söyleyecek olursak dijital mental çöküşü, internet tekellerinin dayattığı algoritmalar beraberinde getiriyor. Paylaşım mefhumu etkileşim düşkünlüğünü örüyor kendi içinde. İrademizi her alanda sınamak gibi bir yükümlülüğümüz yok. Bizler bazı konulara, ortamlara mesafe koyarak da politik zihnimizi geliştirmeli, özeleştirel bakışı içinde bulunduğumuz her alana, mecraya dair daima korumalıyız diye düşünüyorum. Kendimce artık bu alanların fayda sağlama kapasitesini yitirdiğini hatta belki de hiç olmadığını düşünüyorum. İzninizle şu soruyu sorma ihtiyacı hissediyorum.

Neyin ihtiyacını karşılıyoruz?

Bunu sorma zorunluluğu kendini şu noktada var ediyor. Eğer biz “başka bir yaşam mümkün ve bunu yapabiliriz” diyorsak, düzenin bize günümüzde ilk olarak sunduğu görünme ve gösterme arzusunun oluşturduğu dayatmalardan kurtulmadan bu farklı yaşamı nasıl mümkün kılacağız? Yazıda da bahsedildiği gibi girişimci tarzda davrananları yargılamak en hafif tabirle ikiyüzlülük olmuyor mu? O insanların bizim gibi iddia ve hedefleri de yok üstelik. Kendilerince ekmeklerinin derdindeler. Ayrıca bazen devrimci arkadaşların içine girdiği tartışmalara denk geldiğimde, yürütülen bu tartışmalara sadece bir emekçi olarak bakınca “neyin ihtiyacı ve bize ne fayda sağlıyor?”diyorum. 

Çünkü yapılan tartışmaların çoğu atışmadan öteye geçemeyip bir sorgulama, sarsılma imkanı da sağlamıyor. Derdimizi derinlemesine ele alıp, her yönüyle uzunca tartışıp çıkardığımız sonuçları ezilenlere en yalın haliyle aktarabileceğimiz alanların yaratılması, günümüz teknolojik imkanları ile zor olmasa gerek. Önemli olan bunu istemek ve iletişim ve propaganda sorunlarına dair stratejiler üretebilmek. Bu konuda fikir yürütebilecek yetkinlikte çok sayıda yoldaş olduğu kanısındayım. Propaganda ve örgütlenmeyi bir ikna sanatı olarak ele alırsak bu sanatın imkan ve yöntemlerine yeni soluklar katabilecek çokça özne var. Emekçi yoldaşımız N. Toygar Ateş’in “Sentez Fikir” adlı kanal ve blogu bahsettiğim çabaların değerli bir örneği.

Geçmiş kuşaklara bakınca gerçekten hayranlık hissi uyanıyor tekrar tekrar. Böyle imkanlara sahip olmadan derme çatma çeviri kitaplardan öğrendikleriyle kendi zamanları için ne yaratıcı ve kurucu tartışmalar yapmışlar. Elimizde o kadar imkan varken derli toplu bir birlik metni dahi ortaya koyamıyorsak geri çekilip bir düşünelim derim. Emekçi bir dostunuz olarak sınıfın içinden bunları bildirebiliyorum. Ukalalık da etmek istemem. Manasız polemik ve çekişmelerden, eylem fotoğraflarımızı paylaşıp ucuz tatminler yaratan hallerden kurtulmanın yollarını aramalıyız.

İtiraf etmeliyiz ki biz de bu mecraları “halktan” insanlar ya da fenomenler gibi kullanmaktan öteye gidemiyoruz. Ayrıca devletle, kapitalizmle mücadele eden devrimciler için kendine dair duygusal, düşünsel verileri böyle ulu orta paylaşmak ne ara kabul gördü, bu da anlaşılabilecek bir durum değil. Kendi adıma ben mi bir şeyleri kaçırdım diye soruyorum. Her an çetin bir varlık yokluk mücadelesine girilebilecek bir aygıta doğrudan duygusal, düşünsel durumumuza dair veri vermek akla izana aykırı bir durum. 

Emre Yeksan’ın da yazısında bahsettiği, sosyal medyadaki sanal personalar üzerinden yaratılan hamaset hali kanımca öyle bir dumur hali yaratıyor ki kişiler eylemde taşıdıkları dövizler üzerinden belli belirsiz tartışmalara girişip yoğun bir enerji harcayabiliyor. Sonuç ne? İkna mı, bir kişiyi daha kendi düşünsel zeminine çekmek mi? Cevabını ben bilemiyorum. Bütünsel bir cevap varsa, lütfen paylaşalım.

Yazıda bahsi geçen Adorno’nun keyif ve eğlence düşmanlığının hakikat zerrelerini nüvelere dönüştürüp zihinsel süreçlerimiz de ekip büyütmemiz gereken bir dönemdeyiz. Dikkatimizi toplamalı, birbirimize dokunabilmenin yeni yollarını aramalıyız. Birçok insan mücadele etmek istiyor. Çalışma hayatına yeni giren arkadaşlara baktığımda arayışın birçok halini görüyorum. Mücadele etmek istiyorlar, yeni yollar arıyorlar. Ama örneklere bakınca soğuyup uzaklaşıyorlar. Hiçbir yapı, kurum, örgütlülük bu sorundan azade değil. 

Benzer şekilde kendimi de kattığım “eskisolculaşmış”, dost ve yoldaşlarıyla dayanışmaktan öteye gidemeyen bir hale gelmiş birçok özne var. Örgütlü yaşamdan kopmuş ama gündelik yaşamda halen arayışları, dertleri, çabası olan, kendine alan açmayı “beceremeyen” fakat dostları ve yoldaşlarıyla fiziki ve zihni sağlığını korumaya çalışan kişiler. Düzenin zindanlarında tutsaklığı devam eden dostları, yoldaşlarıyla dayanışmaya, ailelerine maddi manevi destek olmaya çabalayan insanlar.

Anlatmak istediğim, “eskisolculaşmanın” da birçok yüzü olduğudur. Birçok dostumuz, yoldaşımız çalışmaktan, çalışamamaktan, bakmak zorunda insanlar olduğundan politik faaliyet yürütemiyor. Zaman, enerji ve kapasite yoksunluğu kopuşa iteliyor. Üç beş kişinin elde edebildiği geliri on beş yirmi kişiyle bölüşmek durumunda kalabildiğimiz bir dönem bu. Ne güzel ki bölüşebiliyoruz hâlâ. Bunun, güncelin ihtiyacına yönelik adımlar da atmaya çalışıyoruz kendimizce. Farklı alanlarda yetkinlik kazanıp yeni yaşam ve soluk alanlarını nasıl yaratacağımız tartışabiliyoruz örneğin. “Acil durumlarda” kendimizi nasıl savunacağımızı kurguluyor, gerekli alet, edevat ve yetkinlikleri yoldaşlarımızla nasıl paylaşabileceğimizin planlarını yapıyoruz. Malzeme stoğu, yeni envanter edinme gibi konuları içeriyor yapabildiklerimiz. Bir “yangın” halinde ateşi söndürecek ya da yönlendirecek ekipmanımız yoksa kaçmak dışında elimizden bir şey gelir mi?

Bir arada kalabilmemizin, sakince ve aklıselim bir şekilde kendimize ve yoldaşlarımıza değebilmemizin yapı taşlarını örmemizi sağlayacak bir temel atmayı önermiş kanımca Emre Yeksan. Bu söze kulak kabartmalı, tavırlarımızı süzgeçten geçirip bu teşhir tutsaklığından kurtulmalıyız. Bunları defaatle düşünmeli, tartışmalı ve dönüştürücü kuvveti yaratmalıyız. Zira bütün politik, teorik ayrışma konularının önüne geçiyor bu medya merakı konusu. Bir süre geri çekilip soluklanıp kendimizi yontmalıyız belki. Geri çekilmeden kastım pasifleşme değil elbette. Bir soluk alma, yaralarımıza bakma, onarma kuvvetini, ferasetini aramak niyetinde bir çekilme.

Derdimiz kendi yaralarımızı kısa süreli örtecek yapay tatminler oluşturan rutinler oluşturmak değil bizzat estetik kaygılarla bezenmiş bir düzen şiddeti oluşturan bu teşhir rutinlerine karşı gelmek olmalı.

Son Eklenenler