Perşembe, Ocak 23, 2025

Yırtmak: Kişisel ihtiraslarımız ve yoldaşlık üzerine

“Kişisel olan politiktir” cümlesi şüphesiz 1960’lardan bugüne sol siyasette gitgide daha yaygın biçimde kabul gören önermelerden biri. Fakat bu cümlenin geçerliliği “politik” kelimesinden ne anladığımıza göre değişiyor. Bu önermeyle işaret edilen, kişisel alanda meydana gelen her şeyin politik bir çerçeveden ele alınabileceği, bunların da politik süreçlerle inşa edilen toplumsal yapının uzantıları olduğu. Buna itiraz etmek mümkün değil, fakat politikanın anlamının bu şekilde genişletilmesi, siyasi faaliyetin sembolik alana hapsedilip etkisizleştirilmesiyle de kol kola gidiyor. Politikayı farklı dünya tahayyüllerinin karşı karşıya getirilmesi, kolektif bir gücün ortaya konması, toplumsal çatışmanın belli gruplar tarafından yükseltilmesi, bastırılması ya da yönetilmesi olarak görüyorsak çok daha az sayıda şeyi politik olarak nitelendirebiliriz. Bu yazıda, politik kelimesinin bu ikinci ve dar anlamından yola çıkarak “ikbal” kavramı etrafında kişisel olanın politik olanı nasıl koşulladığına dair düşünmeye çalışacağım.

Öncelikle ikballe ne kast ettiğimden başlayayım. Kelimenin sözlük anlamı “yüksek bir makama, duruma erişmek” ama akla ilk gelen karşılığı için basitçe “sınıf atlamak” denebilir. Ya da kaba tabiriyle yırtmak. Toplumsal katmanlar arasında dikey bir hareketi anlatan bu kavram kapitalizmin ürettiği en temel yanılsamanın da adıdır aynı zamanda. Sermaye düzeni kendisini bireylere geniş bir imkanlar dünyası olarak sunar. Yeterince çalışan, şansı da bir nebze yaver giden herkesin zengin olma potansiyeli vardır. Büyük sıçramalar yaşamak için eğer hazine bulamadıysanız piyangodan servet kazanabilir, bitcoin vurgunu yapabilir, yeteneğinize göre influencer, topçu ya da rapçi olabilirsiniz. Kapitalist rıza mekanizması iki yüz yıldır sıfırdan geldiğini ve yükselişin yolunu kendi açtığını iddia eden girişimcilerin sebat ve çalışkanlık anlatıları aracılığıyla inşa ediliyor. TED konuşmaları gibi ikbal şovları ise bugünün umutsuz kaybedenleri için birer ilham kaynağı.

Ben ikbalin bu basit tanımını kelimenin taşıdığı potansiyele yaslanarak biraz genişletmek istiyorum. İkbal kelimesi kökü itibarıyla kabul anlamını da içinde barındırıyor. Sınıf katmanları içinde yükselme aynı zamanda toplumsal kabul görme, beğenilme, takdir edilme, ilgi çekme gibi kapasiteleri de peşinden sürükler. Temsil düzeneğinden kovulmuş, görünmezleştirilmiş, hor görülmüş, kaba ve iğrenç addedilmiş olanın hem maddi imkanlar açısından yükselmesi hem de toplumun diğer üyeleri nazarında arzulanan birine dönüşmesidir ikbal. Bu açıdan arzulandığı kadar arzu da üreten bir konumdur. Burada sorulması gereken soru ise kapitalizmin temel güdülerinden biri olan ikbal arayışının bireylerde nasıl inşa olduğu ve gündelik hayatın içinde hangi kılıklara bürünerek varlığını sürdürdüğüdür.

Sınıf kavramının Marksist anlamına, bir durumu değil bir ilişkiyi tanımladığı fikrine sadık kalırsak kapitalizmde sınıflar arası geçişten daha sık rastladığımız olgu sınıf içi katmanlar arasındaki geçiştir. İşçi sınıfından gelen bir bireyin bir sermayedara dönüşmesi ancak çok spesifik tarihsel koşullarda mümkün olabilirken bir işçi çocuğunun ustabaşı, mühendis, doktor, yazar, editör, akademisyen olması, yani ücret biçimine, işbölümüne ve sosyal statüye dayalı sınıf içi katmanlar arasında hareket etmesi daha alışıldık bir durumdur. Aynı şekilde bir işçinin sendika aristokrasisi içinde yükselmesi de bir tür ikbal kapısı olarak görülebilir. 

Sınıf içi katmanlarda yükselme ya da sermayedar olmadan zenginleşmeye imkan veren küçük burjuvalık formlarına geçme süreçleri sanatın da sıkça ele aldığı konulardan biri. İki yıl önce Nobel ödülü alan Annie Ernaux ile popülaritesi her geçen yıl artan Edouard Louis “sınıftan yukarı doğru kaçış” temasını kendi hayatları üzerinden ele alan en göz önündeki isimler olabilir. Her ne kadar eserlerinde içine doğdukları sınıfın hayaletlerinin peşlerini bırakmayacağını anlatsalar da, elde ettikleri ticari ve kurumsal başarılar taşra yoksulluğundan çıkıp gelen insanların da dünya genelinde tanınan yazarlara dönüşüp önemli ödüller alabileceğine dair anlatıyı desteklemekten kaçamıyor. Diğer taraftan popüler kültüre bakarsak eğer, zamanında arabeskin esas meselelerinden biri olan ikbal arayışının1 rap müziğin bugünkü en büyük, hatta neredeyse tek belirgin ortak meselesi olduğunu söylemek mümkün. Günümüzde başarı mekanizmaları oldukça değişmiş olsa da topçuluk ve popçuluk da uzun yıllar bu yukarı sıçramanın mecralarından biri olarak görüldü. Yoksulların çok azına “yırtma” fırsatı tanıyan bu gibi alanlar kapitalist rıza mekanizmasının, hatta sisteme dair yoğun bir arzu üretiminin de oldukça kullanışlı araçları. 

Buralarda harlanan ikbal arzusunun altında ise sınıf hasedi diyebileceğimiz bir mekanizma yatıyor. Eskiler buna işaret etmek için “biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” demiş fakat kıyametin kopmasını geçtim, birinin yiyip diğer herkesin onu izlediği bu düzen olduğu gibi devam ediyor. Bu hareketsizliğin arkasındaki içselleştirilmiş çaresizliği Orhan Kemal “Çikolata” öyküsünde oldukça güçlü bir biçimde anlatır. Yoksul bir kız çocuğu, kendisinden bir nebze daha az yoksul iki kardeşin yediği çikolatanın kağıdını onlar gittikten sonra yerden alır ve kendini kaybedercesine yalar. Bu ülkedeki “fark yaralarının” kayda düşülen en etkileyici örneklerinden biridir bu. İşte o yaralardan, o yaralarda biriken ukdelerden bir yırtma çabası üreyip durur.

İkbalin diğer yüzü olan toplumsal kabul ise Orhan Kemal’in öyküsünün satırları arasında gizlidir. Yoğurtçunun kızı, yoksulun da yoksulu olan o zavallı çocuk pistir, kimse onun yanında durmak istemez, kimse ona bakmaz. Nasıl oluyorsa hem iğrenç hem de görünmezdir. Çikolata yemek kadar, hatta belki ondan da iyisi görülmek, sevilmek, hoşa gitmek, kabul görmek, alkışlanmaktır. İkbalin manevi tatmine yaslanan bu yüzü en az diğeri kadar, hatta ondan daha çok toplumsal alandaki varoluşumuzu belirler. Nesnel olarak sınıf atlayamıyorsak dahi toplumsal kabul görerek kendimizi katmanlar içinde yükselmiş hissedebiliriz.

Şüphesiz ki bugünün toplumsal kabul araçlarını öngören en iyi tarihsel ifadelerden biri, Andy Warhol’a atfedilen “herkes bir gün on beş dakikalığına ünlü olacak” sözüdür. Sosyal medya bu sözü vücuda getiren bir mekanizmaya sahip. Beğenilme ve kabul görme arzusunun en dolaylı yollardan ama yine de oldukça görünür biçimde ifade edildiği bir sanal kamusal alandan bahsediyoruz. Popülerliğin anonimlikle kol kola gittiği, bizden esirgendiğini düşündüğümüz sevgi ve ilgiyi elde etmek için olmadığımız biri gibi davranabildiğimiz, profilimizdeki fotoğraflarla kendimizin farklı farklı versiyonlarını sergilediğimiz, hikayelerle anlık sosyal temas ihtiyacımızı giderdiğimiz ve arada talihin de yardımıyla elimizden çıkan popüler paylaşımlarla şöhretin o tatlı meyvesini dişlediğimiz bir mecralar bütünü. Gerçek anlamda sınıf atlayamasak da 15 dakikalığına patron çocukları gibi şen olabildiğimiz ya da tanımadığımız insanlara sesimizi duyurabildiğimiz, onlardan gelen etkileşimle tatmin olduğumuz bir imkanlar dünyası.

Bu mecralarda harlanan ikbal arzusu, özünde sınıfları ya da sınıf içi katmanları düzleştirmeyi değil, birinden diğerine geçmeyi hedef aldığı için, nihayetinde bu katmanları ya da sınıfları yeniden üretmeye hizmet ediyor. Bu ister kendisi için daha iyi koşullara sahip bir hayat istemek olsun, ister bir tür popülerlik, toplumsal kabul ya da ilgi ihtiyacı, ikbal arayışı politik karşıtlığın ortadan kaldırılması talebine çıkmaz. Sonucunda politik söylem açısından nerede durursak duralım içimizdeki ukde boşluklarını bu düzenin bize fırlattığı yemlerle doldurmaktan öteye gidemeyiz.2 Bunun da ötesinde, değişmeyen nesnel koşullarımızın yarattığı duygusal boşlukta büyüyen görünür olma, takdir edilme, kabul görme sevdasının ilgi arsızlığına dönüşmesi ise an meselesidir.

Liberal ideoloji bu arzuların özsel olduğu iddiasına yaslanır. İnsan, bireysel ikbalini her şeyin üstünde tutmaya yazgılı bir mahlukattır. Herkes kendi şahsi mutluluğunun, ilişkilerinin, hazzının ve imkanlarının peşindedir. Bu sebeple gerçek anlamda bir özgecilik, bırakın insanların başkalarının çıkarını önde tutmayı, onları kendi arzularıyla eşit görmesi bile mümkün değildir. Bu sebeple mutlak eşitliği hedefleyen komünizm imkansız bir hayaldir. İnsan eşit olarak yaşamak ve paylaşmak için yaratılmamıştır. 

Fakat biliyoruz ki bu düşünme biçiminin kendisi ideolojiktir. İnsanlık tarihi bunu yanlışlayacak örneklerle dolu. İnsanın sabit, içinde var olduğu toplumsallıktan azade bir özü, doğası yok. Fakat bu toplumsallığın, yani kapitalist bireyci varoluş ve ilişki biçimlerinin sızdığı alanları küçümsememeliyiz. Kendi ikbali için açık seçik biçimde uğraşanları, girişimci tarzda davrananları yargılamak kolay fakat ikbal arzusunun sızdığı daha görünmez alanlara, küçük hesaplara, bizi kolayca peşinden sürükleyen gündelik tatmin arayışına karşı da uyanık olmak gerekiyor. Adorno’nun artık neredeyse bir şaka gibi algılanan keyif ve eğlence düşmanlığı içinde çok kritik bir hakikat zerresi taşıyor.  

Çünkü içinde yaşadığımız metalar evreni birey olarak yükselme, değer görme, bize reva görülen kaderi yırtma arzumuzu habire körükleyen bir makine. Tekil canlılar olarak sahip olduğumuz hayatta kalma güdüsünü, güç istencine, onu da ikbal arzusuna dönüştüren bir şeyleşme düzeninin içinde inşa oluyor benliğimiz. Bunu yıkıp yeniden kuracak bir toplumsallığın mümkün olduğuna inansak bile gündelik hayatımızda bundan kaçabilmemiz çoğunlukla mümkün olmuyor.

Hatta öyle ki, en önemli hedeflerinden biri bu toplumsal mantığı aşmak olan sol siyaset dahi sıklıkla bu ikbal arayışının durağı haline geliyor. Kahramanlaşma, önderleşme, şefleşme, sözünü dinletir hale gelme bir yandan solun toplumsal dönüşüm fikirlerini yaymak için başvurmak zorunda olduğu uğraklar, fakat bunların kendi içinde birer amaca dönüşmesini, arzu üreten pozisyonlar haline gelmesini engellemek pek mümkün olmuyor. Diğer yandan 15 dakikalık şöhretlerin cezbedici mecrası sosyal medya da bu kahramanlaşmanın yerine fenomenleşmeyi koyarak solculuğun bu çelişkisini çok iyi şekilde araçsallaştırıyor. Bir yanda örgütlü bireylerin sosyal medya performansları bu hamaset dinamiğine hizmet eder hale geliyor, diğer yanda maddi pratik siyasetten kopuk popülizm sevdalıları kendilerine aşırı önemsedikleri sanal personalar yaratıp fiilen olmadıkları mücadele alanlarını temsili düzeyde doldurmaya çalışıyorlar. 

Demek solculuğun hâlâ yenecek ekmeği var ki onu yemeye talip insan sayısı çok azalmış değil. Ama zayıflayıp gitgide kent merkezlerine ve sosyal medya balonlarına sıkışan sol siyaset yönetemediği ve etkisizleştiremediği bu ikbal mekanizmalarıyla alt sınıflardan gelen devrimci potansiyele sahip gençlerin, işçi önderlerinin, kendisini başka alanlarda ortaya koymasına fırsat verilmemiş emekçilerin kültürel ve yer yer de sınıfsal anlamıyla küçük burjuvalara dönüştürülmesinin de aracı haline gelmiş durumda. Bu dönüşüm süreçleri de maalesef sıklıkla sınıfın kalın duvarlarına çarparak arkalarında ağır bir enkaz ve nihilist bir öfke bırakıyor. İkbali başka yerlerde aramaya karar verenler için ise sonuç siyasetten kaçış ve “eskisolculaşma” oluyor.

Popüler kültürün anaakımını, sosyal medya içeriklerini ve rap müziğin anlatılarını neredeyse bütünüyle ele geçirmiş olan yırtma sevdasından, sol içinde itibar kazanma ve ilgi çekme arzusuna kadar farklı biçimlerde ortaya çıkan kişisel ikbal arayışı birçok alanda üretme ve iş yapma motivasyonumuzu belirliyor. Parmak sallamak gibi anlaşılmasın, bu satırların yazarı da bu arzu ekonomisinin çekim gücünden azade değil, kimsenin öyle bir ahlaki üstünlüğe sahip olma imkanı yok. Çünkü bütün bu ideolojik tutulma aslında herkes için daha iyi bir hayat, bütünüyle daha iyi bir dünya arzusunun dağıtılıp parçalanması ve ehlileştirilmesi yoluyla gerçekleşiyor. Buna karşı mücadele ise ancak politik temelde verilebilir, ahlaki temelde değil.

Peki, bu tarz bir politik mücadelenin yöntemi ne olabilir? Kapitalizmin kılcallarımıza kadar yayılmış ideolojisi ve oradan beslenen ikbal arzusu bireysel politik bilincimizle, şahsi irademizle karşısında durabileceğimiz bir şey değil. Parçası olduğumuz toplumsal ilişkiler tarafından sürekli yeniden üretilen ve doğallaştırılan bir eğilimden bahsediyoruz. Ancak kolektif bir çaba bunu dengeleyip etkisizleştirebilir. Kişilerin, toplumsal ilişkiler içinde yer alan tekil bireyler olarak bu arzu mekaniğine kapılması neredeyse kaçınılmaz. Fakat bunun karşısında basit bir yöntem var: bizim kendimizde göremediğimiz meyilleri bir başkası bizde tespit edebilir. Tam da bu sebeple yoldaşlığın kritik işlevlerinden biri bu tarz savrulmaları engellemek için birbirini kıyasıya eleştirmek ve gelecek eleştiriye açık olmaktır. 

Yoldaş kelimesi Türkçenin güçlü icatlarından biri çünkü anlattığı durumu diğer dillerdeki karşılıklarından daha doğru biçimde tanımlıyor. İki insan arasındaki ortaklığı topluluk ya da parti aidiyetiyle değil yolla, o yolu belirleyen iki şeyle, hedef ve yöntemle kuruyor. Jodi Dean kişiler arasında inşa edilen bu hukuku Yoldaş kitabında şöyle tanımlıyor: “Yoldaşlarımız olduğunda, her şey olma, her şeyi bilip kendi başımıza yapma zorunluluğundan kurtuluruz; bir çizgiye, programa, bir görevler ve hedefler setine sahip daha büyük bir kolektif söz konusudur artık. Yine, o ânın infialine kapılıp eleştiri ve yorumlamalara girişme dürtüsüden (ki iletişimsel kapitalizm bize bunu empoze eder) kurtuluruz. Son olarak, inançla çalışmanın getirdiği pratik iyimserlik sayesinde, kendini olgunluk olarak pazarlayan kinizmden de kurtuluruz. Disiplinin sağladığı destek bize yanlışlar yapma, öğrenme ve olgunlaşma özgürlüğü verir. Hata yaptığımızda -ki hepimiz yaparız- yoldaşlarımız bizi durdurup yaralarımızı sarmak, doğru yola sokmak üzere orada olacaktır. Bu yolda bir başımıza bırakılmayız.”3

Tam olarak bu sebeple yoldaşlar birbirine şunu hatırlatmakla yükümlüdürler: Derdimiz kendi şahsi kaderlerimizin kabuğunu yırtmak değildir. Yırtılacak bir şey varsa o, bizi olduğumuz yere mıhlayan ortak kaderimizdir, bu düzenin kitabıdır.


  1. Nurdan Gürbilek’in “Ben de isterem” isimli makalesi 80’lerdeki neoliberal dönüşümle birlikte arabesk müzik literatüründeki baskın anlatının ebedi garibanlık söyleminden (“batsın bu dünya”) ikbalini talep eden kapitalist özneliğe geçiş sürecini anlatır ↩︎
  2. Demet Ş. Dinler, İşçinin Varlık Problemi kitabında ikbal arzusunun eşitsizliği nasıl yeniden ürettiğine dair 19 yaşındaki bir geri dönüşüm işçisi ile bir işçi önderi arasında geçen çarpıcı bir diyaloğu aktarır: “İbrahim yüksek binalardan birine bakarak, o sabah o binanın al­tındaki çöplerden kağıt toplarken onuncu kattan bir kadının ona bağırdığını anlatıyor: Onuncu kattaki kadının penceresini açıp bana öyle bağırmaya ne hakkı var? Ne yapmamız lazım? Hem neden ben onun yerinde olamıyorum? Sorun nerede? […] İbrahim’in masasında oturan işçi lideri yanıtlıyor: Sorun sensin. Kadın değil. Ben miyim? diye şaşırıyor İbrahim, O zaman ne yapayım yani? Kendi kendimi mi yok edeyim? Hareketin örgütleyicisi başını sallıyor: Evet önce kendini yok etmelisin. Bundan önce yapılmış sayısız konuşmanın son nok­tası olarak görülebilecek bu yalın diyalogda genç işçi için çok önem­li bir ders saklı: Onuncu kata özlem duyarak aslında var olan top­lumsal ilişkileri yeniden üretmiş oluyor; çünkü önerisi var olan pozisyonları değiştirmekten öteye gidemiyor. Kapitalist toplumdaki normları alttan alta kabul ediyor. Onuncu katın varlığındansa kadı­na kızıyor; toplumsal pozisyonlardansa bu pozisyonları işgal edenlere öfkeleniyor. Dahası var. Eğer İbrahim var olan toplumsal ilişki­leri yeniden üretiyorsa, o halde bu yeniden üreten özneyi, yani kendisini yok etmeli.” s.22, Metis Yayınları, 2014. ↩︎
  3. Jodi Dean, Yoldaş, s. 146, çev: Ali Karatay, Minotor Kitap, 2021. ↩︎

Son Eklenenler