Cuma, Şubat 7, 2025

Yeterince kötümser olmamak üzerine

Yeni bir faşizm dalgası yükseliyor, aşırı sağ partiler birçok ülkede merkezi işgal etmiş durumda, genç kuşaklar onları hayatsız bırakan düzen karşısında nihilizme savrulup muhafazakarlaşıyor, modernitenin tetiklediği erkeklik krizi yeni bir şiddet dalgası olarak dönüyor, her şeyin, bebeklerin hayatlarının bile üç beş paraya tahvil edilebildiği bir kuralsızlık içinde sosyal çürüme gitgide yayılıyor. Son zamanlarda bunlara benzer ifadeleri çokça okuyoruz ama gerçekten böyle bir gidişatın, yeni bir barbarlık çağına doğru ilerleyen bir akışın içinde miyiz? Durduğumuz noktadan gördüğümüz bu resim bütüncül hakikati ne ölçüde temsil ediyor? Resmin dışında kalanlar neler? 

Siyasi yelpazenin merkez ve sağ cenahından gelen, muhayyel bir geçmişe dair nostaljiyle dile getirilen, bir biçimiyle muhafazakar, özcü ve tarihsiz sosyal çürüme söylemlerini bir kenara bırakırsak, önceki haftalarda sol perspektiften yazılanlar içinde ahlaki panik hissinden, politik çaresizlik ifadelerine, çürüme söyleminin eleştirel yapısökümünden, mevcut gidişatın temelindeki maddi nedenselliklere ve süreklilik kazanan infial halinin siyasi-ekonomik arka planına vurgu yapan çözümlemelere kadar çokça karamsar tabloyla karşı karşıya kalıyoruz.1 Bu karamsarlıkta elbet bir haklılık payı vardır ama bütüncül bir sağlama elde edebilmek için bu genele yayılan duygunun ortaya çıkış koşullarına ve arkasındaki toplum tahlilini oluşturan bilgilerin kaynağına bakmakta fayda var.

Toplumsal tespitler, dönemselleştirmeler, zamanın ruhuna dair ortaya atılan iddialar ister istemez parçalı ve özneldir, kişilerin sınırlı gözlem ve deneyimlerine dayanır. Tarihsel maddeci yöntem ise dünyayı kavrama becerimizi mümkün mertebe nesnel, bütüncül bir anlayışa yaklaştırmayı hedefler. Dolayısıyla politik bir strateji çizmek, pratik bir hat önermek için yaptığımız tahlillerin her adımında çerçevemizi yeterince genişletip genişletmediğimizi kendimize sormak, sınırlı deneyim alanımızın ötesine geçmeye çalışmak, eksik bulduğumuz parçaları nasıl tamamlayacağımıza dair çözümler üretmek ve meseleleri her zaman tarihselleştirmek mecburiyetindeyiz. Bu gözlemler kolektif ve birbirini tamamlayan karakterde oldukları ölçüde bizi bütünsel bir kavrayışa yaklaştırır. Bu anlamda somut duruma ilişkin tahlil çalışmalarının da örgütlü bir tarzda yürütülmesi, belli bir programa tabi tutulması bir gerekliliktir.2

Faşizmin yükselişine, toplumsal yozlaşmaya ya da gençliğin apolitikleşerek sağcılaştığına dair tespitler ise çoğunlukla sistematik ve kolektif bir çabadan, belli bir politik yöntemden süzülüp gelmiyor. Öznelliğin, kısıtlı toplumsal deneyimin, sanal söylem dalgalarının başat bilgi kaynağı olduğu günümüz siyasal pratiğinde biz nasıl hissediyorsak, neyi görüyorsak bütün dünyanın da öyle hissettiğini, onları gördüğünü, dolayısıyla öncelikli meselenin de onlar olduğunu iddia etmemizin önünde hiçbir engel yok. İnfial yaratan korkunç şiddet vakalarını, örgütlü suçları, güle oynaya çıkarılan katliam yasalarını, toplumdaki faşizan eğilimleri sürekli farklı biçimlerde tekrar eden olgular olarak değil de, tarihsel bağlantılarından kopuk, salt bugüne özgü aşırılıklar olarak ele almak için bu olayların sembolik ve kültürel alanı egemenliği altına alan yansımalarına yaslanmamız yeterli. Siyasi pratik bugün tamamen temsili söylem alanıyla sınırlı bir faaliyet olarak görüldüğü için yanlışlanabilir olmamız da oldukça zor olur.

Bunu olası tehlikeleri küçümsemek için söylemiyorum ama bu infial halinin yeni bir politik yöntemi, farklı araçları işaret etmediği aşikar. Siyasi akıl serinkanlı olmak, karşılaştığı durum ne kadar yakıcı olursa olsun ona belli bir mesafeden bakabilmek, onu tarihsel ve coğrafi olarak geniş bir bağlamda anlamak zorundadır. Hatta, Marx’ın da 11. tezde ifade ettiği üzere, sadece anlaması da yetmeyecektir. Dünyayı doğru biçimde anlamak, onu değiştirmenin yöntemini de kendisiyle birlikte dayatır. Böyle bir pratik doğrultunun yokluğunda yapılacak en tutarlı tespit, söylenecek en radikal söz dahi lafügüzaftır. 

Aynı şekilde, solun faşizm kavramıyla ilişkisine dair “Faşizmin hayaleti” ve “Hiçbir yere çıkmayan yollar” başlıklı yazılarda da dile getirdiğim üzere, siyasi tahlil, özellikle de önceki dönemlere kıyasla farklı bir toplumsal durum, tehlikeli bir gidişat içinde bulunduğumuzu işaret eden bir tahlil buna uygun siyasi pratiği de işaret etmek zorundadır. Etmediği durumda o tahlilin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmanın imkanı yoktur. Bir tehlikeyi somutlaştırmanın yolu, onun karşısında alınması gereken tavrı ortaya koymaktan geçer. 

Bugün çokça rastladığımız karamsar tespitlerin temel sorunu ise aslında yeterince kötümser olmamalarıdır. İster faşizmi, sağın yükselişini, artan sembolik şiddet biçimlerini, ister çürümeyi, toplumsal yozlaşmayı işaret etsinler bu tahlillerin bir mücadele yöntemi öneremeyeşinin altında yatan esas eksiklik budur. İçten içe kapitalizmin belli emniyet sübaplarına sahip olduğunu, (reel olarak artıp artmadığı tartışmalı da olsa) gitgide daha görünür olan yapısal şiddetin bir tür istisna rejimini ortaya çıkardığını ima ederler. Bu yaklaşıma sahip olanlar, karşılaştığımız vahşetler karşısında hâlâ şaşırabilmenin naif iyimserliğini taşır. Korkunç bir soykırımın bütün dünyanın gözleri önünde, alenen işlenebilmesi onlar için akıl almaz bir şeydir. Bunun yarattığı şaşkınlık ve dehşet duygusu içten içe bunun olmasını engelleyecek mekanizmalar olduğuna dair bir inançtan beslenir.

Oysa Lazzarato’nun “Neden Savaş?” başlıklı yazısında dediği gibi “Nazi şiddetinin tarihin bir parantezi olduğu konusunda içimiz rahatlamıştı, ancak [ABD’li] Demokratlar bize soykırımın gerçekte kapitalizmin doğuşundan bu yana kullandığı pek çok araçtan yalnızca biri olduğunu hatırlattı.” Reel faşizmin en kötü sonuçlarından biri muhtemelen bu unutuştur. Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu iddia eden Adorno’nun aksine, toplama kamplarının yarattığı dehşetin arkasından her şey bize daha katlanılır görünmüştür. Belki de koskoca Holokost endüstrisi yaşadığımız sıtmaya katlanmamız için bize ölümü göstermenin yollarından biridir. Zaten Adorno da “Soykırım, angaje edebiyatın temaları arasına girip kültürel mirasın parçası haline geldiğinde, cinayeti doğuran kültürle uyum içinde yaşamaya devam etmek daha kolay olur,” diyerek en sonunda bu sonuca varmıştır.

Bugün karşılaştığımız dehşetin kapitalizmin tarihinde başka formlarda, başka coğrafyalarda zaten sürekli olarak var olduğunu söylemek, arkasındaki yapıyı, sermaye düzenini işaret etmek, olanı küçümsemek ya da tarihin vahim seyrini görmezden gelmek değildir. Ama tersi her durumda kapitalizmin çok da görünür olmayan, sosyal medya araçlarında paylaşmaya değmeyecek kadar sıradan olan yaygın şiddetini küçümsemeye, sermaye düzenini makulleştirmeye çıkacaktır. Eğer bugünkü toplumsal çürüme tespitlerinin nesnel bir temeli varsa dahi, bu gidişat olması beklenendir, eşyanın doğasına uygundur. Kapitalizmin tarihinin bir parçası olmak, Benjamin’in dediği gibi, gitgide hızlanarak felakete doğru giden trende olmaya benzer. Onu durduracak imdat frenini nasıl çekeceğimiz ise başka bir meseledir.

Elbette yaşanan dehşet verici olaylardan etkilenmek, karamsarlığa kapılmak anlaşılır. Mesele bu etkinin belli bir konfordan, politik olarak daha fazlasını yapmaya gönül indirememekten kaynaklandığını da görebilmekte. Bizi siyaseti bir söylem ve temsil pratiğine sıkıştırmaya da, özünde apolitik bir karaktere sahip bu çürüme tespitlerine de adım adım yaklaştıran şey daha fazla politik sorumluluk almaya dair bu direncimiz. Bu karamsarlığı aşmak için yapmamız gereken ilk şey bu duygunun içinde filizlendiği maddi rahatlık alanından dışarı adım atmak, kafamızı mahallemizden, yankı odamızdan dışarı çıkarmak. 

Bugün neredeyse haftada bir ortaya çıkan infial ataklarıya yayılan bu karamsarlığın altında yatan gizli iyimserliğin, içinde yaşadığımız dünya karşısında aslında yeterince kötümser olmayışımızın ideolojik olduğunu görmek gerekiyor. Burada karamsarlığı karşılaştığımız olaylar karşısında kapıldığımız bir ruh hali, kötümserliği ise içinde yaşadığımız dünyayı kavramaktan kaynaklı bilişsel durum anlamında kullanıyorum. Bugün sola da egemen olan bu karamsar ruh hali kapitalizmin farklı dışavurumlarına dair aşamacı bir olumlama içeriyor ve tam da bu yüzden düzenin işine yarıyor. Sermaye egemenliğindeki mevcut toplumsal yapının yarattığı dehşeti zamana ve mekana yayıldığı bütünlük içinde kavramaktan uzak, çarpıtılmış bir bakış üretmemize sebep oluyor. Şimdiye ve buraya çakılı, bu sebeple de fazlasıyla öznel bir bakış. 

Tabii ki bu, öznel olanın önemsiz olduğu şeklinde anlaşılmamalı. Fakat en başta dediğim gibi, bugün sola da egemen olan bu yaklaşımın tersine, siyasi mücadelenin ilk adımı bireysel deneyimi merkeze almak yerine bu öznelliği aşmaya çalışmak yönünde olmalı. İradenin iyimserliğiyle harekete geçebilmek için kapitalizmin bütüncül dehşetiyle yüzleşmemiz, aklımızı gerçek anlamda kötümser kılabilmemiz gerekir. Bu gidişata samimi bir şekilde dur demek istiyorsak gerçek ve sanal konfor alanlarımızdan çıkarak bize benzemeyenlerle, düzenin dehşetini başka başka gündelik biçimlerde yaşayanlarla yan yana gelmek, bakışımızı onların bakışıyla genişletmek, birlikte yola düşmek zorundayız. Kapitalizmi olumlamaktan başka bir işe yaramayan bu atıllaştırıcı karamasarlığı aşıp harekete geçmenin bundan başkaca da bir yolu yok.


  1. Bu karamsar ön kabulden hareket eden metinlere örnek olarak Fatih Yaşlı’nın çürümeye dair tekrar eden ahlaki yargıyı somutlaştırma çabası Çürümenin ekonomi-politiği, Öykü Özçinik’in bu karamsar tablonun arkasındaki maddi süreçleri ele aldığı Kapitalizm ve Şiddet Hakkında Konuşmalıyız, gidişatı devletin dönüşümü üzerinden okuyan Can Soyer’in Yokluk Deneyimi: Utanç ve Öfke, Ender Öndeş’in asayiş ve adalet kurumlarına temkinle yaklaştığı Zaptiyenin patronu TMŞ olunca… ve Özgür Sevgi Göral’ın Faşizm tartışmasının politik anlamına dair yazıları sayılabilir. Bunlara ek olarak Ayrıntı Yayınları’nın “örgütlü kötülük”ten bahsettiği, Ayşe Düzkan’ın yenidoğan konusunu kapitalizmle açıklamanın olanları olağanlaştırdığını söylediği ve Sema Kaygusuz’un toplum değil de yığın olduğumuza dair sosyal medya paylaşımlarını da bu listeye ekleyebiliriz. Bunlardan ayrı bir açıdan yaklaşan, çürüme anlatısının kitleleri apolitize etme potansiyelini masaya yatıran bir örnek olarak da Enes Köse’nin Ne kutsal bir geçmiş ne hayali bir gelecek: ‘Sosyal çürüme’ söylemi neyi gizliyor? başlıklı yazısı okunabilir. ↩︎
  2. Örneğin, bu tarz bir örgütlü politik tahlil pratiğini Umut-Sen’in seçim dönemlerinde Anadolu’daki doğrudan ilişki ve gözlemlerinden damıtarak yaptığı, bütün kamuoyu araştırmalarından ve onlara dayanan analizlerden daha isabetli olan tahminlerinde görebiliyoruz. ↩︎

Son Eklenenler