Perşembe, Ekim 31, 2024

Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin savaş suçları yargısı ve Filistin direnişi

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Başsavcısı Karim Khan 20 Mayıs 2024’te yaptığı açıklamada Hamas’ın Gazze Şeridi’ndeki lideri Yahya Sinvar, Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye ve Hamas’ın askeri kanadının (İzzeddin el-Kassam Tugayları) lideri Muhammed El Masri ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardan cezai sorumluluk taşıdığı gerekçesiyle tutuklama talebinde bulunduğunu ifade etti.

Medyada genel olarak bu açıklama Netanyahu odaklı olarak duyuruldu. Daha fazla etkileşim almak adına haberlerin bu şekilde servis edilmesi elbette şaşırtıcı değil. Ancak Başsavcı Khan’ın açıklamaları bütüncül olarak değerlendirildiğinde odak noktasının İsrail ve Netanyahu olmadığını göz ardı etmemek gerekiyor. Henüz açıklamanın başında bu durum açıkça görülüyor. 16 dakikalık açıklamanın ilk beş dakikasında, Başsavcı Hamas’ın işlediği “savaş suçlarına” ilişkin ayrıntılı bir değerlendirme yaptıktan sonra Hamas liderlerine ilişkin tutuklama talebini belirtiyor. Ardından İsrail hakkındaki değerlendirmeyi aktarıp Netanyahu ve Gallant hakkındaki tutuklama talebini ifade ediyor. Konuşmadaki bu öncelik-sonralık sıralaması elbette tesadüf değil. Yani, savaş suçlarının başlama gerekçesinin veya ortaya çıkış nedeninin aslında Hamas’ın eylemleri olduğu, öncelikle Hamas’ın cezalandırılmasının gerekliliği üzerinde duruluyor. Bunun dışında, elbette özellikle vurgulamak gerekir ki savaş suçunun sadece İsrail liderleri tarafından değil aynı zamanda Hamas liderleri tarafından da işlendiği tespitiyle Filistin direnişi de mahkum edilmek isteniyor. İsrail’in işlediği savaş suçları konusundaki “delillerin” artık herhangi bir uzmanlık gerektirmeyecek şekilde herkesçe görülen somut bir vaka olduğu aşikar. Ancak Hamas’ın işlediği “savaş suçlarına” dair nasıl bir değerlendirme yapıldığı ve hangi delillerin bu suça isnat edildiği ayrıca sorgulanmalıdır. Bu noktada soykırıma karşı hayatta kalmaya çalışan ve onlarca yıldır katledilen, yerinden edilen, toprakları işgal edilen bir halkın kendisini savunma ve var olma hakkının “savaş suçları” ile burjuva uluslararası hukukçular tarafından meşruiyetinin saldırıya uğraması da elbette sürpriz olarak değerlendirilemez.

Öte yandan, burada UCM Başsavcısı Karim Khan’ın CNN’de Christiane Amanpour ile yaptığı röportajda öne çıkan bazı ifadelerine de yer vermek gerekiyor. Örneğin; Khan’ın şu cümleleri oldukça dikkat çekiciydi: “Bazı liderler benimle konuştu ve çok açık sözlülerdi. Üst düzey bir lider bana bu mahkeme Afrika ve Putin gibi haydutlar için kuruldu dedi.” Röportajda dikkat çeken bir başka mesele de Amanpour’un başsavcıya “soykırım” ifadesini kullanmadığını hatırlatması ve bunu sorması oldu. Başsavcı Khan ise soykırım ifadesini kullanmadığını kabul etti, bunun aktif ve devam eden bir soruşturma olduğunu, şu an için böyle bir sonuca ulaşmadıklarını ve soruşturmanın sonuçlanmadığını ekledi. Amanpour’un sorusu üzerine soykırım ile mevcut durumu karşılaştırarak neden bu ifadeyi kullanmadığını ise şöyle açıkladı: İsrail’in eylemlerinin toplu katliam olarak değerlendirdiğini, soykırım için spesifik amaç/kast olması gerektiğini söyledi

Öncelikle, mahkemenin Batı dışında kalan ülkeler için kurulduğunun ve bu tip ülkelerin yargılanabileceğinin beyan edilmesi “kolonyalizmin” ve “emperyalizmin” açıkça ifade edilmesinden başka bir şey değildir. Hukukun emperyalist bir müdahale aracı olarak kullanıldığını gösteren bu yaklaşım nedeniyle UCM’nin sağlıklı bir karar vermesi veya kararlarının geçerlilik kazanması imkan dahilinde değildir. Bunun dışında başsavcının İsrail’in eylemlerini “soykırım olarak” nitelendirmemesi ve “olası kast/spesifik niyet” konusunda ikna olmaması ise UCM’nin oldukça sorunlu bir yargılama yürüttüğüne işaret ediyor. Burada birtakım sorular akla geliyor: Soykırım olması için daha başka ne olabilir? Başsavcıyı ve UCM’yi nasıl ikna edebiliriz? Acaba ikna olmaları için İsrail’in Gazze’ye nükleer bomba atması mı gerekiyor? Ya da böyle bir durum olsa tıpkı ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’de yaptıklarından sonra olduğu gibi cezasız kalmayacağına dair bir garanti söz konusu mudur?

UCM’nin tutuklama talebine dair bu genel değerlendirmenin ardından özel olarak UCM’ye ve burjuva uluslararası hukukun durumuna da değinmek gerekiyor. Zira herkesin gözleri önünde işlenen soykırımın nasıl engellenmediği, İsrail’in “uluslararası hukuku” yok sayarak faşizmi ve soykırımı nasıl da dünya gündemine tekrar geri getirdiğini anlayabilmek için meseleye dair sistemik değerlendirme yapmak elzem. Bilindiği üzere UCM, Birleşmiş Milletler çatısı altında kapitalist devletlerin “liberal uluslararası hukuk” düzeninin güçlendirilmesi adına ortaya çıkardığı bir uluslararası düzeyde yetkili mahkemedir. Mahkemenin Uluslararası Adalet Divanı’ndan (UAD) temel farkı ise, devletleri değil kişileri yargılamasıdır. Bir başka önemli fark da şu: UAD, BM’nin ana organıyken UCM için böyle bir durum söz konusu değil. UCM, temel yasal dayanağı olan Roma Statüsü’ne taraf devletlerin (124 devletin) inisiyatifiyle yetkili kılınmıştır. Taraf olmayan ABD, Rusya, Çin ve İsrail gibi devletler bu tip kararları kesin olarak tanımamaktadır. Dolayısıyla kararların bağlayıcılık kazanması açısından bu tip devletlerin taraf olmaması önemli bir engeldir. Bu açıdan Putin hakkında daha önce alınan tutuklama kararının da bir etki oluşturamadığını hatırlatmak yerinde olacaktır.

Bu noktada ABD’ye dair özel olarak birkaç hususa değinmek gerekiyor. ABD’nin UCM’yi tanımaması sadece kendisi açısından değil hegemonik güç olduğu için sistemik açıdan da belirleyici rol oynamaktadır. Bu kapsamda tutuklama kararına ilişkin değerlendirmeyle söz konusu etki bir kez daha ortaya çıkmıştır. ABD Başkanı Biden, karar hakkında UCM kararını kabul etmediklerini, Hamas ile İsrail’in eylemlerinin birlikte değerlendirilemeyeceğini ifade ederek soykırımı destekleyen tutumunda bir değişiklik olmadığını bir kere daha gösterdi. Ayrıca ABD, UCM’ye yaptırım uygulamayı dahi gündemine aldı. İsrail de ABD gibi UCM’yi ve başsavcıyı tehdit etti. Netanyahu şu ifadelerle İsrail’in tutumunu açıkça gösterdi: “Yurtdışına gitmek konusunda endişeli değilim, o endişelenmeli”. Artık, uluslararası düzeyde “mafyatik yöntemlerle” inşa edilmeye çalışılan bir uluslararası rejimle karşı karşıyayız.

Özetle ifade etmek gerekirse, uluslararası hukuk kurumlarının ortak sorun alanları olan “yaptırım gücü”, “caydırıcılık” ve “bağlayıcılık” gibi hususlar UCM bakımından da geçerlidir. Elbette, söz konusu sorunların ortaya çıkış nedeni burjuvazi diktatörlüğünün ve kapitalist devletlerin oluşturduğu uluslararası düzenden kaynaklanmaktadır. Birtakım “normatif”, “ahlaki” ya da “etik” değerlerle kapitalist düzenin işleyişinin aksatılması göz önüne alınabilecek bir risk değildir. Ayrıca bu tip “değerler” üzerinden işleyen bir düzen arzusu hiçbir kapitalist devlet tarafından hedeflenmemektedir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ve diğer Doğu Avrupalı sosyalist devletlerin ortaya çıkışı, Çin ve Küba devrimleri, ulusal kurtuluş mücadelelerinin sonucunda başlayan dekolonizasyon süreci ve antisistemik hareketlerin varlığı (örneğin 68 Kuşağı) nedeniyle ABD hegemonyası döneminde hegemonik istikrarı sağlamak adına liberal uluslararası düzen/uluslararası hukuk araçsallaştırılmıştır. Hatta SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun ortadan kalkması sonrasında söz konusu liberal düzenin hakim bir paradigmaya dönüşerek bir liberal ütopyanın gerçekleşeceği propagandası da şiddetli bir şekilde yapılmıştır. Sırbistan’ın Bosna’da gerçekleştirdiği soykırımın ancak ABD’nin ve AB’nin jeopolitik çıkarlarının gerektirdiği anda durdurulması, 2003’te ABD’nin hiçbir somut gerekçe ve BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan Irak’ı işgali, İsrail’in onyıllardır gerçekleştirdiği katliamlar ve son olarak süregiden soykırım bir ütopyanın değil aksine neoliberal bir distopyanın hakim paradigma olduğunu ortaya koymuştur.

Her şeyi metalaştıran ve varlığını süreklileştirilmiş iş cinayetlerine borçlu olan, doğayı talan eden, bitmek bilmeyen sermaye birikimi ve kâr hırsı olan burjuvazinin ne devletler arasında ne de uluslararası düzende “demokrasi”, “insan hakları” ya da “hukuk” gibi “değerler” üzerinden işleyen bir sistemi gerçekleştirmesi mümkündür. Devlet içinde ve uluslararası düzende mevcut duruma bakıldığında, emekçilerin açlıkla, sefaletle, işsizlikle ve iş cinayetleriyle hedef alındığı, katliamlarla ve soykırımlarla emperyalist savaşların ve çatışmaların finans-kapital ve askeri-endüstriyel komplekse tabiiyetle gerçekleştirildiği bir tablo ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla bu tabloda burjuva uluslararası hukuk organlarından biri olan UCM’nin İsrail’in soykırımı ile ilgili olarak “adil”, “tarafsız”, “caydırıcı” kararlar verebilmesi olanaklı değildir. Ayrıca diyelim ki mahkemede böyle bir irade var, bu durumda ABD ve ABD’ye bağlı vasal devletler (Birleşik Krallık ve AB üyeleri de dahil olmak üzere) bu iradeyi bertaraf edecektir.

Son olarak tutuklama kararı özelinde geleceğe dair birkaç saptamada bulunmak gerekiyor. Bu kararın uygulanması durumu elbette mahkemenin kurucu ve yasal zemini olan Roma Statüsü’ne taraf ülkeleri sorumlulukla karşı karşıya bırakacaktır. Tıpkı Vladimir Putin’in hakkındaki tutuklama kararı nedeniyle risk almayarak UCM’nin tarafı olan Güney Afrika’daki BRICS’in 2023 Zirvesi’ne katılmaması gibi Netanyahu ve Gallant da soykırımı desteklemelerine rağmen Birleşik Krallık, Almanya ve Fransa gibi birçok ülkeye seyahat etme riskini almayacaktır. Ancak kararın bu devletler tarafından uygulanıp uygulanmayacağı da elbette şüpheli. Fransa ve Norveç gibi kararı uygulayacağını açıklayan ülkeler var; ama Birleşik Krallık ve Almanya gibi ülkelerin bu karara uyarak Netanyahu’yu ya da Gallant’ı tutuklayacaklarına dair şu an için iddialı bir öngörüde bulunulamaz. Tüm bu hususlar göz önüne alındığında, kararın anlamlı bir sonucu gerçekleştirmesi pek mümkün değil.

Bu noktada ayrıca belirtmek gerekir ki hükümet değişikliğinde daha önceki İsrail hükümetlerinde olduğu üzere Filistin’e yönelik katliam ve işgal politikalarında köklü bir değişim olmayacağını ayrıca hatırlatmak gerekir. Başlangıçta da ifade edildiği üzere kararın etkinlik sorunsalı dışındaki diğer önemli sorun da Filistin direnişinin meşruiyetine ve Filistin halkının var olabilmek için yürüttüğü yaşamsal savaşa Hamas bahanesiyle saldırılmasıdır. Bu yüzden UCM veya benzeri kurumların soykırımları, katliamları ya da emperyalist savaşların neden olduğu yıkımları durdurabilmesi, savaşa dahli olmayan sivil insanların yaşamını koruması mümkün olamaz.

Sonuç olarak, UCM ya da UAD gibi burjuva uluslararası hukuk mahkemeleri değil Filistin’in özgürlük ve varoluş mücadelesi ve Filistin halkıyla dayanışan emekçi dünya halklarının emperyalizme karşı direnişi ancak soykırıma son verip özgür bir Filistin’i mümkün kılabilir. Birtakım reformist çözümlere yaslanmak hem emekçiler hem de halklar açısından kurtuluş imkânı yaratamaz. Hatta bu tip teslimiyetçi ve konformist tutumlar ancak faşizmin ve soykırımın tüm dünyada hâkim kılınmasına neden olabilir. Hukuk bağlamında emekçilerin ve halkların mücadelesi tarihsel gerçeklerin kayıt altına alınması ya da emperyalist burjuva diktatoryasına karşı koymak için değerlendirilebilecek bir propaganda aracından fazlası olmayacaktır. 

Bu ortamda haliyle, bize düşen görev birtakım liberal ütopyaların peşinden koşmak yerine emeğin ve doğanın sömürüsünü ortadan kaldırarak burjuvazinin emperyalist tahakkümüne son verecek mücadelenin parçası olmaktır. Artık soykırımların/katliamların süreklileştirildiği, görünüşteki burjuva demokrasisinin -aslında oligarşisinin- artık faşizme evrilmeye başladığı tartışmaları yapılıyorken liberal uzlaşıya veya reformizme teslimiyet emekçiler ve ezilen dünya halkları açısından varoluşsal bir tehdit anlamına gelecektir. ABD hegemonyasının can çekiştiği, Çin’in alternatif hegemonya hayalleri kurduğu, burjuvazinin sömürü düzenini yeşille makyajlamaya çalıştığı bu tarihi kırılma döneminde sömürünün ve katliamların şiddeti ve yoğunluğu artacaktır. Bu dönem bir taraftan burjuvazi için düzenin yeniden dönüştürülerek kapitalizmin tekrar rayına oturtulması için bir fırsat olduğu gibi aynı zamanda diğer taraftan emek hareketi ve ezilen tüm dünya halkları için de elverişli bir dönemdir. Gramsci’nin dediği üzere “aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği” temelinde topyekûn mücadeleyi esas kılmak gerekiyor.

Son Eklenenler