Geçtiğimiz haftalarda Cumhur İttifakı iktidarının özellikle güvenlik ve dış politikadan sorumlu önemli isimleri bir “üçüncü dünya savaşı” olasılığından bahsetti, ülkenin hükümet eliyle bu duruma hazırlanıyor olmasını öven kimi açıklamalar yaptı. Bunun üzerine yandaş medyanın prime time programlarında ana tartışma konusu bir süreliğine çeşitli küresel gerilimler oldu. Yandaş “punditler” (bu İngilizce kelimeyi Türkçeye “herbokolog” diye çevirmeyi seviyorum) herhalde çeşitli Avrasyacı kaynaklardan önlerine konan “talking pointleri”1 bu programlarda geveleyip durdular. Bunun iktidar kaynaklı “normalleşme” hamlesinin bir parçası olarak küresel ortamın halkımız açısından tehlikeli olmaya başladığı dolayısıyla bu çalkantılı denizde “yapıcı muhalefet” ihtiyacının bir parçası olarak gündeme getirildiği kanısındayım. Bu söylem, çeşitli uluslararası krizler patladıkça giderek sıklaşan bir biçimde yeniden piyasaya sürülecektir. Sonuçta şu anda o yönde kullanılmasa da özellikle sonbaharda emekçilerin yoksulluğu iyice belirginleştiğinde Mehmet Şimşek’e ve orta vadeli programa dönük toplumsal muhalefete karşı bir sopa olarak da kullanılır bu söylem. Bu yazıda, kısaca bu söyleme ve arkasındaki siyasal anlayışa dair değerlendirmeler yapmak istiyorum.
Her şeyden önce esas meseleye, yani üçüncü dünya savaşı olasılığına değinelim. Bu tehlike caridir, var olmadığını söylemek yersiz bir iyimserlikten başka bir şey olmaz. Belki de bu konudaki sembolik olsa da en meşhur gösterge 1947’den beri Chicago Üniversitesi merkezli olarak ölçülen Kıyamet Saati (Doomsday Clock) 2023 Ocak’ında gece yarısına doksan saniye kalaya ayarlanarak tarihi boyunca kıyamete en çok yaklaştığı zamana ayarlanmış oldu.2 Pandemi ve sonrasında olup bitenleri hatırlayanlar şaşırmayacaktır. Şu anda Gazze’de bir soykırım, Ukrayna’da Birinci Dünya Savaşı usulü geniş bir cephe muharebesi sürüyor. Küresel ekonomi 2008 krizinden sonra gerçek anlamda asla toparlanamadı, hiçbir zaman tam anlamıyla aşılamayan bir durgunlukla ve şimdilerde durgunluğu yenmek için uygulanan başıboş para politikaları sonucu oluşan enflasyonist ortamla uğraşılıyor. Kolektif Batı merkezli tek kutupluluk gözümüzün önünde yıkılırken yeni güç merkezleri yükseliyor.
Bu bağlamda en çok konuşulan tabii ki Çin Halk Cumhuriyeti. Neoliberal küreselleşme sürecinde üretim maliyetlerini düşürme dolayısıyla kârlılığı artırma uğruna kısmen sanayisizleşmeyi göze alan küresel kuzey, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir imalat sanayi devine dönüşmesine katkıda bulundu. Savaş ihtimalini gündeme getirecek şekilde gerginliği artıran en önemli unsur, ABD’nin bu avantajı geri almak amacıyla doksanların iyimserlik döneminde kendi koyduğu serbest ticaret kuralları hilafına Çin’i sıkıştırmaya çalışması ve Tayvan konusunda Soğuk Savaş’ta Çin’i yanına çekerken benimsediği “Tek Çin” politikasından yeni bir jeopolitik gerginlik yaratma amacıyla mümkün her de facto yöntemle çark etmesidir. Çin’i kuşatmak amacıyla kimi hamleler de yapılmakta ama neoliberal küreselleşmenin diğer kazananları Hindistan, Vietnam gibi ülkelerin yanı sıra İran, Afganistan gibi ABD’ye düşman rejimler tarafından yönetilen ülkeler ve tek kutupluluk yıkılırken kaybeden tarafta olmak istemeyen Suudi Arabistan, Kazakistan gibi ülkeler bu kuşatmanın kapsayıcı olmasını imkansızlaştırmaktadır.3
Bu noktada Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, hatta Rusya gibi bölgesel güçlerin de durumuna kısa da olsa değinmek gerekir. Hindistan, Çin ile boy ölçüşebilecek biçimde, neoliberal küreselleşmeden bir imalat sanayi ülkesi olarak faydalandı. Devasa bir nüfusa yani rezerv emek gücüne sahip bir ülke. Nitekim gerek Obama gerek Trump Japonya ve Güney Kore, hatta Almanya’yı yönlendirmelerine benzer bir biçimde Hindistan’ı da yönlendirmek için diplomatik girişimlerde bulundular. Bunun ötesinde pek çok Hint kökenli politikacı bugün Amerikan siyasetinde etkin hale geldi.4 Fakat unutmamak gerekir ki Almanya, Japonya ve Güney Kore fiilen Amerikan işgali altında ülkelerdir. Hindistan böyle değil, tam tersine sömürgecilik karşıtı bir mücadeleyle kurulmuş ve bu siyasi bilinçle küresel siyasette tutum alan bir ülke. Soğuk Savaş sırasında benimsediği o güne uygun tarafsızlık politikasını (non alignment), şimdilerde günümüze uyan çoktaraflılık politikasıyla (multi alignment) ikame ettiklerini ifade ediyorlar. Benzer bir tespit, fiili lideri (Vietnam Komünist Partisi genel sekreteri) hayatını kaybeden Vietnam için de yapılabilir, apartheid sonrası Güney Afrika Cumhuriyeti için de… Bu ülkeler bir tarafın uysal müttefiki olmayacaklardır. Bu durum, yaptırım, kuşatma ve benzeri zayıflatma politikalarını işlevsizleştiren dolayısıyla sıcak çatışma olasılığını artıran bir işlev görmektedir. ABD, düşmanlarını artık doğrudan askeri seçeneğe başvurmadan yenemiyor.
Bu durumu Ukrayna işgalinde gördük. NATO savaşa her geçen gün daha çok müdahil olmak durumunda kalıyor. Zira Ukrayna’ya cephane sağlayıp Rusya’yı iktisaden ve diplomatik olarak kuşatarak kısa sürede Moskova’da rejim değişikliği sağlama planı işlemediği gibi savaşın iktisadi etkisi ABD’nin Avrupalı müttefiklerini zora sokuyor. Çin, Rusya’yla stratejik işbirliğini geliştiriyor. Avrupa’yı yoksullaştıran savaş bir bakıma Kuzey Kore’ye ve İran’a fayda sağlıyor. Böyle olunca da NATO tarafının elinde krizi tırmandırma ya da yenilgiyi kabul etme seçenekleri dışında bir seçenek kalmıyor. Kolektif Batı’nın düşmanlarına karşı yapılacak her hamlenin hikayesi bu olacaktır: Tırmandırma, onları artık yumuşak güçle sonuç alması mümkün değildir. İşte “üçüncü dünya savaşı” tespitinin arkasındaki dinamik budur. Hiç değilse dört asırlık küresel hakimiyetini kaybetmek istemeyen, dolayısıyla nazikçe liderlik pozisyonunu yükselen güçlere devretmeyecek güç krizleri tırmandırmadan başka çaresi kalmadığı için uluslararası hukuk ve benzeri çatışma çözümü yöntemlerini çöpe atmakta ve sürekli savaş hali yaratmaktadır. Ama bu, bugünden yarına üçüncü dünya savaşı çıkacağı anlamına gelmez. Ticaret savaşları, demir perde benzeri dışlayıcı uygulamalar ve bölgesel savaşlar bir süre daha artarak devam edecektir.
Zaten mevzu da bu. Daha fazla bölgesel savaş, küresel ticaret, para ve insan hareketinin yavaşlaması özellikle Türkiye gibi dış finansa ve küresel ticarete, turizme bağlı bir ekonomide sürekli bir bunalım ortamı anlamına gelir, pasta küçülür dolayısıyla emekçiler masadan dışlanmaya çalışılır. Şimşek’in orta vadeli programı uzun vadeli kaderimiz olur. Böyle bir senaryoda “hepimiz aynı gemideyiz” anlamındaki yaklaşımlar holdingçi güçlerin emekçi halkımızın aleyhine semirmesine onay vermek dışında bir sonuç yaratmaz. Denecektir ki “ya bu hep böyledir”, bu yanlış, pandemiye kadar dar gelirliler sayıları artsa da hâlâ refahın kırıntılarından yararlanabiliyordu. Rakamlar gösteriyor ki dünyada durum bozulurken son beş altı yılda Türkiye de bundan ağır etkilendi. Zaten bu bozulmanın siyasi, toplumsal ve ekonomik sonuçlarını da beş altı aydır artık açıkça görüyoruz. Normalleşme Cumhur İttifakı iktidarı tarafında bu konjonktürde gündeme getirildi. Bunu unutmamak gerekir.
Siyasete bahis konusu olan bazı şeylerin “milli” sıfatıyla siyaset dışına çıkarılması da bu normalleşme politikasının bir parçasıdır. Nitekim ana muhalefet liderinin özellikle dış politika gibi konularda “milli” duruş sergilemesi bekleniyor, iktidarla diyaloğa açık olması isteniyor. Bunu yaptığı ölçüde emeklilere yapılacak zam gibi konularda söylediklerinin bazen yandaş medyada bile bir süredir haberleştirildiğini görüyoruz. “Siyasal diyaloğun nesi kötü?” diye sorulabilir. Esas soru şudur: Neyin “milli” olduğuna kim karar verecek? Bugün kuşkusuz Cumhur İttifakı’nın yerel seçimlerde aldığı ağır yenilginin ardından ekonomi politikasının eleştirilmesi bu kıstaslar dahilinde politikanın konusu olarak görülebilir ama bir kez bu yola girilirse bir süre sonra izin verilen muhalefet dozu sadece inşa edilecek muhayyel bir mega caminin dört minareli mi yoksa altı minareli mi olacağı noktasına sıkışabilir. Öyle ya savaş boyutunda rekabetçi olunan küresel piyasalarda Türkiye’de üretim maliyetlerinin artmasına yol açacak politikalar “gayrımillilik” ile kolayca suçlanabilir. Bu bakımdan yeni dünya savaşının bu peşrev evresinde “birlik ve beraberlik lazım” yalanıyla ekmeğimizin küçülmesinin önünü açacak şekilde işçi ve emekçilerin sesinin kısılmasına, muhalefet kanallarının kendi kendine daraltılmasına izin vermemeliyiz. Bu yönde siyasetin kurgulanmasına daha şimdiden dur demek, halkı ilgilendiren her konunun siyasetin konusu olduğunu vurgulamak gerekir. Ekmek meselesi ücretlerle, maaşlarla, enflasyonla sınırlı değildir.
Üçüncü dünya savaşı meselesine geri dönelim. Gerçek anlamda bir dünya savaşına hazırlanamazsınız, o termonükleer bir felaket olacaktır. Birlik ve beraberlik içinde olmanız da hiçbir işe yaramaz. Beştepe’nin altında bütün Türkiye nüfusunu içine alabilecek bir sığınak olduğunu sanmam. Üçüncü dünya savaşı olasılığı, daha çok birlik beraberlik anlamına gelmez. Bir an evvel zenginleri yememiz dolayısıyla holdingçi güçleri yenmemiz gerektiği anlamına gelir. Madem dünya savaşı geliyor sınıf savaşını büyütelim.
- Konuşma başlıkları: çeşitli konularda farklı farklı belirlenmiş fikir ya da argüman içermeyen muhatabınızın spesifik soru ya da argümanıyla doğrudan ilgisi de olmayan (ama genel olarak o temayla ilgili) ezber bir kelimeler bütünü. Genelde kamu diplomasisinden sorumlu bir otorite tarafından herbokologlara ezberletiliyor. ↩︎
- Buna en uzak olduğu an 1991 Ocak’ında gece yarısına 17 dakika kalaya ayarlandığı zamandı. Tek kutupluluk döneminin başının özellikle okumuşlar arasında yoğun bir iyimserliğe yol açtığını benim gibi yaşı tutanlar hatırlar. Bu ayarlama da bu iyimserliğin bir yansımasıydı. Oysa bu tek kutupluluk dönemi zenginin daha zengin olduğu yoksulların yurttaşlık haklarının dahi önemli ölçüde aşındığı, dolayısıyla zenginlerin siyasal karar alma süreçlerini tekelleştirdiği ve çeşitli insanlığa karşı suçların ve savaş suçlarının (Irak işgalinde gördüğümüz gibi) son tahlilde “iyi” amaçlarla gerçekleştirildiği için değerlere dayalı ahlaki bir söylemle rölativize edilerek önemsizleştirildiğine şahit olduk. Sonuç algının hakikatin, değerlerin maddi çıkarların önüne geçtiği dolayısıyla sağırlar diyaloğu dışında fikir alışverişinin mümkün olmadığı bir dünya oldu. Bu da sonuçta küresel hegemonların işine yaramıştır. ↩︎
- Trump’ın başkan yardımcısı adayı J.D. Vance geçenlerde cehennemi boylayan Kissinger’ın da önerdiği gibi Rusya’yı dahi yanına çekerek Çin’i çerçevelemeyi savunan, esas düşmanı Çin olarak gören bir siyasetçi. ↩︎
- Kamala Harris pek görüşmediği Jamaikalı babasından doğru Afrika kökenine vurgu yapar, seçim siyaseti açısından bu anlaşılır bir şey ama unutmamak gerekir ki onu büyüten annesi Hintlidir. Trump’ın BM temsilciliğine atadığı eski vali, Cumhuriyetçi ağır top Nikki Haley kocasının soyadını kullanır ama o da Hintli. Kongredeki ilerici grubun lideri Demokrat parlamenter Pramila Jayapal… Yalçın Hoca’ya bağlamadan bu kısmı bitireyim. ↩︎