Direniş notları II
İzmir-Ankara asfaltı. Şehir merkezinden çıktıktan sonra yolun iki tarafında fabrikalar, depolar, bacalı ve bacasız sanayi merkezleri birbirine eklenerek uzanıyor. Manisa il sınırına gelmeden hemen önce sağ tarafta, yoldan hafifçe yukarıda duran Lezita yol boyunca karşılaştığımız devasa metal bloklardan biri. Fabrikanın kapısına çıkan rampanın sağ tarafında, otoparktan bozma bir düzlüğün üzerinde geçici grev yerleşkesi kurulu. Basit bir çadırdan biraz daha gelişkin bu direniş alanının yola bakan tarafında bu işyerinde grev olduğunu söyleyen bir pankart asılı.
Kristal Yağ’ın1 kent merkezindeki gökdelenlerle çevrili ortamından epey farklı bir coğrafya burası. Grev alanından şehirlerarası yolun karşısına doğru baktığımızda önümüzde ufak tefek yapılarla dağlara kadar giden bir boşluk uzanıyor. Kent bitti ama sanayi asla bitmiyor, bilakis genişliyor. Küresel fabrikanın kılcallar boyunca yayıldığı Anadolu hinterlandının hiç durmadan akan atardamarlarından birinin üzerindeyiz. Burada sadece fabrikalar, taş ocakları ve derin boşluklar var. Bir de hızlıca geçip duran kamyonların sesi ve kesintisiz biçimde yerden havalandırdıkları toz.
Abalıoğlu Grubu’na bağlı bir tavuk kesim ve işleme tesisi olan Lezita’da çalışan 180’e yakın işçi 7 Mart’tan beri grevde. Şirketin internet sitesinde yazılana göre toplam 3548 çalışanı var. Grevdeki işçiler bunun 3000 kadarının doğrudan üretimde çalışan mavi yakalılar olduğunu söylüyor. Holdingin burası dışında yem ve balık işletmeleri de mevcut. İlginç olan şu ki, internet üzerinde Abalıoğlu diye arama yaptığınızda karşınıza birden fazla holding çıkıyor. Sermayedar bir ailenin üçüncü kuşağında birkaç parçaya bölünmüş ve birbirinden bağımsız ticari yapılar haline gelecek şekilde dağılmış Abalıoğlu şirketleri. Kendi aralarındaki ilişkileri bilmiyoruz. Zaten bizim için çok da bir şey fark etmiyor, sermayedarlar arasındaki ayrımlar mücadele açısından özsel bir değişikliğe yol açmıyor. İşçilerin aktardığına göre bu fabrikayı kuran ve şirketin şimdiki patronlarının babası olan Orhan Abalıoğlu, 2019’da ölmeden önce çocuklarına vasiyet kabilinden tek bir nasihatte bulunmuş: “Fabrikaya sendikayı asla sokmayın ve işçilerin talepleri karşısında dik durun.” Görünen o ki ilk nasihati yerine getirmekte başarısız olan veliahtlar bu yüzden ikincisine sıkıca tutunmaya çalışıyorlar.
Fabrikadaki çalışma şartları oldukça ağır. İş yapılan birime göre ya yüksek sıcaklıklarda ya da dondurucu soğuklarda, çoğunlukla gerekli ekipmana sahip olmadan çalışılan, tavuk kesim eldiveni gibi kullanılması kaçınılmaz olan ekipmanın da işçinin ücretinden kesildiği, işçilerin performans baskısıyla sürekli olarak sıkıştırıldığı üst düzey bir sömürü çarkı var. Bunun sonucunda elde edilen ise ancak bir asgari ücret oluyor. Her sene daha da büyüyen kârlılığı patronlara yetersiz geliyor olmalı ki işçiler üzerinden başka türlü gelirler de elde etmenin yollarını arıyorlar. Bir keresinde ay başında herkese ikramiye olduğu izlenimi verilerek dağıtılan birer çeyrek altının, ay sonunda bordroları alınca maaşlarından kesildiğini gören işçiler bunu hem gülerek hem de öfkelenerek anlatıyor. Onlara verdiği açlık sınırının altındaki ücreti çarçur etmemeleri için işçileri tasarrufa yöneltecek kadar sağduyulu ve değişen altın fiyatları üzerinden kuyumcularla anlaşıp bu tasarruftan kendine pay çıkaracak kadar cin fikirli yöneticileri var Lezita’nın.
Bu kurnaz aklın karşısında 150 gündür süren grevin yürütücüsü ise Hak-İş’e bağlı Öz Gıda-İş. Sendikaların renkleriyle ilgili şerhi burada da koyabiliriz. Hak-İş mevcut hükümete, devlete ve sermayeye göbekten bağlı, en çok üyeye sahip, en sarı konfederasyon. Ama nadiren de olsa onun bünyesindeki sendikalarda, özellikle de onların belli şubelerinde ve örgütlendikleri belli işyerlerinde ana hattan ayrılan tarzlara rastlamak mümkün. Bu ayrışmanın belirleyicisi mevzubahis şubede çalışan sendika uzmanları kadar, o bölgedeki ya da işyerindeki üye işçilerin sendikayla kurdukları ilişki ve kendi taleplerini dayatma potansiyeli. Lezita grevi de bu anlamda hem örgütleyicilerinin mücadeleden kaçmayışı hem de işçilerin grev konusundaki kararlılığıyla Hak-İş içinde böyle bir ton farkını yaratabilmiş örneklerden.
Buradaki grevin Kristal Yağ’a kıyasla en büyük farkı ve dezavantajı ise işçilerin içerideki üretimi durduramamış ya da ciddi biçimde aksatamamış olmaları. Grev kararı alındığında yaklaşık 1500 üyesi olan sendikadan ancak 180 kişinin greve çıkacak cesareti göstermesi ister istemez patronun elini güçlendiriyor. Bu yüzden grevdekiler içeride kalan, onların yüzüne bakmaktan imtina eden, çarşıda karşılaştıklarında yüzlerini çeviren bu diğer işçilere de öfkeliler. Fakat tabii ki kendileri de benzer tereddütlerden geçerek geldikleri için durumun zorluğunun farkındalar. Bu cesaretsizliğin en yaygın ve belirgin sebebinin işsizlik korkusu olduğunu söylüyorlar. “Siz nasıl korkmuyorsunuz?” diye sorduğunuzda ise cevap aşağı yukarı ortak: “Korkuyoruz tabii, ama korkunun ecele faydası yok.”
Diğer yandan şirketin grevin etkisini kırmak için işe aldığı Hindistanlı işçiler neredeyse ilk günden bu yana bir tartışma konusu. Buna dair ortaya çıkan tepkiler bütün siyasi yatırımını göçmen düşmanlığı üzerine yapan Ümit Özdağ’ın da gözünden kaçmadı tabii ki.2 Grev alanına gelerek burayı kendi şovuna malzeme eden Özdağ’ın patronlarda yarattığı tedirginlik işçiler arasında da bir düzeyde karşılık bulmuştu. Ama bu kanıya rağmen daha güçlü olan anlatı ise Hindistanlı işçilerin çalışma koşullarına karşı fabrika içinde yaptıkları eylemler. Göçmen işçilerin içeride kurdukları birlik ve taleplerini dile getirme cesareti direnişteki işçileri onlara yakınlaştırmış. Greve çıkmayıp bu işin bu kadar uzamasına yol açan yerli işçilerdense Hindistanlı işçileri kendilerine daha yakın bulduklarını dile getirenler bile var. Bu tartışmaların grev ve direniş alanlarında sosyal medyadaki sığlıktan çok daha katmanlı ve karmaşık biçimde ele alındığını söylemek yanlış olmaz.
Fabrikada üretim durdurulamamış ama holdingin grev kırma çabalarına rağmen işler bir düzeyde yavaşlatılmış. “Grevin üretime etkisi nedir?” dediğimizde işçilerden birinin aktardığı hesap birçok açıdan çarpıcı: eskiden fabrikada günde 480 bin tavuk kesiliyormuş, Mart ayından sonra bu sayı 360 bin civarına düşmüş. Canlı hayvan kesim endüstrisinin bu büyüklüğü karşısında şaşırmamak güç. Bir de sermaye burada öyle bir sistem kurmuş ki neredeyse hiç atık ortaya çıkmıyor, gagasından pençesine tavuğun her bir parçasından sinekten yağ çıkarır gibi değer elde ediyor. Aynı sermaye sahibi o değerden çok ufak bir payı daha işçilere vermemek için de aylardır diretiyor.
Temmuz sıcakları bastırıp da iklim zoruyla 6 kişilik nöbet sistemine geçene kadar Lezita grev alanı 80 kişinin sürekli bir arada olduğu bir kolektif yaşam deneyiminin de mekanıydı. Bir yanda kamyonların sürekli bir akış içinde geçip ortalığı toza boğduğu Ankara asfaltı, diğer yanda yakılan tavuk tüylerinden dağılan dumanların altındaki fabrikanın iri gövdesi arasında kalan, ideal olmaktan uzak şartlara sahip bir alan olsa da sendikanın yarattığı imkanlar ve işçilerin çabasıyla bir hayli yaşanılası hale gelmişti. İçeride çalışırken birbirini tanıma şansı olmayan birçok işçi de ilk defa bu alanda karşılaşıp tanıştığını söylüyor. Aynı mücadelenin parçası olmak, aynı yolun tozunu yutmak insanları birbirine başka türlü yaklaştırıyor, dostluklar yoldaşlığa evriliyor.
Grevlerin sınıfın özgücünü test etme, kendi mücadele araçlarını üretme deneyimleri olması kadar bu kolektif alanlarda ortaya çıkan başka, çok önemli bir işlevi daha var. Doğum günlerinin, yıldönümlerinin, özel günlerin ilk defa burada anlamı olduğunu hissettiğini söylüyor işçilerden biri. Bu işçi sınıfının kendine ait bir zamanı, ancak ve ancak bu tip istisnai mücadele anlarında yaratabildiğinin de ifadesi aslında. Yıllardır ilk defa bu grev alanında hiçbir şey yapması gerekmeden boş durabildiğinden ve bunun ne kadar güzel bir şey olduğunu orada anladığından bahsediyor bir diğer işçi de. Kadın işçiler açısından bu deneyimin daha da keskin olduğunu söylemek mümkün. Çalıştıkları yıllar boyunca mesai sonrası ev ve bakım işleri de üzerine yığılmış olan kadınlar boş zaman denen mefhumun hayatlarından tamamen çıkmış olduğunu söylüyorlar.
Terry Eagleton da geçtiğimiz aylarda yayınlanan Kültür nereden çıktı? başlıklı yazısında Marksizmin emekle değil boş zamanla ilgili olduğunun altını çiziyordu. Mücadele biçimlerinin mevcut sisteme dair eleştiri ve itirazları içerdiği kadar hayatımızdan çalınan şeyleri de bize hatırlatması onları daha güçlü kılıyor. Grev alanındaki işçilerin çoğu işe döndüklerinde özgür bir zamana sahip oldukları bu dönemi hep hatırlayacaklarını söylüyorlar.
Kendi zamanı üzerinde tasarrufa sahip olmak alışık olmayan bünyelerde bir bilinmezlik, acemilik de yaratabiliyor. Erkek işçiler grev alanında boş durma ve bekleme ağırlıklı geçen sürelerde can sıkıntısına daha kolay kapılıyorlar gibi. Kadınlar mücadele sayesinde yaratılan bu vakitte keyiflerince bir şeyler yapma konusunda daha yaratıcı, daha hevesli. Bir kısmı ilk defa oyun oynayacak vakti bulmaktan memnun. Anne babalarının yanında direniş alanına gidip gelen çocukların da dahil olduğu oyun grupları Uno, okey ve kağıt oyunları arasında bölünmüş durumda. Grev sayesinde hatırlanan bu özgürlük duygusu ücret talebiyle başlatılan bu mücadelenin içindeki siyasi karakteri ortaya çıkaran detaylardan yalnızca birisi.
Siyasi niteliklerinin belirginleşmesi ihtimali karşısında bu mücadeleler asli görevi sermayeyi korumak olan devletin zor güçleri tarafından sürekli olarak bastırılmaya, geriletilmeye çalışılıyor. Lezita işçilerinin birçoğu açısından 16 Nisan günü maruz kaldıkları jandarma şiddeti devletin ve kolluğun kimin tarafında olduğu konusunda bir netleşme yaratmış. Genelde “Biz terörist miyiz? Niye bize böyle saldıyorlar?” sorularıyla başlayan sorgulamaların siyasi bir özellik kazanmasına, kime neden terörist dendiği tartışmasına evrilmesine vesile olmak ise ancak bu direniş alanlarında sürekli varlık göstermekle, direnen işçilerin fiilen yanında olmakla mümkün.
Direniş notlarının bir önceki yazısında nereden başlayacağız diye sormuştum. Bu soru aslında varacağımız yere dair halihazırda bir fikrimizin olduğunu da açık ediyor. Başka bir dünya hayalimiz ortada ama bizi oraya çıkaracak yolu arıyoruz. Devrimci mücadele bu açıdan biraz kaşifliğe biraz da haritacılığa benziyor. Biliyoruz ki Kristal Yağ’ın önünden geçen o sapa cadde bir şekilde Lezita’nın önündeki geniş asfalta bağlanacak, oradan da başka tozlu yollara ulaşacak. Esas mesele bu bağlantıları ortaya çıkaracak, olmadığı yerlerde onları inşa edecek iradeyi gösterebilmekte.
- Direniş notlarının ilk yazısı Nereden başlayacağız?’da Kristal Yağ grevini aktarmıştım. ↩︎
- Bu konuyla ilgili olarak Umut-Sen sitesindeki Lezita’da Ümit Özdağ vakası üzerine: Destursuz bağa gireni değnekle kovalarlar yazısına bakılabilir. ↩︎