Pazar, Mart 16, 2025

Sürecin Çözümü

100 yılı aşkın süredir devam eden Kürt sorunu, gerek Kürt Özgürlük Hareketi’nin eylemleri, gerekse bu harekete karşı yapılan devlet operasyonlarıyla istisnasız biçimde ya Türkiye’nin gündeminin en tepesindedir ya da en önemli birkaç gündem maddesinden biridir. Devlet kanadından sorunun çözülmesi için, samimi olsun ya da olmasın, bugüne kadar bazı süreçler işletilmiş, Kürt Özgürlük Hareketi’nin gücü ve Kürt halkının mücadelesi sayesinde birçok kazanım elde edilmiştir.

Tencerede yine bir şeyler kaynıyor. Kürt sorununa dair “barışçıl” çözüm önerisi bugüne kadar faşist şeften gelmemişti. Devlet Bahçeli, 1 Ekim’den bu yana bu mesele hakkında konuşuyor. DEM Partili vekillerle tokalaşması ve “Dünya’da barış istiyorsak, ülkemizde de barış istemeliyiz” açıklamasından sonra Recep Tayyip Erdoğan bu çağrıya destek verdiğini açıkladı. Sonra “Öcalan örgütünü tek taraflı feshetsin” teklifi yapan Bahçeli’ye DEM Parti’den “tecriti kaldırın, Öcalan örgütüne ne diyor görelim” cevabı gelmişti.

22 Ekim’de olanlar oldu. Kesip biçmeden, Bahçeli’nin açıklaması şöyle: “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterirse Umut Hakkı’nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın.”

Bahçeli, tecridin kaldırılmasını talep etmedi ama bunu varsayarak konuştu. Öcalan’ı meclise davet etti. Ardından Ömer Öcalan’ın yaptığı görüşmeyle de tecrit fiilen kalktı. Bahçeli, eğer Öcalan bu dediğini yaparsa umut hakkının kullanımının önünün açılmasını da talep etti. Umut hakkı, yani müebbet hapis cezası olanların iyi hale dayalı koşullu salıverilmesi.

Yetmez. Erdoğan, Bahçeli’ye desteğini açıkladı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, kendi deyimiyle el yükseltti. “Kürtlere bir devlet teklif ediyorum. Kendini ait hissetmeyen bütün Kürtlere, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sahibi olmayı teklif ediyorum” dedi.

Tüm bunlar nasıl ve neden oluyor? Neden bugün oluyor? Siyasetin yükseklerinde neler konuşulduğunu, nelerin masada olduğunu ya da olmadığını biz fanilerin bilmesi mümkün değil. Yalnızca tahmin edebiliriz. Sosyal bilimler diplomalı birçok akademisyen de hızlıca tahminlere dayalı analizlerine başladı. Yazdı, yönetti, oynadı. Biz, bütün hikayeyi açıklamaya talip değiliz. Yalnızca meseleyi nereden tartacağımızı tartışmak, zemini fark etmek istiyoruz.

Öncelikle, meseleye dair “hızlı” analizlerden birkaçına değinelim.

1.Erdoğan’ın siyasi ömrünü uzatmak istiyorlar. Öyle mi? Belki de, emin değiliz. Erdoğan’ın siyasi ömrünü belirleyen anayasa maddesinin, yani cumhurbaşkanının iki dönemlik sınırının üçe, beşe, sonsuza uzatılması için Öcalan’ın “koşullu salıverilmesini” öneren bir kumar oynanabilir mi? Bu kumarın ona bir seçim yenilgisinin önünü açmayacağı (son seçimde ilk turda seçilememişken, anketlerde oyları hızla erirken, eski deyimle tencerede taş pişirirken) garanti mi? Devletten ve burjuvaziden bağımsız bir AKP-MHP ittifakı oyunuyla teklif edilebiliyor mu bu 100 yıllık sorunların çözümleri? Emin değiliz. Ayrıca, bu ülkede ırkçı milliyetçi formla, İttihat ve Terakkiyle başlayan, Avrupa’da faşistlerin ve Nazilerin ortaya çıkışı, akabinde de NATO’nun bu geleneği yeniden dizayn etmesiyle oluşturulan ülkücü faşist hareket, hepi topu sekiz yıldır birlikte iş tuttuğu Erdoğan’ın siyasi ömrünün uzatılmasına nasıl bu kadar göbekten bağlı hale geldi? Nasıl oluyor da onsuz herhangi bir siyasi gelecek tahayyül edemiyor? Anlamak güç. Bu açıklama, “Erdoğan’da Bahçeli’nin kaseti var” argümanının biraz daha karmaşıklaştırılmış formu olmaktan öteye gidemez.

2. Tüm bunlar ekonomik sorunları gündemden defetmek, Şimşek programını uygulamak için… Evet, her şey “son kertede” ekonomiktir, üretim ilişkileriyle alakalıdır. Ama sınıf savaşı kendisini birçok farklı savaş sahasında çok katmanlı olarak gizler. Meseleyi ekmekle açıklamaya çalışmak, hiçbir şey söylememekle aynı anlama gelir. Mesele ekmekle ilişkili de, ne açıdan? Buna cevap verilmiyor. “Bırakalım bu işleri, işçilerin dertleri var” ekonomizmiyle, Kürtlerin masaya oturduğu her ânı “sahtekarlar” diye bağırabilmek için kollayan bir Marksizm tahrifatıyla ilişkimiz yok.

Şuna da cevap verilmiyor: Bu ülkede proleter devrimci hareketin ne gibi bir güncel gerçekliği, nasıl bir örgütlü gücü var da devlet buna karşı böyle “özel” bir önlem alma gereği duyuyor? Potansiyelin varlığı doğrudur. Proleter devrimci hareketin zeminini oluşturacak koşullar hakimdir. Ama henüz bunun zemini bile yoktur. Hareketin esamesi okunmuyor. Devrimcilerin birkaç işçi direnişinin zaferi için yollara düştüğü (ayaklarına taş değmesin) yenilgi günlerinde, hâlâ kocaman olan Kürt hareketi üzerinden sınıf mücadelesine karşı nasıl ve neden bir “oyun” oynansın? Bunların açıklaması yok. Ama konjonktürün iki gerçekliği var: Devlet Kürtleri hâlâ yenemedi, İsrail’in soykırımcı saldırganlığı ile ABD’nin buna desteği de dur durak bilmiyor.

İsrail, 7 Ekim 2023’ten beri Filistin’i, Lübnan’ı, Suriye’yi ve İran’ı hedef almaya devam ediyor. Savaşın hızı her geçen gün artıyor. ABD, İsrail’e tam destek veriyor. Emperyalist mevzilerini kaybetmek istemeyen Batı’nın istekleri doğrultusunda, İsrail’in hakim güç olduğu bir Ortadoğu’yu inşa etmek için vahşi saldırılar bitmek bilmiyor. Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın, Hamas’ın lideri Haniye’nin, Aksa Tufanı’nın komutanı ve Hamas’ın son lideri Sinwar’ın birkaç ay içinde öldürülmeleri, Gazze’deki soykırımın bütün dünyanın gözü önünde tavizsiz devam etmesi, Suriye’deki İran elçiliğine yapılan saldırılar… Bunlar her sene olan şeyler değil.

Bunların yanında Türkiye ne kadar üzerine giderse gitsin ne PKK’yi bitirebildi ne de Rojava’yı yok edebildi. Rojava’da daha fazla ilerleyemiyor. ABD de, Suriye de bu ilerlemeyi istemiyor. Bunun sonucunda Suriye’yle normalleşme çabalarına girişen Türkiye o süreçten de bir sonuç alamadı. Suriye, Türk askerlerinin topraklarından çekilmesini şart koşuyor ama bu da Türkiye’nin ve ABD’nin çıkarlarına uymuyor.

Türkiye, Kürtlere karşı savaşında bir çıkmaz sokağa girmiş gibi duruyor. KCK’ye karşı verdiği savaşta yalnız. İsrail, İran, Rusya, ABD, AB, Suriye… İlkesel olarak hepsi yanında olsa da, konjonktür gereği hiçbiri pratik olarak yanında değil.

Türkiye, sınırları dışında böylesi sıkışmışken içeride Kürt hareketine karşı güçlü bir pozisyonu var. Siyasi iktidarın baş koltuğunda, 22 yıldır AKP ve Erdoğan oturuyor. Oy oranlarından öte (son yıllarda büyük oranda zora dayalı) güçlü ve hakim bir iktidar ve kendi iç hesaplaşmalarını dışarı yansıtmamak konusunda mahir bir Cumhur İttifakı var. 2015’de diplomatik, 2015-2016 sürecinde askeri, sonrasında kitlesinin de yakındığı siyasetsizlikle politik olarak gerileyen KÖH, askeri olarak büyük oranda Rojava’ya çekildi. Kürt illerine kayyumlar atandı, düzenli olarak OHAL ilan edildi. Türk toplumunun milliyetçi-ırkçı damarı yeniden güçlendirildi.

Kürtlere karşı dışarıda zayıf, içeride güçlü olan devlet bölgesel bir savaş tehlikesi gördüyse ve burada NATO müttefikliğinin gereklerine uygun davranacaksa Kürt sorununu çözmek zorunda hissetmiş, bunun için masada elinin en güçlü olduğu ânı fırsat bilmiş olabilir. Bölgesel bir savaşta tarafsız kalacak dahi olsa, yoğun savaş atmosferinde içeride bir devrimci Kürt muhalefeti olduğu sürece kendisini bu atmosferin içine çekebileceğini biliyor da olabilir. Ne kadar zayıf da olsa ortada temeli ve örgütlülüğü güçlü bir devrimci Kürt muhalefeti vardır ve savaşlar güçlü örgütlerin bir sonraki sıçraması için belki de tek fırsattır. Eli faşist şefin uzatması da hem kitleleri daha kolay ikna etmek hem de masaya güçlü oturmak için istenmiş olabilir.

23 Ekim’de Ankara’da TUSAŞ’a yapılan saldırının ardından Bahçeli’nin, “hiçbir hain ve hasmane hesap tutmayacak, hiçbir kanlı ve kalleş proje milli birlik ve kardeşliğimizin karşısında tutunamayacaktır” açıklaması ile Demirtaş’ın “Demokratik siyaseti ve barış arayışlarını itibarsızlaştırmaya yönelik hiçbir yaklaşımı kabul etmeyeceğiz” açıklaması, kendi dillerinde “provakosyana karşı mücadeleye devam” gibi tınlıyor. (Bahçeli’ninki klasik bir teröre karşı birlik açıklaması olarak da okunabilir, normal zamanda daha muhtemeldir, ama üç haftalık çözüm maratonu sonrası…) Özgür Özel de “zamanlaması manidar” diyerek buna katıldı.

Bugün (24 Ekim) Öcalan’ın tecriti kaldırılıp Ömer Öcalan’la görüşmesine izin verildiğini görmüşken, dün akşam (23 Ekim) Kobane’ye atılan bombalar, Türk devletinin Kürt hareketini masaya oturtma çabaları olarak okunabilir.

Elbette bunun Erdoğan’ın siyasi ömrünün uzatılması, “biz terörü bitiriyoruz barış getiriyoruz diyoruz, siz hala tencere tava diyorsunuz” propagandasıyla halkın yoksulluğunun üzerinden atlanması, Şimşek’in programının daha rahat uygulanması gibi bir dizi çözümün de anahtarı olabileceği düşünülmüştür. Bir taşla birkaç kuş vurmak istenmiş olabilir. Bunların hepsi kendi içinde tutarlı tahminler, ama sadece tahminler.

Gelelim proletarya devrimcilerinin konumuna.

Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı vardır. Bu zaten kimse tarafından verilmedi, Kürt hareketi tarafından bu hak bilfiil zor yoluyla hayata geçiriliyor. Ne ulusalcı sosyalistler, ne de başkaları bu hakkı geri alabilir. Kürt Özgürlük Hareketi istediği masaya oturur, istediği masadan kalkar. Eleştirsek bile destekleriz, karışmayız. Zaten onların kararına etki edecek gücümüz varmış gibi davranmaya da gerek yok.

Bizim Lenin’den öğrendiğimiz bir şey var. Tüm ülkelerin devrimcilerinin, kendi devletlerinin kaybetmeleri için uğraşmaları, savaşları iç savaşlara dönüştürmeleri gerektiği. Proletarya devrimcileri, ulusalcı sosyalistlerin şovenist hezeyanlarına da, devrimciliği ve şovenizme karşı mücadeleyi Kürtlerin mücadelesine endekslemiş bir kolaycılığa da düşmeden, Türkiye topraklarında patronların, holdinglerin avuçlarında sıkmaya çalıştığı kitleleri, efendilerine karşı bir sınıf olarak bir araya getirmek sorumluluğunu alırlar.

Tabii ki hem proletaryanın kendi kavgasına hem de Kürt halkının mücadelesine en iyi destek budur. Proletarya devrimcileri, ne Türklerin devlet tarafından dizayn edilmiş geniş anlamıyla ulusalcı çizgisinin, ne de Kürt halkının halihazırdaki örgütlülüğüne yaslanan ve Türkiye’deki ilişkilere zerre etkisi olmayan çizginin kolaycılığına kaçmadan, zor ama tek hakiki yolu, yoksul emekçi kitlelerin üzerindeki köleci ve aralarındaki şovenist ilişkileri dağıtacak yolu seçerler.

Yaklaşan bölgesel savaşı durdurmak, “halklara barış, saraylara savaş” çizgisini diri tutmak, savaşı burjuvaziye karşı bir iç savaşa çevirmek için ABD emperyalizmine, onun bölgedeki uzantıları İsrail ve Türkiye’ye karşı, emperyalizmin içsel bir olgu olduğunu unutmadan, yani ülkedeki kapitalist ilişkiler bütününü, yani devlet aygıtını paramparça edecek bir savaşın tarafı olmalıyız.

Çözüm önerim bu. Yani garp cephesinde yeni bir şey yok. Yani proletarya devrimciliği, yine ve tabii yeniden…

Devrimci yenilgici saflara!

Son Eklenenler