Koşturan bedenler, dakikalar içinde yapılan işler, saniyeler içinde kayan ekranlar, oradan oraya sıçrayan algı ve birbirine bakan künt, duygusuz yüzler… Bütün bu mekanik akış içinde ortaklaştığımız konulardan biri sürekli başkaları için üretirken bizim tükenmemiz, diğeri de neredeyse hepimizin artık hiçbir şey okuyamadığını, kısa metinleri bile anlamakta zorlandığını, odaklanamadığını söyleyip yakınması. Erkekse kadınları, yetişkinse çocukları, küçük burjuvaysa işçiyi, vatandaşsa göçmenleri anlamak imkansızmışçasına bağ kuramamak… Günün sonunda birçoğumuz döner yine hayatın boş, anlamsız, bir şey yapmanın gereksiz olduğu gibi bir nihilizmde ortaklaşırız.
Peki, böyle mi gerçekten? Her ne kadar ekonomik politik koşullar tarafından belirleniyor olsak da bu koşulları biz de üretmiyor muyuz? Bu cendereden kaçış, daha anlamlı eyleme gücümüzü arttıracak, bizi edilginleştiren, gücümüzü azaltan koşulları bertaraf edecek, bize anlam ve güç verecek koşullarla çevrili bir toplum kurmak ve şimdiden bu toplumu kuracak yönde ilişkiler üretmek mümkün değil mi?
Johann Hari Çalınan Dikkat adlı kitabında Facebook, Twitter, Youtube gibi sosyal medya platformlarının tasarımcılarıyla yaptığı görüşmelerde hepsinin ana hedefinin ekrana bakma süremizi uzatmak olduğu bilgisini edinir. Özellikle tavşan deliği diye bilinen yöntemle bizi bambaşka ekran ve konulara kaydırmak rutin hilelerdendir. Silikon Vadisi’nin dört bir yanında çalışan bir dizi sosyal medya tasarımcısıyla yaptığı görüşmelerde, dikkat konusundaki bu yaklaşımın hemen her şirkette geçerli olduğu bilgisini almıştır. Hari, eski bir Google mühendisi olan Tristan Harris’le çok sayıda görüşmeler yaparak ikna teknolojisi laboratuvarı adı altında insanların duygu, düşünce ve davranışlarını değiştirmeyi amaçlayan, bir dizi deneyden haberdar olur. Kulağa komplo teorisi gibi gelse de kaynağı psikoloji biliminde B.F. Skinner’in “anında pekiştirme” fikrine dayanıyor.
Buna göre, kullanıcı davranışını pekiştirmek istiyorsanız, hemen kalpler ve beğeniler almasını sağlamalısınız. “Yıllar içinde beni asıl endişelendirmeye başlayan nokta” diyor Tristan, “başlangıçta dünyayı daha iyiye götürebileceklerini düşündükleri için bu işe giren arkadaşlarımın insan doğasını manipüle etme yarışına kapılıp gitmeleri oldu.” Tristan’ın verebileceği pek çok örnekten biri şöyle: Instagram’a hayat vermiş olan arkadaşları Mike ve Kevin bir süre sonra hoş bir şey olduğu için birtakım filtreler ekler, çektiğiniz fotoğrafın daha sanatsal görünmesini sağlayacak filtreler… Daha sonra Snapchat ve diğer uygulamalarda kim daha iyi güzelleştirme filtreleri sunacak yarışına neden olacağının, bunun da insanların bedenleri hakkında düşünme şekillerini böylesine değiştireceğinin, filtrelerine daha çok benzeyebilmek için bıçak altına yatan koca bir insan grubu çıkacağının Mike ve Kevin’ın aklından bile geçmediğine emin olduğunu söylüyor Tristan. Ama arkadaşlarının dünyayı öngöremedikleri ya da kontrol edemedikleri şekillerde dönüştüren değişimlere yol açtıklarını da görüyor.
Youtube’ta çalışan Guillaume Chaslot adındaki bir tasarımcı-mühendis ise Youtube algoritmasının nasıl çalıştığını anlatıyor: Facebook’ta olduğu gibi ne kadar çok video izlerseniz Youtube o kadar çok para kazanıyor. Bir videoyu bitirdiğinizde Youtube size otomatik olarak yeni bir video öneriyor ve oynatmaya başlıyor. Peki, bu videolar nasıl seçiliyor? İnfial yaratan, şok edici, aşırı şeyler gördüğümüzde daha çok ekrana baktığımız bilgisiyle Youtube böyle videolar önerip oynatmaya başlıyor. Ortalama bir genç anbean bu görüntülere maruz kalıyor. Telefonu elinden bıraktığında o öfke duygusu geçiyor mu peki? Sonuçlar pek çok kişi için böyle olmadığına işaret ediyor. Büyük bir araştırmada milliyetçilere nasıl radikalleştikleri sorulduğunda çoğunluğu internet üzerinden olduğunu söylüyor, kendilerini en çok etkileyen site olarak da Youtube’u gösteriyorlar.
2015 yılında Illinois Üniversitesi’ndeki bir araştırma ekibinin parçası olan Motahhare Eslami Facebook algoritmasının nasıl çalıştığını şöyle açıklamış: Birincisi, böyle site ve uygulamalar zihnimizi sık aralıklarla ödül isteyecek şekilde eğitmek için tasarlanıyor. Kalp ve beğeni açlığı çekmemize yol açıyor, fiziksel dünyada olmak çok zorlaşıyor. İşinizden ve ilişkilerinizden uzaklaşıp bir doz daha retweet peşine düşüyorsunuz. İkincisi, bu açlık yüzünden telefonunuzu daha çok elinize alıyorsunuz, siteler arasında normalden daha fazla geçiş yapmaya başlıyorsunuz ve düşüncelerinizin niteliği düşüyor. Üçüncüsü, sizinle ilgili tüm verileri topluyorlar; nelere sevindiğinizi, nelere kızdığınızı, neleri beğendiğinizi, nelerden heyecanlandığınızı vs. Size özgü tetikleyicileri öğreniyorlar. Dikkatinize nüfuz edebildikleri anlamına geliyor bu. Ne zaman telefonu elinizden bırakacak olsanız site geçmiş davranışlarınızdan öğrendiği kadarıyla kaydırmaya devam etmenizi sağlayacak verileri sunuyolar. Ve bu veriler şirketlerin ellerinde pazarlanabilir bir değer olarak toplanıyor. Dördüncüsü, algoritmaların çalışma şeklinden dolayı sizde öfke uyandırıyor olması. Bu öfke anlama ve odaklanma yeteneğimize, dikkat becerimize zarar veriyor. Beşincisi, sizi kızdırmanın yanı sıra diğer insanların öfkesiyle çevrelenmiş gibi hissettiriyor bu siteler. Dikkatiniz etrafınızdaki beklenmedik tehlikeleri taramaya başlıyor ve diken üstünde oluyorsunuz. Gitgide daha çok tehlike arayışına yöneliyorsunuz, kitap okumak, anlamak ve çocuklarınızla oynamak gibi daha yavaş odaklanma biçimlerine yer kalmıyor. Altıncısı, toplumsal, kolektif hareket tarzı, emeğimizi sömüren, doğamıza zarar veren şirketlere karşı tepki geliştirme ve siyaset üretme becerimiz de elimizden alınıyor.
İnsanlık tarihinin bütünüyle kıyaslandığında son kısımdaki çok küçük bir bölümünü kaplayan bu internet platformlarının iyi yönleri, emekçiler ezilenler açısından lehimize kullanabileceğimiz yönleri de yok değil. Örneğin, bu platformlar sayesinde birbirimizden, uzağımızda süren mücadelelerden, iş cinayetlerinden haberimiz olabiliyor. Bir araya gelebiliyoruz, örgütlenebiliyor ve ortak tepki üretebiliyoruz. Bazı infial yaratan olaylarda, sosyal medya aracılığıyla hukuk bile işletilebiliyor. Fakat bunları biz bir araya gelerek, örgütlenerek, kurumsallaştırmanın yollarını örmemiz yani gerçek kılmamız gerekiyor. İnsanlık tarihinde dönüşüm yaratan pek çok olay gibi bu da yeni bir dönem. Kurucularının iyi niyetli buluşlarına rağmen bu araçlar egemenlerin ellerinde yeni kullanışlı bir insan tipi yaratmak için yaygınlaştırıldı ve hayatımızın ortasına yerleştirildi. Bundan geriye dönemeyiz.
Fakat emekçiler, ezilenler, emeği sömürülenler olarak bunun teorisini yapmalı, bizi bu hız girdabına alan, dikkatimizi, odaklanma becerimizi elimizden alan, algımızı aşındıran, keder duygusuyla etkinlik gücümüzü azaltan bu platformlardan daha iyisini istemeliyiz. Bir araya gelerek, örgütlenerek bu hız ve bitkinlik üreten, başka bir insan tipi yaratan sistemi reddetmeliyiz. Dünyada bunun örnekleri var, haftalık çalışma saatinin azaltılmasını talep eden, iş güvencesi isteyen, internet hızının yavaşlatılmasını isteyen, internet platformlarının hükümetlerden bağımsız kamu denetimini isteyen, yavaş bir yaşam isteyen birçok grup oluştu. Biz de yaşamımızı elimize almak için buna karşı kolektif bir karşı duruş sergileyebiliriz.
Sosyal medya platformlarında sayfadan sayfaya geçerken yorgun olan zihnimizi dağıttığımızı, her şeyden haberimiz olduğunu, birçok şeyle bağlantı içinde olduğumuzu düşünüyoruz. Bu hızın insana iyi hissettiren bir yanı da var ve tabii bunun bir bedeli de. Çok yorucu olabiliyor. Daha önemlisi hız uğruna derinliği feda ediyoruz. Zira derinlik için zaman gerekiyor, enerji gerekiyor. Kendimizi adamamız gerekiyor. Oysa şimdilerde derinlik gerektiren her şey zarar görüyor. Yüzeye çekilip duruyoruz. İmajlar, imgeler, önyargılar dünyasında savrulup duruyoruz.
Spinoza’nın birinci tür bilgi dediği yani bölük pörçük, yarım yamalak, neden sonuç ilişkisi olmayan, bizi kederlendiren, etkinlik gücümüzü azaltan, edilgenleştiren bilgi türünün ördüğü bir dünya bu. Esas olansa neden sonuç ilişkisi kurabildiğimiz, nesnesine yani gerçekliğe uygun olan bilgi türüyle, yani ikinci tür bilgiyle örülü bir kavrayış tarzıyla ilişkilere, olgulara, olaylara bakmak ve bunlara ilişkin derinlemesine kavrayış tarzı geliştirmenin bitmeyen bir öğrenme ve deneyim sürecini gerektirdiğinin farkında olmak. Peki, ama nasıl?
Spinoza Ethica’da “doğada hiçbir şey insana, aklın kılavuzluğunda yaşayan bir insandan daha yararlı olmaz” der. Başka bir önermede ise “edilgin duygulara bağımlı oldukları sürece insanların doğal anlamda uyuştukları söylenemez.” Peki, bu kadar imaj bombardımanı altında, onaylanma, kabul görme histerisiyle, dışsal nedenlerle güdülendiğimiz, itibar ve güç peşinde koştuğumuz bir toplumda nasıl bir araya gelebiliriz? Emeğimizin günden güne değersizleştirildiği, adeta kölelik koşullarına mahkum edildiğimiz, doğamızın talan edildiği, zehirlendiği, su kaynaklarımızın tükendiği, toprağımızın elimizden alındığı ve buna benzer yakıcı sorunlarla yüz yüze olduğumuz ekonomik-politik koşullarda ortak bir gücü nasıl tesis edebiliriz? “Doğada kendinden daha cesur ve güçlü olamayan hiçbir şey yoktur” der Ethica. “İnsanların kendi varlıklarını koruyabilmek için arzulayabilecekleri en makbul şey; herkesin zihinleriyle ve bedenleriyle her konuda adeta tek bir zihin ve beden oluşturacak şekilde uyuşması, herkesin elinden geldiğince kendi varlığını beraberce korumaya çabalaması, herkesin hep birlikte herkesin ortak yararına hizmet edecek olanı araması” olabilir aklın kılavuzluğu. Yani “aklın kılavuzluğunda yaşayan insanlar kendileri için istemediklerini başkaları için de istemezler.” Aslında Spinoza bize burada ahlak öğretmez, moral ilkeler değildir bunlar. Bize aklın kılavuzluğunda, sonsuzluğun bakışı altında bir hakikat arayışının neşe ve güç vereceğini, ancak bu şekilde dışsal nedenlerin etkisine daha az uğrayabileceğimizi, güçlerimizi birleştirerek özgürleşebileceğimizi ontolojik olarak göstermeye çalışır. Önerdiklerine bakılırsa Spinoza’nın merceğinden bakmayı denemek bizlere faydası olması açısından öyle az buz bir şey olmasa gerek.
Epeydir üzerine düşündüğüm bu sorunlar Emre Yeksan’ın Yırtmak: Kişisel ihtiraslarımız ve yoldaşlık üzerine yazısını okuyunca tekrar aklıma geldi. Zira dostluk, yoldaşlık, dayanışma Spinoza’nın da üzerine düşündüğü olgular. Yukarıda bahsettiğimiz ve bizi sürekli akışkan, yüzeysel ilişkilere mahkum eden bir gerçekliğe rağmen birlikte sahici şeyler üzerine düşünmek ve bu yönde deneyimler üretmek mümkün mü? Kısaca da olsa üzerine düşünmeye değer.
Spinoza doğa ile insan, duygu ile fikir, beden ile zihin arasında karşıtlık olması bir yana bunların “aynı düzen ve bağlantı içinde” düşünülebileceğini söyler. İnsanları dostluk düzleminde bir araya getiren en sağlam unsur ise fikirlerdir ki fikirler bedenden ve deneyimden bağışık değil bunlara içkin şekilde ortaya çıkar. Ve fikirlerin içerdiği gerçeklik ya da gerçeklikten ne denli pay aldıkları fikirler arasındaki güç düzeylerini belirler. Yani bir fikir diğer fikirden daha gerçekse o fikir diğerinden üstündür ve bu açıdan da kavrayışımızı güçlendirir. İşte iki ya da daha fazla insanı dostluk ya da yoldaşlık bağıyla bir araya getirecek temel etken gerçekliğe ilişkin deneyimleri ve fikirleridir, yani hakikattir: “Bana kalırsa, kudretim dahilinde olmayan şeyler arasında, hakikati içtenlikle seven kişilerle kurulan dostluktan daha değerlisi yoktur. Çünkü inanıyorum ki, kudretimiz dahilinde olmayan şeyler arasında, dünyada hiçbir şey, bu insanlara sevgiyle bağlanmak kadar huzur verici olamaz. Nasıl hakikat bir kez algılandıktan sonra bırakılamıyorsa, bu insanların birbirine olan sevgisi de, her birinin hakikatin bilgisine duyduğu sevgiye dayandığı sürece bozulup yok olamaz.”
İçten, birbirimizi geliştirecek yönde ürettiğimiz ilişkiler anlamlı ve kıymetlidir elbette. Ama ilişkilerin içeriğini ve doğrultusunu belirleyen amaç ya da fikir ne kadar kapsamlı bir gerçeklik alanını yani ne denli nesnel bir amaç ve fikri içeriyorsa, o ilişkinin muhtevası da o denli kapsamlı, yani güçlü bir muhtevaya sahip oluyor. İnsan açısından bu kapsam ya da nesnellik ise özgürlük olabilir, ya da o yoksa özgürlük mücadelesi. Bu da gelişigüzel ya da “iradi” olarak belirlenen bir nesnellik değil adı üstünde gerçeklikten hareketle edindiğimiz nesnelliktir. Gerçekliği yine gerçeklik yoluyla açıklama çabası ise bize bu nesnel kavrayışın kaynağının tarihte ve doğada, insanın özgürleşme tarihinin derin izlerinde olduğunu gösteriyor.