Suriye’nin yıkılmasının yarattığı büyük kayba rağmen siyonist sömürgeciliğe karşı Hizbullah’ın inatçılığına güvenecek sebeplerimiz var.
David Ben-Gurion 1948 Savaşı sırasında genel kurmaya şöyle sesleniyordu: “Lübnan’ı, Ürdün’ü ve Suriye’yi alt etmek hedefiyle saldırmamız gerekir. Arap Birliği’nin yumuşak karnı Lübnan’dır, çünkü Müslüman rejim yapaydır ve altını oymak kolaydır. Arap Birliği’nin gücünü alt ettiğimizde ve Amman’ı bombaladığımızda Ürdün’ü ortadan kaldırmış olacağız ve sonra Suriye de düşecektir. Mısır’ın hâlâ savaşmaya cesareti kalırsa Port Said, İskenderiye ve Kahire’yi bombalarız.”1
İsrail devletinin kurucusu bu sözleri yaklaşık 75 yıl önce söylemiş olsa da İsrail devletinin üzerine kurulu olduğu siyasal mantığı ifade etmeye devam etmektedir: Mümkün olduğu anda komşu ülkelere saldır, altyapılarını ortadan kaldır, onları ayrım gözetmeksizin bombala, istikrarsızlıklarına neden ol ve hükümetlerini devir. Beşar Esad’ın devrilmesinin ardından Suriye’nin neredeyse tamamen bir El Kaide emirliğine dönüşmesi de bu siyasal mantık dolayısıyla kavranmalıdır. El Kaide’nin Suriye lideri Colani’nin ülke iktidarını ele geçirmesinin ardından, İsrail Suriye’nin bütün askeri kapasitesini ortadan kaldırmış ve 1974’te geri çekilmeye mecbur kaldığı bölgeyi tekrar ele geçirmiştir. Şimdi Colani şefliğindeki uluslararası cihatçı şebeke İsrail’e karşı mücadele edecek herhangi bir askeri kapasite bırakmadığı için İsrail’in Suriye’de istediği yeri işgal edeceği bir durum oluşmuştur. CNN’e göre, 14 Aralık itibarıyla, Beşar Esad’ın düşüşünden sonra İsrail Suriye’de yaklaşık 500 hedefe saldırmış, Suriye donanmasını tamamen ortadan kaldırmış ve Suriye hava savunmasının yüzde 90’ını yok etmiştir.
Hermon Dağı’nın daha önce Suriye kontrolünde olan kısmı İsrail kontrolüne geçmiştir, dağın zirvesi de İsrail işgali altındadır. Joe Stork’a göre Hermon Dağı havzası Ürdün Nehri’nin serin pınarbaşını oluşturduğu ölçüde çok önemlidir. İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann Aralık 1919’da Britanya Başbakanı Lloyd George’a yazdığı mektupta bu konunun öneminin farkında olduğuna işaret eder: “Filistin’in bütün ekonomik geleceği elektrik gücü ve sulama için su arzına bağlıdır ve suyun tedariği temel olarak Hermon Dağı’nın eteklerinden, Ürdün Nehri’nin baş pınarından ve Litani Nehri’nden elde edilmelidir.”
Kudüs Strateji ve Güvenlik Kurumu Direktörü Efraim İnbar da dağ hakkında şunları söylemektedir: “Burası bölgenin en yüksek yeridir, Suriye’ye ve Lübnan’a yukarıdan bakar, stratejik olarak son derece önemlidir. Dağların yerini hiçbir şey alamaz.” Geçtiğimiz hafta sonuna kadar Hermon Dağı Suriye topraklarındaki bir tampon bölgeydi, askersizdi ve orada Birleşmiş Milletler’in “barış gücü askerleri” devriye yapıyordu. İnbar, 2011’de yazdığı bir yazıda Hermon Dağı’nın sunduğu pek çok avantajdan söz eder: “Suriye teritoryasının derinliklerine elektronik gözetleme kullanma olanağı sağlar, bu da İsrail’e hazırlık aşamasında olan bir saldırıya karşı erken uyarı kapasitesi sağlar. Havadan gözetleme gibi ileri teknolojiler bununla mukayese edilebilir değildir. Bir dağdaki tesise tezat olarak hava kuvvetleri büyük antenler taşıyamazlar ve hava savunma sistemleri tarafından vurulabilirler. Dağın zirvesi Şam’dan 35 kilometre uzaktadır ve bu halde Şam İsrail topçu ateşinin menzili altında kalmaktadır.” İnbar, İsrail’in işgal altındaki bu bölgeden çekilip çekilmeyeceği sorulduğuna şunu söyler: Bu politik bir karardır, ordu orada kalmayı çok isteyecektir’.
İsrail, yerleşimci sömürgeciliğin çağımızdaki bir örneğidir. Bu sömürgecilik tarzının kavramsal tartışmasını yapmak bu yazının kapsamını aşar. Ama en azından şu söylenebilir: İsrail ilkel sömürgeci ve herhangi bir iktisadi rasyonalite tanımayan ırkçı ve arkaik –yani sermayenin rasyonelliğinden bile geri– teritoryal genişlemeci bir terör aygıtı olarak çalışmaktadır. Emily Atkinson ve Jack Burgess’ın haberine göre, Beşar Eşad’ın düşüşünden sonra İsrail hükümeti işgal ettiği Golan Tepeleri’nde yerleşimlerin genişlemesini teşvik etmeye gayret edecektir. Burada halihazırda İsrail’e ait 20 bin kişiyi barındıran 30 yerleşim bulunmaktadır.
Binyamin Netanyahu’ya göre, İslamcı isyanın iktidara gelmesiyle beraber İsrail için yeni bir cephe açılmıştır. Peki, El Kaide şefi ele geçirmiş olduğu Suriye ülkesine karşı İsrail’in açtığı cepheyi nasıl karşılamaktadır? Colani şunu söylemektedir: “Ülke savaş yorgunudur (yıkımı kendisi getirmişken ve o yıkımın ardından kendisi neredeyse tek bir mermi atmadan Suriye’yi ele geçirmişken), bu da yıllarca süren çatışma ve savaştan sonra yeni karşıtlıkları mümkün olmaktan çıkarmaktadır.” Sonra Suriye ülkesinin gaspçısı El Kaideci Colani The Times’a verdiği röportajda Suriye’nin İsrail’e saldırılar için kullanılmasına izin verilmeyeceğini belirtmiştir. İsrail’in Suriye’ye saldırmasına bir gerek kalmadığını, çünkü artık bu ülkede Hizbullah ve İran varlığının kalmadığını belirtmektedir. O zaman El Kaide elebaşına göre İsrail meşrudur ve İsrail’le savaşanlar gayrimeşrudur.
Beşar Esad’ın devrilmesinin İsrail’in sömürgecilik ve işgal kapasitesinin genişlemesiyle ilgili olduğu apaçıktır. Baasçılık İsrail için yok edilmelidir, çünkü Baasçlılık laik, merkezi bir cumhuriyetini ve Arap milliyetçiliğinin resmi ideolojisine karşılık gelir. Bu da Ortadoğu boyunca bir Arap birliğinin oluşturulması ve dinsel, etnik, mezhepçi ayrımlarının kaldırıldığı bir bölgesel bütünlüğün olanaklı olmasının ideasıdır. İsrail’in genişlemesi adına önce Irak, şimdi de Suriye Baas’sızlaştırılmıştır.
Irak Savaşı’nın başlıca mimarlarından, Karanlıklar Prensi mahlaslı Richard Perle’ün başında olduğu İleri Stratejik ve Siyasal Araştırmalar İçin İsrail Enstitüsü’nün 1996’da Binyamin Netanyahu için hazırladıkları “Pürüzsüz bir Kopuş: Sahayı Güvence Altına Almak için Yeni bir Strateji” başlıklı raporunun çok önemli bir teması Suriye’nin neden ve nasıl yıkılması gerektiğidir. Yazarlara göre İsrail en önemli bazı tehditleri istikrarsızlaştırmak, zapt etmek ve bertaraf etmek için Ürdün ve Türkiye ile yakından çalışmalıdır. Suriye, Lübnan toprağında İsrail’e meydan okumaktadır. Etkin bir yaklaşım İsrail’in kuzey sınırları boyunca Hizbullah, Suriye ve İran’la çatışarak inisiyatifi ele geçirmektir. Şam’daki rejimin doğası veriliyken, İsrail’in Suriye’nin kitle imha silahları programına dikkat çekerek kapsamlı barış sloganından vazgeçmesi ve Suriye’yi zapt etmek için harekete geçmesi hem doğal hem de ahlakidir ve İsrail Golan Tepeleri’nde barış için toprak pazarlıklarını reddetmelidir. İsrail kendi stratejik çevresini Türkiye ve Ürdün ile işbirliği içinde Suriye’yi zayıflatarak, zapt ederek, hatta etkisiz hale getirerek biçimlendirebilir. Suriye’nin potansiyel zayıflıkları bulunmaktadır: Şam, yeni bölgesel denklemin tehdit altında olmasıyla fazlaca meşgulken, Lübnan cephesinin dikkatini dağıtmasına izin veremez. Şam bir tarafta İsrail, diğer tarafta Irak’ın merkeziyle Türkiye ve merkezde Ürdün’ün Suriye’yi boğup onun Suud yarımadasından koparmasından korkmaktadır. Suriye için bu onun teritoryal bütünlüğünü tehdit edecek olan Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesinin başlangıcı olabilir. En önemlisiyse, İsrail’in Suriye’ye karşı Türkiye’nin ve Ürdün’ün, Suriye’nin yönetici elitine düşmanlıkla Suriye toprağına giren Arap aşiretleriyle ittifaklar kurarak yapacakları eylemleri diplomatik, askeri ve operasyonel olarak desteklemesinin anlaşılabilir olmasıdır. Suriye’nin rejimi Leninist sosyalizmi, Arap uyanışı kavramını, hatta ırkçı milliyetçiliği amaçlayan Baasçılık üzerine kuruludur. O defoludur, tehlikelidir ve ölümcül olarak hastadır. Mesele Suriye’nin Baas formunda uzun dönemde hayatta mı kalacağı, yoksa üstün mü geleceği değildir. Komünizm gibi Baasçılığın günleri de sayılıdır. Suriye’nin alt edilmesinin tarihinin bu raporda ileri sürülen stratejiyle örtüşme derecesi dikkat çekicidir.
Şehit Hasan Nasrallah’tan sonraki Hizbullah lideri Naim Kasım şöyle söylemektedir: “Beşar Esad’ın devrilmesiyle beraber Hizbullah Suriye’den geçen askeri tedarik hattını yitirmiştir. Suriye’nin kaybı İran için Ortadoğu’daki tek müttefikin kaybı anlamına gelmektedir.” Uluslararası Kriz Grubu’nun İran Projesi’nden Ali Vaiz, Suriye’nin, yani direniş ekseninin en önemli öğesinin düşmesiyle beraber İran’ın Hizbullah ile kara erişimini yitirdiğini söylemektedir. Dahası, Suriye’nin alt edilmesiyle İran şüphesiz siyonist saldırı tarafından daha şiddetli hedef alınabilecektir. Suriye’nin kaybı kendi teritoryasının ötesindedir. Beşar Esad’ın gidişi İran’ın onyıllara uzanan güvenlik politikasını yeniden düşünmeye mecbur edecektir. İran Suriye’yi kaybetmiştir, zaten düşmanlarının yaptırımları dolayısıyla yıpranmış ülke için bunun ekonomik sonuçları olacaktır. Suriye, sırf 2023’te İran’dan 40 milyon varil petrol ithal etmiş, bunun ödemesi de kredi hatları yoluyla gerçekleştirmiştir. Suriye’nin İran’a olan borcunun on milyarca dolar olduğu tahmin edilmektedir.
Suriye’nin uluslararası cihatçı şebeke tarafından ele geçirilmesiyle İran yalnız bırakılmıştır, İran’ın Siyonizme karşı direnişin güçlenmesi için önemi asla yeterince vurgulanamaz. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal ettikten sonra Hizbullah’ı oluşturacak bir milis grubunu seferber etmek, eğitmek, fonlamak ve silahlandırmak için İran Bekaa Vadisi’ne 1.500 eğitmen ve danışman yollamıştır. Çok uzun süredir siyonist işgalciliğe karşı mücadele veren başat örgüt Hizbullah’tır. ABD’yi 1984’te Lübnan işgaline son vermeye zorlayan temel olarak Hizbullah’ın 23 Ekim 1983’te Beyrut’taki deniz piyade kışlasına yaptığı saldırıda 241 Amerikan askerini öldürmesidir. İsrail ordusunu 2000 yılında Lübnan işgalinden vazgeçmeye zorlayan Hizbullah’tır. İsrail 2006 savaşında Lübnan’ı işgal etmeye teşebbüs ettiğinde Hizbullah tarafından püskürtülmüştür. İsrail’in 2023’te başlattığı Gazze soykırımına karşı İsrail’i ikinci bir cephe açmaya mecbur ederek dayanışma gösteren en önemli güçtür Hizbullah.
Bugün İsrail’in Lübnan saldırısı korkunç bir boyuttadır. Ivana Kottasová 12 Ekim tarihli yazısında ekim ayı başında dört İsrail Savunma Kuvvetleri (İSK) bölüğünün Lübnan’da savaşmakta olduğundan söz etmektedir, her bir bölüğün 10 bin ile 20 bin askere sahip olduğu tahmin edilmektedir. İsrail Lübnan’ın dörtte birinin boşaltılması direktifini vermiştir, BM’ye göre Lübnan’da şu ana kadar 1,2 milyon insan yerlerinden edilmiştir. Aksa Tufanı’ndan sonra Hizbullah İsrail’e karşı 2000’den fazla sınır ötesi saldırı gerçekleştirmiştir ve İsrail’in azımsanmayacak bir bölümünü yerleşimciler için yaşanmaz hale getirmiştir. İsrailli 80 bin kadar yerleşimciyi göçe zorlayan bu savaş kapasitesinin tahrip edilmesi için Suriye’nin ortadan kaldırılması çok önemlidir. Suriye’nin İsrail ve ABD destekli cihatçı bir şebeke tarafından ortadan kaldırılması, bütün askeri altyapısının yok edilmesi, devletin ilga edilmesi, İsrail’e karşı herhangi bir tehdit oluşturmaktan çıkarılmasının Hizbullah’ın İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesini engellemesinden hemen sonra gerçekleşmesi herhalde tesadüf değildir.
İSK askeri olarak başarısızdır, tek gerçek yeteneği özellikle hava kuvvetlerini kullanarak soykırım yapmaktır, o hava kuvvetleri de Lübnan’daki ve Gazze’deki karmaşık tünel sistemleri karşısında büyük ölçüde çaresizdir. Foreign Affairs’dan Dana Strout Gazze Savaşı dolayısıyla İSK’nin bitkin düştüğünü söyler. İSK’nin mühimmat stoku tükeniştir, hükümetin kamuoyu desteği düşüktür, ekonomi zarar görmektedir, İsrail’in bölgedeki ve uluslararası kamuoyundaki itibarı yok olmuştur. İSK komutası Gazze Seferi’nin Hizbullah’ın daha gelişmiş savaş yeteneklerinin ve daha sofistike silahları yanında çocuk oyunu gibi kalacağının pekâlâ farkındadır.
Reichman Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir savaş oyununun tahminine göre, Hizbullah haftalar boyunca İsrail’e günde 2.500 ile 3.000 arasında füze ve roket atışı yapabilir. İsrail’in hava savunma sistemleri Demir Kubbe ve Davut’un Sapanı günler içinde tükenecektir. Alma Araştırma Merkezi’nin raporuna göre Hizbullah tünel sistemi Gazze ile mukayese edilemeyecek kadar karmaşıktır, bu da İSK’nin en önemli şiddet aygıtı olan hava kuvvetlerinin etkinliğini azaltır. Temmuz ayında İSK tankların çoğu Gazze’de hasar gördüğü için tank kıtlığından mustarip olduğunu itiraf etmiştir. Tankların mühimmat ve personel eksiği de vardır ve savaş Lübnan’da genişletildiği takdirde gerekli çabuklukta takviye edilemeyecek boyutta yedek parça eksikliği vardır. Tedarikteki baskılar nedeniyle Gazze’deki tankların yeterince mermisi bulunmamaktadır. Yazara göre, Lübnan’daki bir savaş zaman, kapsam ve coğrafyada kısıtlanamayacağı için operasyonel hazırlığı bu kadar düşük hiçbir ordu ikinci bir cepheyi açmak istemeyecektir.
İSK’nin İsrail’in insan gücü üzerindeki etkisi dolayısıyla da kaygılanması gerekir. Haziran ayında, ordu yedek kuvvetlerine destek sağlayan bir kuruluşun raporuna göre, 10 bin kişi akıl sağlığı destek talebinde bulunmuştur, binlercesi sivildeki işlerinden kovulmuştur ve yedekler tarafından işletilen yaklaşık bin işletme kapanmıştır. Dahası, tükenmiş oldukları için, azımsanmayacak sayıda yedek kuvvet ikinci ya da üçüncü kez göreve çağrıldığında görev yerlerine gitmemişlerdir. Tükenmişlik aktif görevdeki kuvvetler arasında da yaygındır. Temmuz ayında dört İSK komutanı Netanyahu ile görüşüp birliklerin içerisinde bulundukları durumun aciliyetinden söz etmişlerdir. İsrailli askerlerin düşük moralleri ve artan yorgunluğu İsrailli karar alıcıların genişletilmiş bir savaş konusunda tereddüt etmesine yol açacaktır.
İsrail ekonomisi kötüye gitmektedir. OECD verilerine göre 7 Ekim sonrası geçen bir yılda gayrisafi yurtiçi hasılası yüzde 4,1 küçülmüştür. Mesela, Fitch askeri harcamanın bütçe açığını artıracağını gerekçe göstererek İsrail’in kredi notunu düşürmüştür. Gazze’de sürmekte olan harekata Lübnan’da genişletilmiş bir harekatın eklenmesi İsrail ekonomisinin sorunlarını kayda değer biçimde artıracaktır.
Daniel Sobelman, Kudüs Üniversitesi’nden bir uluslararası güvenlik uzmanıdır, Hizbullah’ın altyapısının yok edilmesiyle ilgili şunları söylemektedir: “Biliyoruz ki söz edilen altyapı içeriye doğru bir buçuk kilometrede dahi bitmemektedir, Beyrut’a kadar uzanmaktadır, Kuzey Lübnan’a ve Bekaa Vadisi’ne doğru… İsrail eğer o alanı temizlemek istiyorsa çok uzun vadeli bir operasyondan söz ediyor olacağız.” Hasan Nasrallah da dahil olmak üzere Hizbullah önderliği İsrail saldırılarında şehit düşmüşken Hizbullah’ın gösterdiği direnişin pek çok gözlemcinin dikkatini çektiğini ve onları şaşırttığını belirtir yazar.
Lübnan topografyası da İSK’yi zorlamaktadır. Çok sayıda İsrail askeri, düşmanın evinde hissettiği açık, dağlık arazinin operasyonu çok güçleştirdiğine işaret eder. Bir İsrail askeri şöyle söylemektedir: “Zorluk Hizbullah’ın İran tarafından daha çok silahlandırılması ya da Hizbullah’ın daha eğitimli olmasından ileri gelmemektedir. Zorluk kentsel alanda aylarca savaşmaktan açık arazide savaşmaya yönelik zihniyet değişimi mecburiyetinden ileri gelmektedir: En temel manevralar, mesela sıra halinde hareket etme konusu bile tamamen farklıdır.”
Kağıt üzerinde İSK Hizbullah birlikleri karşısında çok üstün olabilir. İSK’nin silahları çok daha ileri ve sofistikedir, İsrail birlikleri daha kalabalıktır, müttefikleri daha güçlüdür ve istihbaratları daha sağlamdır. Ama Güney Lübnan dağlarında bu avantajların pek geçerli olmadığını söylemek mümkündür. Sobelman, İsrail’in 2006 savaşında benzer bir durumu yaşadığını belirtir: “Hizbullah, Ortadoğu’nun en güçlü ordusuyla karşı karşıyaydı, İsrail her gün yüzlerce hava ve topçu saldırısı düzenlemekteydi ve modern, ileri bir askeriyenin tüm olanaklarına sahipti. Yenilmediler. Hayatta kaldılar. İsrail saldırısı boyunca Hizbullah İsrail’e her gün yüzlerce roket fırlatmayı başarıyordu.”
Sobelman 2006 fiyaskosundan sonra İsrailin neredeyse 20 yıldır Hizbullah’la yeni yüzleşmesi için hazırlandığını söyler: “Varsayım, bir sonraki savaşın Hizbullah’la olacağıydı, Hamas ile değil. Ama bu savaşa Hizbullah da hazırlanmaktaydı.” Şöyle devam eder: “Beklenti İsrail’in bu savaşı fazla bedel ödemeden kazanacağı yönündeydi. Ama gerilla savaşında asla gerçekleşmez bu. Hizbullah savaşçıları yeraltındaki tünellerde mevzilenmişti ve onların oynadığı savunma oyunuydu. Onların kaçını öldürdüğünüz fark etmez bir gerilla savaşında daha zayıf taraf maliyetlerin birikimin devamlılığına göğüs gererek nihayet kazanmaktadır.” Kissinger’ın söylediği gerçekleşmiştir: “Gerilla kaybetmediği müddetçe kazanmış sayılır.”
Özetle, İsrail kendi başına, askeri, iktisadi ve ahlaki olarak zayıftır. Onun gücü işbirlikçilerinin ona kölece boyun eğmesinden, siyonizmin ABD devleti ve kamuoyundaki gücünden ileri gelir. İsrail, ABD’nin Ortadoğu’daki uzantısı ya da “kuklası” değildir. Herhangi bir ABD’li siyasetçi eğer kariyerinde başarılı olmak istiyorsa siyonizmin Ortadoğu’daki hedeflerini gözetmek mecburiyetindedir. ABD’nin Ortadoğu’da çıkardığı savaşların da ABD sermayesinin çıkarlarıyla ya da ABD’nin büyük petrolcülerinin Ortadoğu’nun petrol kaynaklarını kontrol altına almasıyla da ilgili değildir. Mesele siyonist sömürgeciliğe alan açılmasıdır ve James Petras’ın bu konuyu ele alışı2 çok önemlidir.
Petras’a göre bu politikanın bir öğesi sayısı yüzbinleri bulan ABD askeri gücünün ve özel orduların işgaliyle yaklaşık bir milyon Iraklı sivilin öldürülmesi, 4 milyonunun topraklarını terk etmeye mecbur bırakılması ve yüzde 55’in yoksunluğa mahkum edilmesiyle sonuçlanan Irak işgalidir. Irak’ın işgali öncesinde ABD’li petrol şirketleri Saddam Hüseyin rejimiyle son derece kazançlı hizmet ve ticarete yönelik petrol sözleşmeleri kurma olanağına sahiptir. Siyonist iktidar konfigürasyonunun (ABD siyasetinde etkili olan siyonist lobilerin toplamı) baskısı altında, ABD hükümeti yaptırımlar yoluyla Irak ile bu ekonomik anlaşmaların gerçekleşmesini engellemiştir. Büyük petrol şirketleri, çatışmanın şiddetlenmesi, sürekli sabotaj, Iraklı petrol işçilerinin hatta işgalcilerin direktifleri altında seçilmiş bir Irak parlamentosunun özelleştirmeye karşı tahmin edilebilir direnişi, genel güvensizlik, istikrarsızlık ve Irak halkının düşmanlığı nedeniyle ABD işgalinden faydalanmayı başaramamıştır. Örneğin Londra merkezli Financial Times makalesinin başlığı “Büyük Petrol Şirketleri Irak Rezervleri Konusunda Bekleme Oyununda”dır.
Makalede büyük petrolcülerin Irak’taki dikkat çekici yokluğundan söz edilir. Yalnızca birkaç küçük petrol şirketinin toplam Irak petrolünün yüzde 3’üne sahip olan Irak Kürdistanı’nda sözleşmeleri vardır. Makaleye göre, büyük petrolcülerin savaşı desteklememe nedeni işgalden sonra yatırım yapmamalarının arkasındakiyle aynıdır. Şiddet düzeyi hâlâ kabul edilemez derecede yüksektir, partiler arasındaki gerilim yükseldikçe anlaşmanın ihtimali ortadan kalkıyor gibi görünmektedir. Petras, “büyük petrolcüler, Teksas milyarderleri, her ne kadar Bush ailesinin siyasal kampanyasına katkıda bulunsalar da onların gücü ve etkisi çok sayıdaki siyonist, İsrail yanlısı lobininkine yetmemiştir,” der. Siyonist konfigürasyonun savaş çığırtkanlığını ifade edecek kaynağı çoktur, kongre üzerinde de iktidar sahibidir. Bunların yürütmedeki stratejik dairelerde önemli konumları vardır. Harvard’da, Yale’de ve John Hopkins’te, ABD medyasında kavgacı bir propagandayı bolca üreten akademik katip orduları bulunmaktadır. İsrail politikasını eleştiren hiçbir birey İsrail yanlısı otoriterlerin gazabından kurtulamaz. Kitabevleri boykot edilir, editörlerin gözü korkutulur, üniversite yayımcıları ve dağıtımcıları tehdit edilir, üniversite rektörlerine şantaj yapılır, bölgesel ya da ulusal adaylar sindirilir ve karalanırlar, toplantılar iptal edilir ve toplantı yerleri baskı altına alınır, öğretim elemanları işten çıkarılır ya kademe yükselişleri engellenir, şirketler kara listeye alınır, sendika emeklilik fonları talan edilir, tiyatro performansları ve konserler iptal edilir.
Siyonistler ABD akademisinde ve sanat endüstrisinde çok kuvvetlidir. Örneğin Barnard Koleji’nin binden fazla mezunu Profesör Nadia Ebu El Hac’ın kadrosunu engellemek için bir kampanya başlatmıştır. Kampanyanın gerekçesi El Hac’ın Sahanın Gerçekleri3 adlı eserinde kutsal topraklarda yüzyıllardır devam eden Filistin varlığını silmek için İsrailli arkeologların çabalarını eleştirmesidir. İngiliz piyesi, Ben Rachel Corrie İSK tarafından Gazze’deki bir Filistin hanesinin yıkılmasını engellemeye çalışırken katledilen Amerikalı aktivistin yazıları üzerinedir. Piyesin New York, Toronto ve Miami’de sahne alması engellenmiştir. Genç kadını katleden asker ise İsrail’de aklanmıştır.
İsrail yanlısı önde gelen tüm örgütlerin faaliyetlerinin temelinde ekonomik yaptırımlarla ve ABD tarafından gerçekleştirilecek askeri bir saldırı yoluyla İran’ı tecrit etmek ve onu yok etmek vardır. Demokratların en şahin siyonistlerinden olan Hillary Clinton 2007’de İran’a karşı saldırıyı şöyle savunmaktadır: “İran, ABD, NATO müttefiklerimiz ve İsrail için uzun vadeli stratejik meydan okumalar teşkil eder. O, devlet destekli terörizmi en çok uygulayan ülkedir ve Irak’ta ABD birliklerini öldüren patlayıcıları tedarik etmek için vekillerini kullanır… Bu sırada, İran nükleer zenginleşme yeteneklerini geliştirmiştir, Iraklı Şii milisleri silahlandırmış, Hizbullah’a silah aktarmış ve Hamas’ı desteklemiştir… İran nükleer silahlarını çoğaltmamaya dönük yükümlülüklerini yerini getirmelidir ve nükleer silah elde etme ve üretmesine müsaade edilmemelidir. İran, eğer taahhütlerine ve uluslararası topluluğun istencine riayet etmezse tüm seçenekler masada olmalıdır.”4
Önce Saddam’ın devrilmesi, şimdi Suriye’nin uluslararası cihatçı şebekenin eline geçmesi, Hizbullah önderlerine karşı düzenlenen suikastlar ve İsrail’in İran’ın yıkılmasına yönelik kışkırtmaları siyonist işgalciliğin ve Filistinlilere yönelik etnik temizliğin kısıtlanmaksızın ilerlemesiyle ilgilidir. İsrail’in etnik temizlik gayreti herhalde İSK Ulusal Savunma Koleji’nin araştırma başkanı ve öğretim üyesi Aron Saffer’in sözlerinde en açık biçimde ifade edilir: “Kapatılmış Gazze’de 2,5 milyon insan yaşıyorsa bu bir insani felakettir. O insanlar çılgınca köktenci İslam’ın da sayesinde bugün olduklarından çok daha büyük hayvanlara dönüşeceklerdir. Sınırdaki baskı korkunç olacaktır. Savaş korkunç olacaktır. O halde eğer hayatta kalmak istiyorsak öldürmeli, öldürmeli ve öldürmeliyiz. Bütün gün, her gün.”
Psikolog Nofer Ishai-Karen’in Birinci İntifada sırasında Refah’ta görev yapan 21 askerle yaptığı mülakattaki ifadeler dehşete düşürücüdür, bu askerlerin Filistinlileri insan olarak kavramaktan çoktan vazgeçmiş olduklarına işaret eder. Onlar bu mülakatlarda yer aldıkları cinayet, aşağılama fiilleri, mülkün yok edilmesi, hırsızlık ve gasp gibi korkunç suçlarla ilgili duygularını açıklarlar. Nofer Ishai-Karen durumun Birinci İntifa’dan sonra kötüleştiğini söyler. Şimdi İsrail ordusu ve Hava Kuvvetleri Filistinli sivillere karşı intikam eylemlerinden açıkça gurur duymaktadırlar. İsrail ordusunun tek bir askeri kötü muamele veya cinayet nedeniyle doğru dürüst bir mahkemede suçlanmamıştır.
Bazı İsrailliler ise Lübnan’a gitmenin iyi bir fikir olduğu konusunda şüphe duymaktadırlar. Itamer Greenberg, 18 yaşında savaşı protesto etmek için mahpus düşmeye hazırdır. Vicdani retçi bu gence İsrail’de “refusenik” deniyor. Pasifist tutumun da bedelleri oluyor. Greenberg 60 gününü hapiste geçirmiş ve üçüncü kez askere yazılmayı reddetmesi nedeniyle tekrar hapis tutulacaktır. Greenberg şöyle söyler: “Bu savaş bir sonrakine yol açacaktır. Ailelerin ölümünü gören çocuklar durmayacaklar. Tarihe güvenle çok iyi biliyorum ki direnmeyi ve şiddeti seçecekler. Üzücü, ama gerçeklik budur.”
İsrail ırkçı bir rejimdir, aslında bunu 7 Ekim 2023’te başlayan çatışmaların fiiliyatından biliyoruz. Ama bundan önce de İsrail’in uluslararası topluluğun hiçbir kanun yapma gayretini umursamadan Filistin halkına karşı ırkçılığını nasıl sömürgeci varlığının parçası yaptığını görebiliriz. Mesela Birleşmiş Milletler’in Irkçı Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi tarafından yayımlanan dokümanı İsrail’in gerçekleştirdiği insan ve sivil hakları ihlalleriyle ilgilidir ve siyonist medya tarafından reddedilmiştir. Bu çalışma, iki düzine uzman tarafından oluşturulmuştur, çalışmada İsrail’in Arap vatandaşlarına karşı ırkçı ayrımcılığın 25 alanıyla ilgili uyması için 19 tavsiyede bulunmuştur. İsrail raporu reddetmiştir, ABD’nin siyonist örgütleri ve Washington da tavsiyeleri reddetmekte çok geç kalmamıştır.
Suriye, siyonizm ile emperyalist güçlerin işbirliğiyle formüle edilen bir program doğrultusunda 13 yıl boyunca yaptırımlarla, muhtelif ülkelerin hava saldırılarıyla, aynı ülkeler tarafından eğitilen, donatılan, finanse edilen cihatçıların bitmek tükenmek bilmeyen saldırılarıyla yıkıma uğramış ve sonunda alt edilmiştir. Suriye, büyük ölçüde El Kaideciler tarafından ele geçirilmiş, siyasal birliğini yitirmiş ve tüm askeri kapasitesi ortadan kaldırılmıştır. Suriye’nin alt edilmesi siyonist sömürgeciliğe karşı mücadele için büyük bir kayıptır, Filistin’in kaderi adına kaygı vericidir. Siyonist sömürgeciliğin genişlemesi önündeki çok önemli bir güç bertaraf edilmiştir. İran’ın izolasyonu şiddetlenmiş ve muhtemel saldırılar karşısında daha kırılgan hale gelmiştir. Suriye’nin Alevi, Şii ve Hıristiyan nüfusunu cihatçıların saldırılarına karşı koruyacak somut bir güç yoktur.
Ortadoğu’nun yeni kurgusunda sosyalistlerin tutumu ne olmalıdır? Sömürgecilik tarihinin önemli bir bileşeni, sömürgeleştirilmiş halkın din, mezhep, etnisite ve aşiret temelinde ayrıştırılıp birbirlerine kırdırılması ve sömürgeci politikanın gerçekleştirilmesi için pürüzsüz bir alanın açılması olduğu bilinen bir şeydir. Türkiye sosyalistleri öncelikle sömürge politikasının bu doğasına karşı uyanık olmalıdır. Şii karşıtı ideolojik tutum dolayısıyla İran’ın ve Hizbullah’ın hedef alınmasına, Türkiye İslamcılığının bu karşıtlığın öznesi olarak harekete geçme hevesine karşı mücadele edilmelidir. “İran’a demokrasi ihracı” sloganı altında formüle edilen propagandaya meydan okunmalıdır, çünkü İran halkının nasıl bir siyasal rejimde yaşamak istediğine ancak o halkın kendisi karar verebilir.
- Bar-Zohar, M. (1978). Ben-Gurion. New York: Adama Books. ↩︎
- Petras, J. (2008). Zionism, militarism, and the decline of US power. Atlanta: Clarity Press Inc. ↩︎
- Abu El Haj, N. (2001). Facts on the ground. Chicago: The University of Chicago Press. ↩︎
- Clinton. H. R. (2007). Security and opportunity fort he twenty-first century. Foreign Affairs, 86, 2-18. ↩︎