Türkiye devleti uzun süredir hep aynı yolu deneyerek her defasında başarısız olmaya, tüm liderleri de hep aynı “formülden” medet ummaya devam ediyor. Kürt iş insanlarını öldürerek PKK’ye finansmanı kesme çabasından Kürt milletvekillerinin başına torba geçirilmesine, Kürtlerin önderlerini hapse atmaktan istikrarlı şekilde parti kapatmaya, kayyum atamaya kadar amaç hep aynıydı, izlenen yol hep aynıydı, sonuç da hep aynı oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kayyum sabıkası epey kabarık. Bugüne kadar büyükşehir, il ve ilçe belediyelerine toplamda 162 defa kayyum atandı. Bugun itibarıyla yaklaşık 2.5 milyon insan seçtiği belediye başkanı tarafından yönetilmiyor. Bu 2.5 milyon insanın neredeyse tamamı Kürt, yerine kayyum atanan seçilmiş belediye başkanlarının tamamı Kürt ya da Kürt Hareketi içinde mücadele veren insanlar. “Türklerin” partisinden seçilmiş olup da makamına kayyum atanan iki kişi ise yine birer Kürt olan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer ve Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül.
Ülkede Kürt Sorunu üzerine yapılan, mantık ve bilimin ışığını dahi görmemiş “Kürdün Türkten ne eksiği var” yorumlarına bir cevap niteliğinde olan son birkaç aylık süreçten de anlaşılıyor ki Kürtler ve Türklerin birbiriyle hak kıyasına girebileceği ortak bir zemini bile yok. Kağıt üzerinde aynı yasalar ve ceza hukuku maddelerine tabi olan iki halkın fiilen aynı hukuka tabi tutulmadığı bir süreçte, tabii ki yalandan bile olsa eşit yurttaşlıktan bahsedilemez. Tüm bunlar bir yana, belediyelere ilk kayyum atama furyası başladığı zaman seçilmiş belediye başkanları hakkında hukuki dayanak olarak gösterilen delillerin (eskiden hukuki dayanak bulma çabası vardı, yani en azından kırtasiyeden alınan alelade bir kira sözleşmesi silahlı terör örgütü üyeliğine delil olarak gösterilmiyordu) ya da işaret edilen davaların bir kısmı adli bir kısmı ise idari içerikliydi. Dönemin içişleri bakanının Süleyman Soylu olduğu düşünülünce idari dosyaların ne denli objektif olduğu da tartışmaya elbette açıktır (ya da kapalıdır).
15 Temmuz’dan hemen sonra başlayan toplumsal muhalefet kıyımına gerekçe olarak “olağanüstü koşullar olağanüstü önlemler gerektirir” tezi sunuldu ve olağanüstü önlem olarak tez elden Kürdün elinden iradesi alınmaya çalışıldı. Fakat tarihin sayfaları bu ülkede çoğunlukla aynı cümlelerle dolu. Kayyum atanan il ve ilçelerde bir sonraki seçimde hep kayyumun atandığı partinin adayı daha yüksek oy aldı. İnsanlar günlerce ileri demokrasi pratikleri sergileyerek “oylarına” sokakta sahip çıktı, hatta yeri geldi günlerce aralıksız direnerek onlarca tutuklamayı göze alarak cumhurbaşkanlığının, içişleri bakanlığının, Yüksek Seçim Kurulu’nun ve başsavcılığın kararında geri adım atmasına neden oldu.
Aklıma Van kayyum protestoları bitiminde, Abdullah Zeydan mazbatayı alırken gazetecilere “sapanlarımızı sakladık ama yerini unutmadık” diyen esmer çocuk geldi. Kesin bir gerçeklik vardır: Meclis ve seçim siyaseti elinden alınan bir halk sakladığı sapanın yerini asla unutmaz. Bu sapanı eline aldığı için de lanetlemek ya da eleştirmek yapılabilecek en yanlış tutumdur.
Bunca baskıya, irade kıyımına ve siyasi sömürgeciliğe rağmen hâlâ Türkiye’nin “doğusu” geri adım atmıyor ise kayyum politikasının bu topraklarda en ufak bir karşılığı yok demektir. Karşılığı bulunmayan bir politika neden ısrarla hayata geçirilmek istenmektedir? Elbette “toplumsal kutuplaşmayı körükleyecek bir hamleyle karşıtlık oluşturup kısa vadede taraftar kazanabilmek için” denebilir ya da başkaca birçok neden sayılabilir fakat Kürt karşıtlığı üzerinden taraftar kazanabilmek için kayyum atamak gibi masraflı, yorucu, zayiatlı, dünya liginde imaj bozan bir yola gerek var mıdır? Kürt karşıtlığı üzerinden siyaset üretmenin daha kolay ve zararsız birçok yolu mevcut.
Anlatmak istediğim nokta: Zarardan başka bir şey vaat etmeyen ve son süreçte de görüldüğü gibi kendilerinin hanesine pek de artı yazdırmayan bu kayyum atamalarının altında yatan neden tabii ki AKP-MHP blokuna has bir siyasi metot değildir. Bu ülkede resmi kayyumlar bundan yarım asır önce de vardı, fiili kayyumculuk bundan 100 yıl önce de vardı. Bu ülkenin kuruluş kodlarında bu zaten var. Dolayısıyla bu kuruluş kodlarını reddetmeyen herkes ya da her taraf istediği kadar demokrat, solcu, sosyalist olma iddiası taşısın kayyum politikasına destek vermektedir. Kürt sorununun çözümü ne “tek devlet , tek millet, tek vatan” gibi popülist propagandalarda, ne “Kürt kökenli Türk” gibi egzotik meyveyi andıran tabirlerde, ne de “sorun feodalizmden kaynaklıdır, aşiretleri kapatıp ekonomik yatırımı arttırırsak bu sorun çözülür” gibi Marksizmin revizyonlarından doğan tahlillerdedir.
Ülkenin komünist partisinin adayının devletin televizyonunda (kendi devrim programını anlatabilmesi için aldığı 5 dakikalık sürede) “Ben Diyarbakır’lı bir Kürdüm. Kürt olmaktan kaynaklı sorunlarım var sanırdım ama öyle değilmiş” diyerek yaptığı propagandanın ne kadar yersiz ve yanlış olduğu malum. Fakat burada kimseye seçim siyaseti dersi verecek değilim zira pek anladığım bir konu değil. Bu örneği vermemin sebebi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde hep olan Kürt karşıtlığının karşımıza nerede ve nasıl çıkacağının hiç kestirilemediğidir. AKP-MHP’nin en büyük rakiplerinden biri olan, bu blok tarafından sayısız defa terörist ve milli güvenlik sorunu olarak adlandırılan, vekilleri linç ettirilen ve siyasi arenadan tecrit edilmeye çalışılan DEM Parti bir yana, CHP belediyesine atanan kayyumda bile tercih edilen belediye başkanlarının Kürt oluşu net bir gösterge. Mesele şudur ki, Türkiye’de Kürt’e ne mecliste ne belediye binasında yer vardır, hatta ülkenin kurucu siyasi partisi CHP’den bile olsa.
Kürt halkının mücadele yöntemi, maruz bırakıldığı muamele de göz önünde bulundurulduğunda taşlanacak ya da akıl verilecek bir konumda değildir. Kayyumlar yine atanacaktır. Seçimler yine yapılacak, oylar yine yükselecek, fakat sapanların yeri unutulmayacaktır.