Pazartesi, Aralık 2, 2024

Nereden başlayacağız?

Direniş notları I

İzmir’in orta yeri sayılabilecek, son 20-30 senede sanayinin peyderpey uzaklaştırıldığı ve yerine otellerin, gökdelenlerin, pahalı sitelerin dikilmeye başlandığı ranta açık bir bölgede, kiremit rengi bir duvarın arkasında dizilmiş parlak metal silolarıyla 86 yıllık bir yağ fabrikasının önündeyiz. İlk günlerinden beri takip ettiğimiz Kristal Yağ grevi 48 günü geride bıraktı. Fabrikanın ana kapısının yanı başında, pek de işlek olmayan bir ara caddeye bakan grev çadırında göze çarpan şeylerden biri oturma alanının hemen arkasında duran trafo. Yol tarafına oturduğunuz zaman tam karşınızda duran, üzerinde bir kurukafa çizimi ile “TEHLİKE – 380V” yazısı olan tabela fabrikayla grevci işçiler arasındaki gerilimin mecazı gibi. Siyaseti sembolik alanda aramanın bizi pek bir yere taşımayacağını biliyoruz ama hayat kendi mecazlarını önümüze çıkarmaktan da çekinmiyor. Diğer yandan böyle rastlantılar arayan gözler için dünya sonsuz sayıda tuhaf ihtimalle, hayata anlam yükleme arzularımızı tatmin edecek garip karşılaşmalarla dolu.

Olur da diğer yana, sırtımızı trafoya verecek şekilde oturursak, önümüzdeki iki binanın arasından körfeze doğru uzanan şehir boşluğunu görüyoruz. Bu boşluğun ortasında göğe doğru yükselen mavi bir kule manzarayı ikiye bölüyor. Bu, Kristal Yağ’ın sahibi Arkas Holding’in grev alanına yaklaşık 700 metre uzaklıktaki gökdeleni Mistral. Şirketin kallavi boyutlardaki logosu binanın tepesine nakşedilmiş, bizden tarafa, sahibi ve karar verici ortağı olduğu fabrikaya doğru bakıyor. Bu direnişin Olimpos’u orası. Dövüşülecekse, en nihayetinde oradaki ilahlarla dövüşülecek. Ama daha yakında, birkaç metre önümüzde, caddenin hemen karşısında ve körfeze uzanan o açıklığın sol tarafında başka bir yapı daha var. Kristal Yağ yönetim binası. Bir süredir pek geleni gideni yok. Neden derseniz, bu konuya ileride tekrar dönelim.

Grevin ilk günlerinden beri haftada birkaç kez direnişteki işçilerin yanına uğruyor, grevin gidişatından, hayatın zorluklarından, eski günlerden ve gelecek planlarından konuşuyoruz. Çadırda sürekli bir rotasyon var, hep başka yüzler, başka hikayeler. Fakat sıcaklar arttıkça gidiş gelişler ister istemez azaldı ve nöbet usulü kendisini dayatmaya başladı. Bir direniş alanını ayakta tutmak, varlığını oraya sabitlemek de bugünlerde eskisi kadar kolay değil. İzmir bu yaz birçok defa 40 dereceyi gördü. Boğucu bir sıcak var. “Buradayız” diyebilmek için bile bazen insanüstü bir çaba sergilemek gerekiyor. Neyse ki Kristal grevinde bozulan iklimin yarattığı sıkıntıyı da bölüşebilecek kadar insan var.

Fabrikada çalışan mavi yakalı işçi sayısı söylenene göre 100 civarı. Tamamı Tek-Gıda-İş üyesi olan işçiler topluca grev kararı aldığı için içeride üretim tamamen durmuş durumda. Yasal mecburiyetten dolayı fabrikada çalışmaya devam eden sadece 10 civarı işçi var. Bazen mesai giriş çıkışlarında onlarla da denk geliyoruz. Grev çadırındaki arkadaşlarının yanına uğrayıp evlere dağılıyorlar. Onlar sadece mevcut stokların dağıtım araçlarına aktarımını sağlamak için içerideler. Yeni yağ üretimi yapılmıyor. Üretimi durdurabilmiş olmak bu grevin en büyük avantajı. İşçilerin patronlar karşısındaki kozu esasen oradan geliyor. İşçi sınıfının “üretimden gelen gücü” solun dilindeki gibi sağa sola çekilerek anlamını yitirmiş bir boş gösteren değil burada. Kristal işçileri için bizzat ellerindeki en güçlü silah. Elinde silah tutan her insan gibi onlar da bunun hem gücünün hem sınırlarının farkında.

Ne var ki bu gücün bir ucu işçideyse diğer ucu da Türk-İş’e bağlı Tek-Gıda-İş’te. Kendisini devrimci olarak tanımlamayan sendikal pratiğin yelpazesi geniş, tek bir tarza bağımlı değil. Türlü türlü ara tonu var. Sarıya da yeşile de kayabiliyor ya da nadir de olsa içine bir iki damla kızıl karıştığı görülüyor. Bunlar tabii ki en nihayetinde söz konusu sendikanın temel konumlanışını, sınıf siyasetini ücret ve haklar talebine indirgeyen, düzenin ideolojik yeniden üretim aygıtlarından biri olan uzlaşmacı karakterini değiştirmeye yetmiyor. Tek-Gıda-İş her ne kadar Türk-İş’in bu temel uzlaşmacı pratiğine uygun bir yapıya sahip olsa da, hem iç işleyişi hem de grev ve direniş pratiklerine alan açması bakımından belli ileri özelliklere sahip. Genellikle patron ve yöneticilerle doğrudan teması olmayan grevdeki işçiler taleplerini dayatabilmek için sendikalarla da gerilimli bir ilişki yürütmek zorunda kalıyor ve bu, diğer süreçler kadar açıktan ve görünür olamıyor. Tek-Gıda-İş, Kristal’de üretimi durduran ve birlikte hareket etme kapasitesi güçlü bu işçi topluluğu karşısında temkinli ve henüz onların hilafına hareket edecek şekilde uzlaşmacı eğilimlere teslim olmuş değil. Ya da işçilerin sendikayı direngen bir çizgide tutmayı başardığını söylemek de doğru bir yorum olabilir. 

Grevdeki işçilerin, özellikle Kristal’de uzun süredir çalışanların üzerinde ortaklaştığı bir gerçek var: son 10-15 yılda, özellikle de Arkas Holding fabrikayı satın aldığından beri koşulların gitgide kötüye gittiği. Kimle konuşsanız konu bir noktada bu gerilemeye ve artık canlarına tak etmiş olan çalışma ve ücret koşullarına geliyor. Aralarında ailesinden birileri, çoğunlukla da babaları bu fabrikadan emekli olmuş çok sayıda işçi de var. Dolayısıyla fabrikada çalışanlar açısından maddi gidişatın olumsuz seyrine hakimler ve daha kısa süredir çalışan işçilere de bu bilgiyi aktarmışlar. İşçiler ürettikleri değerin ne kadar azının kendilerine aktarıldığının ve her geçen gün bu payın daha da azaldığının farkında. 10 yıl önce iki, hatta üç asgari ücrete denk gelen maaşların da eriye eriye asgari ücret seviyesine inişine birçoğu bizzat yaşayarak tanık olmuş. İşçilerden birinin yaptığı hesap çarpıcı. Bir haftalık sevkiyatın yüzde 5’i ile işçilerin tamamının talep ettiği artışın yıllık toplamının karşılanabileceğini söylüyor. Tabii ki bunu bilmek bunu aşacak iradeyi ortaya çıkarmaya yetmiyor. İşçi sınıfının kolektif gücünün açığa çıkacağı fikri hâlâ ufuktaki bulanık bir resim gibi, önü bir sürü engelle kapatılmış durumda. Fakat sınıf bilinci dediğimizin bilişsel değil de maddi bir aşamayı ifade ettiği gerçeği en net biçimde bu direniş alanlarında görünür oluyor.

Kristal Yağ fabrikasının trafosu önündeki grev çadırı.

Az önceki hesaptan devam edersek, patronun ve yönetimin istenen artışı vermeye dair direnci fabrikanın yıllık toplam sevkiyatının binde birinden vazgeçmemek anlamına geliyor. Peki, bunun arkasında insanlığa sığmaz bir açgözlülük, cimrilik mi var? Sermayenin hareketlerini bireylere özgü ahlaki yargılarla ele almak doğru değil. Marx’ın dediği gibi “Serbest rekabet, kapitalist üretimin içinde yatan yasaları tek tek kapitalistlerin karşısına, bunların kendi dışlarında ve hepsinin boyun eğmek zorunda oldukları yasalar olarak çıkarır.” Patronların bu inadının sebebinin ilk anda göründüğü gibi sadece basit bir ekonomik tercih değil de esasen politik bir zorunluluk olduğunu söylemek yanlış olmaz. İşçi sınıfının bu çatışma alanlarında gücünü ortaya koyup da açacağı en ufak gedik bile hızlıca büyüme potansiyeli taşıyor. Arkas Holding, Kristal Yağ işçisine karşı sadece kendi adına hareket etmiyor. Bütün bir sermaye sınıfı adına sathı müdafaa yapıyor. Her holding yönetimi de onlarla aynı ortak hareket tarzına sahip. Sermaye sınıfının bilinci kendini maddi düzeyde ortaya koyuyor. 

Artık başta virgül koyduğumuz yere dönebiliriz. Grev alanının (ve de fabrikanın kapısının) karşısındaki yönetim binası grevin başından beri neredeyse boş. Şirket, işçilerin söylediğine göre sayıları 25 civarı olan beyaz yakalının grev süresince evden çalışmalarını uygun görmüş. Arada birileri gelip gitse de binada pek bir harekete rastlanmıyor. Bu durum grevdekilerin zaten yöneticilerde kristalleşen öfkesini daha da bilemişe benziyor. Birçoğu için kendilerinden en az 3-4 kat daha fazla maaş alan, şirketin sağladığı ve yakıtını karşıladığı arabalar, rahat çalışma saatleri, ikramiye ve tatillerle onlardan çok daha fazla imkana sahip olan bu yöneticiler, mühendisler, muhasebeciler, ikcılar, şatış elemanları onların greve çıkmalarına sebep olan talebin karşılanmamasının esas sorumlusu. İşçilerden biri Kristal yöneticilerinin bu şekilde davranmasına Arkas Holding’in neden izin verdiğini anlayamadığını, holding sahiplerinin haberi olsa bu işi hemen bitireceğini düşündüğünü söylüyor. Ama diğer işçilerle konuştukça bu iddianın bir çeşit hedef küçültme ihtiyacından kaynaklanabileceğini görüyoruz. Zira Arkas’ın grev alanından görünen gökdeleni uzak, yüksek ve heybetli. Toplu iş sözleşmesini holding adına müzakere etmekle görevli, esas patronların ücretli ajanı olan yönetici takımının iki katlı binası ise yolun hemen karşısında. Daha doğrusu onlar grev görüntüsünden etkilenmesinler diye evlerine gönderildiklerinden geride bıraktıkları boşluk orada, gözümüzün önünde duruyor. 

Kim bilir, grev başlar başlamaz arkalarında gölgelerini bile bırakmadan giden o beyaz yakalılar belki de biz orada sohbet ettiğimiz zamanlarda evlerinde, bilgisayar başında, şirket mesaisinden aşırabildikleri çalışma saatlerini sosyal medyada ülkenin içinde bulunduğu halden yakınmakla, siyasetçilerin basiretsizliğine kahrolmakla ya da plajda yenen bir hamburgerin “sınıfsal” olup olmadığını tartışmakla geçiriyorlardır. İçlerinde kendine sosyalist diyenler, sol partilere üye olanlar bile olabilir. Grevde olan işçilerin karşısında konumlanmaktan az da olsa hicap duyuyorlar mıdır? Bazılarının, mesela üniversiteden yakın zamanda mezun olmuş asistanların, ofis hayatında maruz kaldığı mobbingden bıkmış olan çalışanların içten içe öyle hissettiğini varsayarsak ortaya çok da yanlış bir iddia atmış olmayız. Bu konuda yazılanlardan, duyduklarımızdan böyle örneklerin az olmadığını biliyoruz. Ama bu kesimin ciddi bir çoğunluğunun kendisini ayrı, özsel olarak işçilerden daha üstün bir kategoride gördüğü ve bu kibirleri sayesinde sermayenin esas öznesi olan patronların önünde güçlü bir kalkan oluşturduğu da umarım herkesin malumudur.

Peki, hadlerini aşarak greve çıkan işçilere yıllık cirosunun binde birini vermektense koca bir fabrikayı toptan kapatmayı göze alabilecek kadar güçlü holdingler nasıl oluyor da kendilerini sınıf kini denen şeyin hedefinden tereyağından kıl çeker gibi sıyırıp alabiliyor? Emeğini belli bir ücret karşılığında satarak yaşamaya mahkum insanları karşı karşıya getiren, bir tarafı düzenin yapısal şiddeti karşısında açlık sınırındaki yaşamı ve onuru adına mücadeleye, diğer tarafı birtakım imtiyazlarla besleyerek sermayenin bekçiliğine sürükleyen o sınır, grev çadırıyla yönetim binasını birbirinden ayıran o cadde yeterince sınıfsal mıdır? Ya da arkada, uzakta bir heyula gibi dikilen o gökdelen neyin mecazı olabilir? Kulağa belki biraz basit gelecek ama bu caddenin çizdiği ayrım bir şeye karşı her şey olabilir mi? Bir yanda direnen, onurlu bir yaşam uğruna günlerini fabrika önlerinde geçiren, devletin, polisin, jandarmanın saldırısıyla ilk defa karşılaşan işçiler, diğer yanda onların iradesine göz diken türlü renklerde sendikalar, beyaz yakalılara yönelerek sönümlenen öfkeler, kapalı kapılar ardında imzalanan toplu iş sözleşmeleri, grev kırıcılar, direniş yorgunlukları, oy pusulaları, seçimler, basın açıklamaları, hiçbir yere varmayan yürüyüşler, sermayenin kirli ajanları, polis, jandarma, devlet, semire semire gökyüzünü bile bizden çalan holdingler. Ayrım bu kadar basit değilse bile kesinlikle ilk çizgiyi buraya çekerek başlamalı.

Bugün sorulması gereken esas soru kimin en haklı, en doğru ya da en mağdur olduğu değil, kimi, neye karşı, hangi amaçla örgütleyeceğimiz. Bu düzeni toptan sarsacak ve Olimpos’un tepesine doğru yönelecek o saldırının ağlarını örmeye nereden başlayacağız? Grev çadırından mı, yönetim binasından mı? Yoksa ikisini ayıran o caddeden mi? Başka bir dünyanın hayalini nasıl yeniden ortaya çıkaracağız? Benjamin’den1 feyz alarak sorarsak, fabrika önünde geçirilen 48 gün ihtiyacımız olan umudun kristalini yaratır mı? Belki evet, belki hayır. Ama net olan bir şey var, o grevlere gitmez, yol kenarında günler süren o bekleyişlerin parçası olmazsanız bunu asla bilemezsiniz.


  1. “Hiçbir zaman telafi edemeyeceğimiz bir şey vardır: On beşimizdeyken evden kaçmamış olmak. Sonradan anlarız: Sokakta geçirilen kırk sekiz saat, tıpkı alkalik çözeltide olduğu gibi, mutluluğun kristalini yaratır.” diyordu Benjamin. Solun kesinlikle telafi edemeyeceği şey ise grev ve işçi direnişi alanlarında yeterince (hatta çoğunlukla hiç) var olmayışıdır. ↩︎

Son Eklenenler