“Post-neoliberal” son yıllarda karşımıza çıkmaya başlayan bir kavram. 1990’ların iyimser piyasacı evrensellik vaatlerinin günümüzde yoksulun daha çok yoksullaşması, süper zenginlerin gerçek bir küresel oligarşi gibi görünmeye başlaması, bölgesel savaşların geri dönüşü ve küresel savaş tehdidinin artmasıyla boşa düştüğü tartışılmaz. Dolayışla piyasaya devlet müdahalesi, 1980’leri ve 1990’ları yaşayanların iyi hatırlayacağı bir tabu. Mesela, bugün Biden idaresi için bir övünç vesilesi. Hatta piyasaya devlet müdahaleciliğine dayalı politikalarının reklamı için neoliberal dönüşümün habercisi Reagan idaresinin maliye politikası için kullanılan “Reagonomics” teriminden mülhem “Bidenomics” terimini de dolaşıma sürmeye çalışıyorlar. Buna paralel olarak, devleti sermaye kârlılığının bir garantisi kılan türden devlet müdahaleciliği kimi yeni reformist sol oluşumlar tarafından anaakım siyasette kendilerini yakın geçmişlerinden ayırt eden “kamucu” bir siyasa önerisi olarak kullanılıyor.
Çevirdiğimiz bu tartışma neoliberalizmin anaakım iktisatta ne kadar itibarsızlaştığını gösteriyor. En dogmatik piyasa fanatikleri (IMF eski baş ekonomisti Krueger ve piyasa fundamentalisti bir düşünce kuruluşu yöneten Strain) bile neoliberal dönemin zaten saf bir piyasacılık içermediğini ifade ederek kendilerini sıyırıyorlar. Diğer isimler yeni anaakım diyebileceğimiz farklı türden devlet müdahalecilikleri üzerine değerlendirmelerde bulunuyorlar. Bir yandan “aşırı sağ” sopası diğer yandan “kamuculuk” havucuyla olası toplumsal muhalefet anaakım seçeneklere doğru güdülürken neoliberalizm sonrasının anaakımda nasıl tartışıldığına dair bir örneği okuyucularımıza aktaralım istedik. İyi okumalar.
ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin kısa süre önce açıkladığı Çin mallarına yönelik yüksek gümrük vergisi artışları, onyıllardır süregelen neoliberal ortodoksiye ters düşen müdahaleci ekonomi politikalarının yalnızca sonuncusu. Biden yönetimi yalnız da değil: giderek daha çok hükümet, ekonomist ve şirket uzun süredir bağlı oldukları serbest piyasa doktrinini gözden geçiriyor.
Mehrsa Baradaran, Anne O. Krueger, Mariana Mazzucato, Dani Rodrik, Joseph E. Stiglitz ve Michael R. Strain’e neoliberal dönemin sona erip ermediğini ve sona eriyorsa neoliberalizmi neyin takip edeceğini sorduk.
Mehrsa Baradaran
Neoliberalizmin ardından ne gelir? Hakiki bir serbest piyasa. Son kitabım Sessiz Darbe: Neolibaralizm ve Amerika’nın Yağmalanması [The Quiet Coup: Neoliberalism and the Looting of America] adlı son kitabımda, alışılmış tarihsel anlatının aksine, neoliberal ideolojinin her zaman hedef şaşırtmak üzere kullanıldığını iddia ediyorum. Neoliberalizm Keynesyen ekonomiye ya da yükselen Marksizme yönelik bir tepki değildi. Bilakis neoliberal dogmalar 1960’larda imparatorluğa yeni giysiler giydirmek üzere benimsenmişti. Dünya halkları yüzyıllar süren sömürgeci boyunduruktan sonra sömürüden kurtulmayı talep ederken, Batılı neoliberal politikacılar esasen “sermaye için özgürlük” anlamına gelen “serbest piyasaya” sarıldılar.
Genelde “devlet müdahalesi olmayan kapitalizm” olarak tanımlanan neoliberalizmin temel fikirleri, ciltler dolusu araştırma ve yalınkat gerçeklik eliyle defalarca çürütüldü: yükselen dalgalar tüm tekneleri kaldırmadı, serbest ticaret dünya barışını getirmedi ve piyasalar hükümetlerden ille de daha verimli değildi. Her halükarda devlet gücü karşısında piyasanın üstünlüğü hakkındaki tartışmalar hedefi ıskalıyor, çünkü ideolojinin yapmayı iddia ettiği şey ile gerçekte yaptığı şeyi karıştırıyorlar. Ekonomimiz kapitalizme ne kadar benziyorsa siyasi sistemimiz de demokrasiye o kadar benziyor, yani neredeyse hiç benzemiyor.
Neoliberalizm başından beri bir Truva atıydı. Piyasa serbestliği vaat etti ama tersini sundu: daha fazla yasa, avukat, sübvansiyon ve ABD’de neoliberalizm devlet politikası haline geldiğinden beri balon gibi şişen, şu anda 11 milyondan fazla çalışanı ve toplam 6 trilyon dolarlık devlet bütçesiyle ülke tarihinin en büyük federal bürokrasisi. Uygulamada, neoliberalizm düzenleyici devleti işgal edip yeniden şekillendirerek, meşruiyetini kaybederken bürokrasiyi istemeden de olsa suç ortağı haline getirdi.
Neoliberal iktisatçılar ve politikacılar kamuoyunu devletin piyasalara müdahalesinin zararlı ve verimsiz olduğuna ikna etti ve neoliberal yönetimler piyasayı kısıtlayan yasaları yürürlükten kaldırma sözü verdi. Ancak neoliberalizmin gerçekte başardığı şey, yasamanın hükümetin temsil etmesi gereken halktan, denetlemesi gereken endüstrilere doğru yeniden yönlendirilmesiydi. Endüstri yasa yapma sürecinde kilit bir katılımcı haline geldiğinde, yasalar daha spesifik, teknik ve karmaşık oldu. Bu da halkın katılımını daha zor ve lobici uzmanlığını daha gerekli hale getirdi. Ekonomik liberalizm kisvesi altında kurumlarımıza bir yolsuzluk solucanı musallat oldu, bu da yaygın bir güvensizlikle sonuçlandı. Daha az tahmin edilebilir olan ise bu müşterek güvensizlik duygusunun toplumumuzu nasıl etkileyeceğidir.
Yolsuzluktan sonra gelmesi gereken şey adalettir. Adalet ise özgürlüğün önkoşuludur, dünya gerçekten serbest piyasanın ve paylaşılan refahın tadını çıkarmadan önce hakiki özgürlüğe kavuşmalıdır.
Anne O. Krueger
Son 250 yılda sağlık, eğitim ve yaşam kalitesinin dünya çapında keskin yükselişiyle yaşam standartları olağanüstü bir dönüşüm yaşandı. Nobel ödüllü ekonomi tarihçisi Robert Fogel’in 2007’de belirttiği gibi, 2000 yılındaki yoksulluk sınırı 1900 yılında Amerikalıların yalnızca en zengin yüzde 6-7’sinin ulaşabildiği bir reel gelir seviyesindeydi.
Bu dönüşüm, 1800’lerde Birleşik Krallık’ın özel sektöre önce rekabetçi bir ortamda mal ve hizmet üretmesi sonra da ticarete açılması için teşvikler sağlamak gibi “neoliberal” politikaları benimsemesiyle başladı. Diğer ülkeler de (bugünün gelişmiş ekonomileri) kısa süre içinde aynı yolu izledi. 1990’larda (Çin dahil) birçok gelişmekte olan ülke de neoliberal fikirleri yansıtan politik reformlara girişti. Bunun etkisi büyük oldu: 1990’dan 2020’ye kadar aşırı yoksulluk içinde yaşayan dünya nüfusunun payı yüzde 58’den yüzde 9,3’e düştü. Bu, dudak uçuklatan bir başarıdır.
Elbette gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomilerdeki dengesiz ilerleme bazı grupları geride bıraktı. Eksiklikler belirgin hale geldiğinde bunları gidermek için önlemler alındı. Çocuk işçilik yasaklandı, eğitim zorunlu hale getirildi. Antitröst yasaları çıkarıldı. Özel şirketler daha sıkı güvenlik kurallarına uymaya zorlandı. Bankacılık düzenlemeleri kabul edildi. İşsizlere, yaşlılara ve diğer dezavantajlı gruplara yardım etmek için sosyal güvenlik ağları oluşturuldu.
Artan üretkenlik ve gelirler ilerlemenin ana taşıyıcısı oldu. İnsanlar zenginleştikçe hem özel tüketim hem de kamu malları için yapılan harcamalar arttı. Özel sektör, üretkenliği artırmayı sürdürmek, yeni ürünler geliştirmek ve ekonomik dinamizmi başka biçimlerde beslemek için bol miktarda teşvike sahipti. Kamu sektörü de (sudan ulaşıma kadar) altyapı sağlayarak, eğitim ve öğretimi güçlendirerek, güvenlik standartlarını uygulayarak, gerçekçi ticari kurallar oluşturarak üzerine düşeni yaptı.
Bu başarılara rağmen hükümetler piyasalara güvenmekten vazgeçiyor, özel uygulamalar için gelecek vaat eden sektörleri ve özel şirketleri belirlemeye çalışıyor. ABD’de bu, özellikle yarı-iletkenler, bataryalar, elektrikli araçlar, güneş panelleri, hatta çelik ve alüminyum için hem korumacı önlemler hem de hedefe yönelik teşvik ve destek biçimini alıyor. Diğer birçok ülke de aynı şeyi yapıyor: Avrupa, Japonya, Hindistan ve tabii ki Çin’de yarı-iletken sübvansiyonları uygulanıyor.
Bu politikalar ilave yatırımları ve üretimi teşvik edebilir ancak önemli dezavantajları da vardır. Öncelikle, asıl rekabeti maliyetleri düşürme alanından büyük şirketlerin daha kolay kazandığı devlet teşviklerine hak kazanma alanına taşıyorlar. Dahası, yatırım planlarının teknik geçerliliğini tespit etmekten sorumlu hükümet yetkilileri genelde vasıfsız kalıyor veya bu planlar özel sektörden kaynakların yeniden tahsisini temsil ediyor. Kanıtlar, tarihsel açıdan, kamu sektörünün “kazananları seçme” ya da mal ve hizmet üretiminde liderliği ele alma çabalarının büyük çoğunluğunun olumsuz sonuçlandığını gösteriyor. Sübvansiyon negatif toplamlı bir oyundur.
Herkesin refahını artırmak ve daha fazla devlet faaliyeti için kaynak yaratmak amacıyla ortaya çıkan neoliberal formül (rekabet politikası, ticari kurallar ve makul standartlar çerçevesinde çoğu faaliyet için özel sektördeki teşviklere ve rekabete bel bağlamak) insanlığın şimdiye kadar tasarladığı en iyi formül olmayı sürdürüyor.
Mariana Mazzucato
Evet, devlet geri dönüyor. Ancak neoliberalizmin gerçekten geçmişte kalması için bu geri dönüşün farklı bir şekil alması gerekiyor.
COVID-19 salgını, yakın zamanda yaşanan yüksek enflasyon ve artan jeopolitik gerilimler, hükümetlere büyük krizlerle mücadele etmek için nelerin gerekli olduğunu gösterdi. Ancak önümüzdeki zorlukları (en önemlisi iklim krizini) aşabilmek, ekonominin kendi başına toplumsal ve çevresel açıdan arzu edilen bir yönde büyümeyeceğini kabul eden “misyon odaklı hükümet” için daha sürdürülebilir çabalar gerektirecektir.
Bu da devlet ile iş dünyası ve sermaye ile emek arasında yeni bir toplumsal sözleşme gerektirecektir. Örneğin, hükümetler şirketlerin kamu fonlarına erişimini (giderek daha çok hükümetin benimsediği sanayi stratejilerinde olduğu gibi) kamu değerini en üst düzeye çıkaracak şekilde davranmaları koşuluna bağlayabilir. Sadece ABD’de hisse geri alımlarının ilk kez 1 trilyon doları aşacağı düşünüldüğünde, bu durum kamu fonu alan şirketlerin kârlarının bir kısmını paylaşmalarını ve bu kârları işçi eğitimi, araştırma ve geliştirme gibi üretken faaliyetlere yeniden yatırmalarını şart koşmak anlamına gelebilir.
Bu, kurumsal refah sağlamakla değil piyasaları yalnızca hissedar değerine değil paydaş değerine odaklanacak biçimde düzenlemekle ilgilidir. Bu, aynı zamanda daha önce dışlanmış seslere masada birer koltuk vermek için de bir fırsattır.
Yeşil girişimlerin gelirleri, üretkenliği ve ekonomik büyümeyi artırma konusundaki açık potansiyeline rağmen ekonomik refah ve çevresel sürdürülebilirlik arasında yapılan yanlış seçimler geçerliliğini koruyor. İlerici sol ikna edici bir karşı anlatı kurmakta zorlanmaya devam ederse yeşil dönüşümün başarılı olması için ihtiyaç duyulan siyasi destekten yoksun kalacak ve devletin piyasa şekillendirici değil piyasa düzeltici olarak sınırlayıcı neoliberal anlayışının üstesinden gelemeyeceğiz.
Dani Rodrik
Neoliberal uzlaşı; jeopolitik, ulusal güvenlik, tedarik zincirinin esnekliği, iklim değişikliği ve orta sınıfın erozyonu gibi yeni kaygılar tarafından ele geçirildi. Sürdürülemez olduğu ve pek çok kör noktası bulunduğu için vefatının ardından yas tutmamalıyız. Bundan iyi bir şey çıkıp çıkmayacağı tepkinin niteliğine bağlı olacaktır, bu tepki reaktif ya da yapıcı olabilir.
Reaktif tepki dış gelişmelerden, özellikle de Çin’in yükselişinin ekonomik ve jeopolitik etkilerinden duyulan korkulardan kaynaklanıyor. Ana odak noktası da sonuçları tersine çevirmek veya en azından geciktirmektir ve sıfır toplamlı bir yaklaşım benimseme eğilimindedir: senin kazancın benim kaybımdır. Bu yaklaşımın versiyonları hem ABD hem de Avrupa’da görülebilir. ABD’de bu yaklaşım esas olarak ticaretin jeopolitik amaçlar uğruna daha etkili bir silah haline getirilmesi biçiminde ortaya çıkıyor: Biden yönetimi Çin’e yönelik ihracat kontrollerini “dikkatlice hazırlanmış” olarak nitelendirirken, diğerleri bunları “tam gelişmiş bir ekonomik savaş” ile eşdeğer görüyor. Avrupa’daki temel endişe pazar payı kaybıdır ve önde gelen isimler küresel rekabet gücü konusunda endişelenmektedir: ekonomistlerin artık kaybolduğunu düşündükleri yanlış bir endişe.
Buna karşın yapıcı tepki ise diğer ülkelerin ne yaptığıyla ilgilenmeden neoliberal politikaların yarattığı çatlakları onarmayı amaçlayarak gerçek toplumsal, ekonomik ve çevresel sorunlarla ilgilenir. İyi işler yaratan ve orta sınıfı yeniden tesis eden, sanayi politikaları ve fosil yakıtların aşamalı olarak kullanımdan kaldırılması yoluyla iklim değişikliğini azaltan ve ekonomiyi büyük şirketler ya da finansal çıkarlar yerine sıradan insanların ihtiyaçları doğrultusunda yeniden dengeleyen politikaları kapsar. Gerekli sanayi politikaları ticaret üzerinde olumsuz etkiler yaratabilir ancak asıl amaçları bu değildir.
Her ülkenin ya da bölgenin kendi bildiğini okumasından endişe duymamalıyız, yeter ki verilen tepki öncelikle yapıcı olsun. Her ülkenin kendi ekonomisinin ve toplumunun sağlığıyla ilgilendiği ve çevreye özen gösterdiği bir dünya, aynı zamanda daha iyi bir küresel ekonomi üreten bir dünyadır.
Joseph E. Stiglitz
Neoliberal gündem her zaman kısmen bir maskaralık, kısmen de güç politikaları için kusurları gizlemenin bir kılıfı olmuştur. Finansal deregülasyon vardı ama hükümetlerin devasa kurtarma paketleri de vardı. “Serbest ticaret” vardı ama tarıma ve fosil yakıt endüstrisine yönelik büyük sübvansiyonlar da vardı. Bu, küresel ölçekte gelişmekte olan ülkelerin emtia ürettiği ve gelişmiş ekonomilerin yüksek katma değerli endüstrilere hakim olduğu sömürgeci ticaret modellerini koruyan kuralların yaratılmasına yol açtı.
Bunun bir maskaralık olduğu, aynı şeyi yapmayı düşünen gelişmekte olan ülkeleri onlarca yıl azarladıktan sonra Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kurallarını hiçe sayarak belirli sektörlere büyük sübvansiyonlar sağlayan ABD tarafından açıkça ortaya konmuştur. Kuşkusuz ABD kısmen iyi bir amaç uğruna hareket ediyor: yeşil dönüşüm. Bununla birlikte, ABD’nin eylemleri güçlülerin sadece kuralların oluşturulmasında orantısız bir rol oynamakla kalmayıp aynı zamanda başkalarının bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmadığını bilerek uygunsuz hale geldiklerinde kuralları çiğnediklerini göstermektedir.
Bu arada, yoksul ülkelerin sonuçları ne olursa olsun kurallara uymaktan başka çareleri yoktur. COVID-19 salgını sırasında, fikri mülkiyet haklarına ilişkin DTÖ kuralları tam aşı paylaşımını engellediği için tahminen 1,3 milyon kişi gereksiz yere öldü. Bu kurallar askıya alınmak yerine uygulandı, çünkü bazı zengin ülkeler ilaç kârlarını her şeyin üstünde tutmayı tercih etti.
Endişe şu ki, “orman kanunu” ile yönetilen kuralsız bir dünya, adil olmayan güç dinamiklerini sürdüren ve eşit olmayan bir şekilde uygulanan kusurlu ekonomik ilkelere dayalı kurallara sahip bir dünyadan daha kötü olabilir. İşte bu nedenle, Dani Rodrik ve benim savunduğumuz gibi, küresel sistemimizin işlemesi için gerekli asgari kurallar dizisine dayanan yeni bir yönetişim mimarisine ihtiyacımız var. Ortak hedefleri ilerletmek ve eşit şartlarda bir oyun alanı sağlamak için dar kapsamlı anlaşmalara ihtiyacımız var. Gelişmiş ekonomilerin yalnızca “yeşil dönüşüm” gibi dar tanımlı hedefler için yalnızca teknoloji transferi yapmayı ve gelişmekte olan ülkelere orantılı miktarda finansman sağlamayı taahhüt etmeleri halinde sübvansiyon sağlamalarına izin verilmelidir.
Hukukun üstünlüğü ülkeler için olduğu kadar küresel olarak da önemlidir ancak hukukun türü de önemlidir. ABD ve diğer gelişmiş ekonomiler, gelişmekte olan ülkelerin ve yükselen piyasaların bazı alanlarda kendileriyle işbirliği yapmasına ihtiyaç duymaktadır. İster kabul edelim ister etmeyelim, otoriter hükümetlerle de onların gönüllerini kazanmak için rekabet ediyoruz. Oyunun mevcut kurallarıyla kaybediyoruz.
Neoliberalizmin sona ermesi, onun himayesinde oluşturulan bazı kurumların başarısız olduğunun kabul edilmesi ve yeni jeopolitik gerçekler bize küreselleşmeyi ve onu destekleyen kuralları yeniden düşünmek için kritik bir fırsat sunuyor. Bu fırsatı değerlendirmeliyiz.
Michael R. Strain
ABD’de neoliberal dönem sona ermiyor çünkü uzun vadede siyasi başarı politika başarısı temeline dayanıyor, Donald Trump ve Joe Biden tarafından benimsenen “post-neoliberal” politikalar başarılı olamıyor.
Trump, Çin ile bir ticaret savaşı başlattığında yakın zamandaki seleflerinin desteklediği iki partili serbest ticaret konsensüsünü bozdu. Sonuç, tüketiciler için daha yüksek fiyatlar ve imalat işçileri için daha az iş oldu: Kaybet-kaybet.
Biden, Trump’ın gümrük vergilerini korudu ve genişletti; yerli temiz enerji inovasyonunu ve yarı iletken üretimini hızlandıracak sanayi politikasını benimsedi. Ancak politikacıların kararlarını piyasa kararlarının yerine koymak öngörülebilir sonuçlar üretiyor: ABD bu fonları etkin bir şekilde kullanmak için gereken işgücünden yoksun. Dahası, diğer ülkeler misilleme yaparak sübvansiyonların etkisini azaltıyor. Beyaz Saray çelişkili hedefler peşinde koşarak kendine çelme takıyor.
Biden’ın Mart 2021’de imzaladığı 2 trilyon dolarlık ekonomik teşvik, mali sorumluluğa yönelik retorik bir taahhüdü bile bir kenara itti. Bunun katkıda bulunduğu enflasyon yeniden seçilme arayışında büyük bir engel oluşturuyor. Son olarak, Biden’ın gündemi rekabet politikasındaki tüketici refahı standardını “büyük kötüdür” standardı lehine reddediyor. Bu yaklaşım tüyler ürperticidir ve mahkemelerde her seferinde kaybedilmektedir.
ABD, kasım seçimlerini kim kazanırsa kazansın bu verimsiz yolda ilerlemeye devam edecek. Trump ve Biden gümrük vergisi oranlarını ne kadar yükseltebilecekleri konusunda birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Trump’ın potansiyel başkan yardımcısı adaylarından biri, antitröst uygulamalarından sorumlu Federal Ticaret Komisyonu Başkanı Lina Khan’ın Biden yönetimindeki “en iyi kişi” olduğunu savunuyor. Bu arada, Trump’ın göçmenlik önerileri ciddi ekonomik hasara neden olacaktır.
Bu politika başarısızlıklarının siyasi sonuçları olacaktır, 2024’te olmasa da önümüzdeki yıllarda mutlaka olacaktır. İşin garibi, bu siyasi sonuçlar özgür insanların ve serbest piyasaların önemi konusundaki fikir birliğini de sağlamlaştıracaktır.
Özgün Metin: What Comes After Neoliberalism?
Çeviri: Cüneyt Bender