Pazartesi, Ekim 7, 2024

Makineye yönelik öfke henüz dinmedi

Rage Against the Machine ile 1990’ların sonunda, liseye başlarken tanıştım. O zamanlar yaptıkları müziğin politik mahiyetinin pek de farkında değildim, sonradan tekrar ve tekrar dinledikçe keşfettim. Kendi adlarını taşıyan olağanüstü ilk albümleri 1992’de yayımlanmıştı. Albümün kapağında Vietnamlı Budist rahip Thich Quang Duc’un 1963’te Saigon’un işlek bir caddesinde kendini yakarken çekilmiş ünlü fotoğrafından bir kesit yer alıyordu. “Killing in the Name” başta olmak üzere, “Take the Power Back”, “Bullet in the Head”, “Know Your Enemy” ve “Wake Up” gibi ziyadesiyle öfke yüklü, kışkırtıcı ve kusursuz şarkıların bulunduğu albüm belli ki yalnızca müzik dünyasında değil daha geniş kültürel peyzajda muazzam bir etki yaratmak üzere tasarlanmıştı. Amerikan kapitalizmine bir reddiye niteliğindeki albümü bir kez dinlediğinizde kendinizi albüme kaptırmamak elde değildi. Müzik listelerinde elde ettiği başarı da tesadüf değildi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından 1960’lar ve 1970’ler boyunca geliştirilen politik müzik türleri (soul, funk, rap, punk, metal) öyle çoğalmıştı ki tüm bunları birleştirmek pek de kolay görünmüyordu. Soul, funk ve rock’tan fazlasıyla beslenen rap grubu Public Enemy’nin öncü girişimlerden biri olduğu kabul ediliyordu. Ama o zamana kadar punk ve metal türlerinde bile uzlaşmaz tavırlarla yetinen rock müziği siyasi ideolojiyle tanıştıran Los Angeles’lı rap-rock grubu Rage Against the Machine oldu. Uzunca süredir alternatif müziği karakterize eden “seks, uyuşturucu ve rock’n’roll” (bir anlamda “at, avrat, silah” amentüsünün batılı versiyonu) ethos’una burun kıvırıyorlardı. Kendilerini açıkça devrimci davaya adamışlardı, devrim ufukta görünmüyorsa bile müziklerinin gücüyle ona yaklaşmayı hedefliyorlardı. Hem vokalist Zack de la Rocha hem de gitarist Tom Morello, babaları aracılığıyla gerçek devrimcilerle akrabaydı: De la Rocha’nın büyükbabası Meksika Devrimi’nde savaşmış, Morello’nun büyük amcası ise Kenya bağımsızlık hareketinin lideri Jomo Kenyatta’ydı.

Grubun ilk albümünü yayımladığı 1992 yılı ABD açısından zorlu bir yıldı. Sovyetler Birliği, kapitalizmin “geçmişe ait bir şey olduğunu ve sonsuza dek öyle kalacağını bilmemize” temel oluşturan Ekim Devrimi’nden 74 yıl sonra parçalanmıştı. Francis Fukuyama liberal batı demokrasisinin “tarihi sona erdirdiğini” ilan etmişti. Soğuk Savaş’ın ardından gerçekleşen ilk ABD başkanlık seçimlerinde cumhuriyetçi George H.W. Bush’un yerine demokrat Bill Clinton geçecekti. Serbest ticaret anlaşmalarına ve yoksul azınlıkların kitlesel olarak hapsedilmesine, sosyal yardım programlarında büyük kesintiler yapılmasına olanak tanıyan yasa tasarılarını kabul ettirecekti. 1992’de işsizlikte sert yükselişe neden olan ekonomik bir durgunluk yaşanıyordu, Los Angeles ise kaynıyordu: Genç taksi şoförü Rodney King’in polis şiddetine maruz kalmasının ardından ayaklanmalar baş göstermişti. ABD (ve dünya), ordu ve polis aracılığıyla sıradan insanlara iradesini dayatan, onları tarihsel eylemlilik duygusundan yoksun bırakan, konformist bir eğitim sistemiyle pasifize eden ve tüketim eğlencesinin anlamsız cazibeleriyle tüketen beyaz kapitalist-emperyalist sistemin egemenliğindeydi.

Polis şiddeti, grubun öfkelendiği makinenin açık örneklerinden biriydi. Dönemin siyasi atmosferinin yoğunluğu Rage Against the Machine’in şarkı sözlerinde hissediliyordu. Toplumsal eşitsizliği ve ırkçılığı besleyen bu düzen, açık adaletsizliği nedeniyle yıkılmalıydı. Orduları ve polisi şiddetli bir halk ayaklanmasıyla kırılmalı, öğretilerinin ve ticari sanatının sahteliğine yalınkat hakikatle, müzik aracılığıyla sunulan türden bir hakikatle karşılık verilmeliydi.

Vokalist Zack De la Rocha’nın “ajitprop” sözlerinin inatçılığı, gitarist Tom Morello’nun çekiç gibi basit riff’leri, basçı Tim Commerford’un funk türüne meyleden bas dizilimleri, davulcu Brad Wilk’in sert ve keskin ritimleri günümüzün ses teknisyenleri için “altın bir standart” olmayı sürdürüyor. Ne var ki, Rage Against the Machine tek albümden ibaret bir grup değil. Muazzam bir başarı elde eden ilk albümlerinin ardından çokça beğenilen üç stüdyo albümü daha yayımladılar: Evil Empire (1996), The Battle of Los Angeles (1999) ve Renegades (2000). Albümlerin başarısı, grubun sözcüsü olduğu siyasi öfkenin daha geniş kitlelere yayılmasını sağladı. Üstelik grup yalnızca müzik yapmakla da yetinmedi. 

Rage Against the Machine, çoğu rock yıldızının siyasi görüşünü tanımlayabilecek ağırbaşlı ve zararsız aktivizme hiç bulaşmadı. Bağış toplamak için yardım konserleri düzenlemenin, savaşı bitirme çağrısı yapmanın veya seçmenleri oy vermeye teşvik etmenin devrimci bir yanı yoktu. 1990’ların sonunda, tüm güçlerini 1982’de bir polis memurunu öldürmekten hapis cezasına çarptırılan Kara Panterler lideri Mumia Abu-Jamal’in serbest bırakılması için düzenlenen kampanyaya harcadılar. Grup, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) da açık bir destekçisiydi. Konser takvimlerini de genelde kritik siyasi dönemeçlere göre düzenlediler. 2000 yılındaki Demokrat Parti Kurultayı’nın yapıldığı mekanın karşısındaki alanda, “seçimler şirketler tarafından kontrol edildiğinden beri bu ülkede seçim özgürlüğümüz yok” savıyla ücretsiz bir konser verdiler, iki partili sisteme şiddetli bir tepki gösterdiler. Aynı yıl, gelir eşitsizliğine itiraz eden “Sleep Now in the Fire” şarkısının klibini “kurtlar sofrasında” çekmeye karar verdiler. New York Borsası’nın karşısındaki federal binanın merdivenlerinde kayda başladılar, protestoyu içeri taşımak istediklerinde borsanın kapıları kapatıldı. Grubun da nükteyle ima ettiği gibi “paralara halel gelmedi”. Olay, 2011’de gerçekleşen ve aynı ekonomik sistemi yürürlükten kaldırmayı hedefleyen Occupy Wall Street hareketinin habercisi olacaktı. De la Rocha’nın 2000’de gruptan ayrıldığını açıklamasından sonra 2007’deki Coachella Festivali’nde bir araya geldiler, EZLN bayrağı önünde festivalin en büyük kalabalığına çaldılar. Ayrılıkların tekrarlandığı çalkantılı yıllarından ardından 2024’ün başında bir daha birlikte konsere çıkmayacaklarını açıkladılar.

İster estetik ister politik olsun, Rage Against the Machine’in muhalefet biçimi artık gitgide metalaştırılıyordu, grup da bu süreci durdurmayı başaramadı ve nihayetinde dağıldı. Bugün insanları cepheleşmeye zorlayan, sert ve kışkırtıcı şarkılar yazan müzisyenler pek kalmadı. Rock müzisyenleri yavaş yavaş içlerine kapanırken, gettolardan çıkmış olsalar da para, güç ve itibara odaklanan rapçiler sahnede onların yerini aldı. Yine de Rage Against the Machine’in müziği ve politik tavrı geçerliliğini kaybetmedi, malum makineye yönelik öfke ise henüz dinmedi. 

Son Eklenenler