Kadına yönelik şiddet yalnızca bireysel bir eylem veya münferit bir suç değil, kökleri derinlere, toplumsal yapıların temellerine uzanan sistematik bir tahakküm biçimidir. Bu tahakküm, kadının emeği, bedeni, düşüncesi ve yaşamı üzerinde patriyarkal ve kapitalist düzenlerin kesişiminde durmadan yeniden üretilir. Kadının maruz kaldığı baskı evin içinde görünmez emeğiyle başlar, dış dünyada düşük ücretle, güvencesiz işlerde çalışmaya zorlanarak devam eder. Ne de olsa kapitalizm kadın bedenini, emeğini ve yeniden üretim kapasitesini kontrol etmeden var olamaz.
Ev içi emeğin görünmezliği yalnızca bir adaletsizlik değil, kadınların toplumsal hayattaki güçsüzleştirilme süreçlerinin başlangıç noktası olarak karşımıza çıkar. Kadınlar kapitalizmin kriz dönemlerinde ekonomik çöküşü hafifletecek birer tampon olarak görülürken, refah dönemlerinde kadınların emeği ve varlığı değersizleştirilmeye devam eder. Kadın emeğinin özgürleşmediği bir dünyada gerçek özgürlükten bahsetmek mümkün müdür? Kadın emeği toplumsal yeniden üretimin merkezindedir ama bu emek, patriyarka ve kapitalizmin ortak çabasıyla sürekli sömürülür ve yok sayılır.
Bu düzen yalnızca emekle sınırlı kalmaz, kadının yaşam hakkını da tehdit eder. Kadın cinayetleri, bu tahakkümün en çıplak ve en vahşi tezahürüdür. Erkek şiddeti, İkbal ve Ayşenur’dan sonra yükselen bireysel bir sapkınlık tartışması değil toplumsal yapıların sistematik bir sonucudur. Medyada kadın cinayetleri, “kıskançlık”, “namus”, “aşk” gibi kelimelerle romantize edilerek meşrulaştırılırken ya da magazinleştirilirken, yargı sistemi katilleri ödüllendiren hafifletici sebeplerle bu cinayetlerin devamını teşvik eder. Adaletin geciktiği her an, her yerde kadınlar ölmeye devam eder. 2024’te şimdiye kadar en az 404 kadın katledildi. İsimlerini sayamayacağımız kadar çok kadın devletin, toplumun ve yasaların sessizliğinde yaşamlarını kaybetti.
Bundan on gün kadar önce beş çocuğun çıkan yangında hayatlarını kaybetmesi sonrası “anne” için yapılan yorumlar, tüm bunların sadece bireysel bir trajedi değil aynı zamanda kapitalizmin ve patriyarkanın kesişen adaletsizlikleri olduğunu ortaya koydu. Bu trajedi sonrasında toplumun kadına yönelttiği suçlamalar, aslında sistematik eşitsizliklerin görünmez kılınması için geliştirilen ideolojik mekanizmaların bir yansımasıydı. AKP milletvekili Özlem Zengin’in “Her şeyi paraya bağlamayın” diyerek olayın sınıfsal boyutunu örtbas etme çabası ve kadını bireysel olarak suçlama eğilimi açık bir “ideolojik manipülasyon” örneğiydi.
Kapitalist sistem kadını ikincil bir konuma iterek toplumda hem üretim sürecine katılmak zorunda bırakmış hem de “aileyi ayakta tutan ücretsiz emek” olarak görmüştür. Kadın, bu çifte yükün altında ezilirken, toplumun erkek egemen yapısı kadınların başarısızlığını sürekli olarak bireysel bir kusur gibi göstermeye çalışmıştır. Kapitalizm, kendi krizlerini bireysel sorumluluk hikayeleriyle maskeleyerek sınıfsal adaletsizlikleri görünmez kılar. Bu bağlamda, “Her şeyi paraya bağlamayın” ifadesi, toplumsal eşitsizliğin sınıfsal kökenlerini örtbas etmeye, kadını bireysel olarak suçlayarak, sorunun toplumsal ve yapısal boyutlarını göz ardı etmeye yönelik bir söylemdir.
Her fırsatta tümünün doğrudan bu eşitsiz üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin sonucu olması gerçekliğini saklamak için “anne” figürünü kutsallaştırılır, her koşulda kadının “fedakarlık yapması” gerektiği empoze edilir.
Dolayısıyla bu düzenin karşısında kadınların öfkesi, öfkemiz, öfkemizin bize verdiği bilgi bir devrim çağrısıdır. Bu çağrı Esenyurt’ta, Mardin’de, Batman’da, Halfeti’de, Dersim’de, Ovacık’ta kayyuma karşı direnen, Cankurtaran’da doğasına ve ormanına sahip çıkan, Polonez’de sendikal hakkı için direnen, Filistin’de dövüşen kadınların çağrısıdır. Öfkemiz sömürüye, baskıya ve şiddete karşı yükselttiği sesin gücüyle devrimin anahtarıdır. Kadınlar, bu öfkeyi örgütleyerek şiddet ve sömürü düzenine karşı tarih boyunca mücadele etmiş, tarihin karanlık sayfalarını yeniden yazmıştır.
Kadınların mücadelesi yalnızca bir hak talebi değil, aynı zamanda özgürlüğün inşasına yönelik devrimci bir adımdır. Kadın emeğinin görünmez kılındığı, patriyarkanın baskı mekanizmalarıyla kuşatıldığı bir dünyada, kadınların özgürleşmesi sınıf mücadelesinin yönünü belirleyecek kadar hayatidir. Kadınlar tarihsel olarak “öteki” konumunda tutulmuştur, bu durum da yalnızca örgütlü ve militan bir mücadeleyle değişebilir.
Kadın emeği görünür kılınana, sömürü ve şiddet sona erene, adalet sağlanana dek bu mücadele sürecektir. Çünkü biz “vardık, varız, var olacağız!”