Pazartesi, Aralık 2, 2024

Hiçliğin kalbine – Anton Jäger

Popülizm konusunda daha önce de yazılarına referans verdiğimiz Anton Jäger’in İngiltere’deki son ırkçı saldırılar ardından kaleme aldığı bir yazıyı çevirme ihtiyacı hissettik.1 Yazı aslında Richard Seymour’un aynı olaylara dair “Dreaming of Downfall” (Çöküşü Tahayyül Etmek) başlıklı değerlendirme yazısındaki spesifik bir tespit üzerine kaleme alınmış. Seymour, yazısında saldırıların bizzat kendilerinden de öte, İngiliz kamuoyunda yarattığı olan biteni anlama dolayısıyla da bir nevi anlayışla karşılama çabasının tehlikesinin altını çiziyor. Olayları tetikleyen söylentinin, bir Taylor Swift dans etkinliğinin basılarak üç çocuğun öldürülmesinin, terör listesinde bir göçmen tarafından gerçekleştirildiği söylentisinin hakikatle ilgisinin olmamasından yola çıkarak2 (argümanına biraz haksızlık etmek pahasına) ırkçılığın bir gerekçeye ihtiyaç duymadığını iddia ediyor. Bu noktada, üstelik bir adım daha atarak biraz basitleştirirsek, bizim sosyal medya alemimizdeki “her şey sınıfsaldır” tartışmasına değecek bir şekilde şöyle diyor:

“Nasıl ki liberalizm her şeyi ‘Brexit’e’ ya da Rusya’ya bağlayıp fırtınanın göz önünde biriken taşıyıcı hücrelerini görmezden gelerek başarısız oluyorsa, aynı şekilde sol da kendini rahatlatmak adına alt sınıflardaki ırkçı şiddetin ‘maddi çıkarların’ çarpıtılmış bir ifadesi olduğuna dair bir anlatı üretmiştir. Bu da genellikle ‘kimlik siyaseti’ yerine ‘ekmek ve geçim meselelerine’ odaklanma çağrısı olarak tercüme edilir: sanki iş ve maaş talepleri sayesinde ırk ve etnisitenin ortaya çıkardığı kafa karıştırıcı yoğun duyguların etrafından dolaşabilirmişiz gibi. Hiç şüphesiz daha fazla ekmeğe ve aşa ihtiyacımız var ancak bu kesinlikle olup bitenleri açıklamaya yetmiyor. Irkçılık belli anlarda başka hedefe yönlendirilmiş ya da çarpıtılmış bir sınıf siyaseti olarak ortaya çıkabilir ama her zaman değil. Bu ırkçı göstericilerin ‘meşru kaygıları’ kaybedilen etnik statü fikriyle ilgilidir. ‘Beyaz işçi sınıfı’nın yanıltıcı bir şekilde ele alındığı yerde, ‘beyaz’ terimi esas kavramdır. Bu göstericilerin düşüncesi, işçi olarak sömürülmeleri bir yana, azınlıklara itibar gösterme konusunda aşırı hevesli ‘elitler’ tarafından ulusun beyaz üyeleri olarak hak ettikleri itibardan mahrum bırakıldıklarıdır. Bu, kaybedilen ‘beyazlık kazançlarını’ telafi etmekle ilgilidir.”

Jäger bu tespite karşı çıkmamakla birlikte tespitin arkasındaki siyasal motivasyona isyan ederek ırkçılığın da bir politik ekonomisi olduğunu hatırlatma ihtiyacıyla bu yazıyı kaleme almış, ki zaten her şeyin bir politik ekonomisi vardır, en azından Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözüne iman eden bizim için durum böyledir. Dolayısıyla, evet, ırkçılık da açıklanabilir bir sosyal olgudur, sanayisizleşmiş bir Midlands kentinde beyaz olmanın da bir ekonomi politiği vardır. Onları itham etmek ideolojik tercihimizin sonucudur, lakin birincisini yapmadan ikincisine atlamak tarihsel materyalistten ziyade Kantçı bir tutum olur. Jäger bu açıklama çabasına da, her şeyi açıklayacağım diye apolojist bir tutuma düşmenin talihsizliğine atıf yaparak yani sürgündeki Karl Korsch’un Nazi Blitzkrieglerine cephede önderlik eden Alman tankçılarının sınıfsal karakteriyle ilgili analizini hatırlatarak başlıyor. Bu çarpıcı ve gerekli bir uyarıdır en başa yazılması da yerindedir. Peşinden gelen analiz ise Küresel Kuzey’de gelişen güncel ırkçılığın ekonomi politiğini analiz etmenin niye önemli olduğuna dair parlak bir değerlendirme sunuyor. İyi okumalar.


1941’de Amerika’da sürgünde olan Karl Korsch, Yunanistan’a yönelik Blitzkrieg’in başarısını araştırdı ve saldırıya dair cüretkar bir sosyalist yorum getirmeye çalıştı. Bertolt Brecht’e yazdığı bir mektupta, Almanya’nın bu hamlesinin “hayal kırıklığına uğramış solun enerjisinin” ve işçilerin iktidarına dair yoldan sapmış bir arzunun göstergesi olduğunu yazdı. Alexander Kluge ve Oskar Negt, Korsch’un pozisyonunu şu şekilde özetlediler:

“…Alman tümenlerindeki tank mürettebatının çoğunluğu sivil hayatlarında araba tamircisi ya da mühendisti (yani pratik deneyime sahip sanayi işçileriydi). Birçoğu, Köylü Savaşları sırasında (1524-1526) güç sahiplerinin elinde kanlı katliamların yaşandığı Alman eyaletlerinden geliyordu. Korsch’a göre, üstleriyle doğrudan temastan kaçınmak için iyi nedenleri vardı. Neredeyse hepsi 1916’daki mevzi savaşını da canlı bir şekilde hatırlayabiliyordu. Bu da yine o günden sonra çok az güven duydukları üstlerinin eylemlerinin bir sonucuydu… Korsch’a göre, bu sayede askerlerin Blitzkrieg’i kendiliğinden, eldeki tarihsel motiflerden yola çıkarak yeniden icat etmeleri mümkün hale gelmişti.”

Britanya’daki son ayaklanmalara bu gözle bakmak cazip, bir o kadar da teselli edici. Bir zamanlar Ludist ajitasyonun ve işçi öz-örgütlenmesinin yuvası olan bölgelerde, eskinin işçi hakimiyeti talebi şimdi yabancı düşmanı şiddete dönüşmüş, burjuva rejimini yıkma özlemi yerini onun en zayıf öznelerini ezme girişimine bırakmış gibi görünüyor. İnsan, Korsch’la birlikte, gericilik maskesinin ardında hala potansiyel olarak özgürleştirici bir profil olduğuna inanmak istiyor.

Son Sidecar makalesinde Richard Seymour bu ekonomizmi ustalıkla devredışı bırakıyor. Bu huzursuzluğun sol libidonun hatalı bir tezahürü olarak değil, geç-kapitalist çürümenin bir ifadesi olarak anlaşılması gerektiğinde ısrar ediyor. Yönlendirilmesi gereken bir isyan değil, bastırılması gereken bir dürtü bu. Teşhisinin temelleri su götürmez: isyancıların sınıfsal olarak homojen bir proleter bileşime sahip olmadığı, gerçek bir göçmen tehdidini” temsil eden olaylara tepki vermedikleri, eylemlerinin hem siyasi sınıf hem de dijital lumpencommentariat3 tarafından kışkırtıldığı ve bu eylemlerde harekete geçirici olanın mülksüzlerin gerçek şikayetlerinden çok hararete yol açan yanlış bilgilendirmeler olduğu.

Seymour bu ırkçı ayaklanmaların çağdaş karakterine dikkat çekmekte de haklı: Freikorps militanlığına bir geri dönüşten ziyade birbiriyle daha yeni iletişime geçmiş aşırı sağcıların anlık olarak bir araya gelen güruhları. Hitler ve Mussolini, rakipleri olan Fransız ve İngilizlerin uzun zaman önce elde ettikleri türden sömürge imparatorlukları kurmayı vaat etmişlerdi. Onların amacı sınırları güçlendirmek değil, yıkmaktı. Bugünün aşırı sağı ise Eski Dünya’yı dünyanın geri kalanından korumaya çalışmakta, kıtanın 21. yüzyılda artık önder konumda olamayacağını, en iyi ihtimalle postkolonyal ordulardan korunmayı umabileceğini kabul etmektedir.

Seymour’un yazısını, söylediklerinden ziyade söylemedikleri üzerinden yanlışlamak daha kolay. Kabul etmek gerekir ki, bu ırkçı isyanlar “maddi çıkarların” çarpıtılmış ifadesi değildir. Ancak bu bizi mevcut krizin ekonomik köklerini bastıran bir tür üstyapısalcılığa götürmemelidir. Seymour’un yazısında “kemer sıkma” kelimesi geçmiyor, “bölge” kelimesi ise sadece bir kez geçiyor; oysa isyanların neredeyse tamamı Cameron’ın bütçe kesintilerinden en çok etkilenen ve birçoğu Kuzey Avrupa’nın en yoksulları arasında sayılan bölgelerde meydana geldi. Korsch’un bakış açısı kolaycı bir biçimde olanı mazur gösterme eğilimine girebiliyor fakat bunun karşısında toplumsal zemini belirsizleştirme, dolayısıyla da değiştirme ihtimalinden vazgeçme riski taşıyan bir tür anti-ekonomizm de ortaya çıkabilir. Kundakçı aşırı sağın hedefine aldığı patlamaya hazır durumu anlamak için kitle psikolojisine daha az, politik ekonomiye ise daha çok ihtiyacımız var.

Örneğin Seymour, “ırk ve etnisitenin ortaya çıkardığı kafa karıştırıcı duygulara” odaklanırken, ekonomik faktörlerin İngiliz kamusal yaşamında göçün kendine özgü şizoid statüsünü nasıl desteklediğini ihmal ediyor. Tom Nairn’in bir zamanlar belirttiği gibi Powellizm4, imparatorluk zamanından kalma işçilere dayanan bir sanayi stratejisine karşı elit bir tepkiydi. (“Kan nehirleri” söylemi esasen Wilson hükümetinin kamu hizmeti sunumunda ayrımcılığı durdurma girişimine bir yanıttı.) Bu işgücü arzı, sanayisizleşmenin ardından, demografik genişleme yükselen hizmet sektörünü sürdürmek için gerekli hale geldiğinden, hayati önemini korumaya devam etti. Muhafazakar Parti ise, bütün retorik bombardımanına rağmen, bu kırılgan büyüme modelini değiştirmek için hiçbir şey yapmadı. Son on yılda göç rakamlarını düşürmediği gibi Bidencı reshoring’e5 benzer bir yaklaşımın İngiltere’deki karşılığını en hafif biçimiyle dahi dile getirmedi.

Bu arada halkın memnuniyetsizliği de en azından 2000’li yılların sonlarından bu yana artıyor; işgücü piyasasının alt kesimlerinde, düşük ücretlerin asıl nedeni olmasa da, göçün politika elitinin bağlı olduğu düşük ücret rejiminin vazgeçilmez bir parçası olduğu hissi giderek yaygınlaşıyor. Son haftalarda tanık olduğumuz şey bu hoşnutsuzluğun 2020’lere hakim olan hiperpolitik6 formda patlamasıdır: kalıcı örgütlenme olmadan ajitasyon, örgütsel yapı inşası olmadan kısa ömürlü kendiliğindencilik. Birleşik Krallık’ın çoğunlukçu seçim sisteminin mevcut aşırı sağ güçlerin yükselişini temsilden dışlaması sokak şiddetinin bir başka örtük itici gücü olabilir: Avrupa’nın başka yerlerinde olduğu gibi istikrarlı bir parlamenter temsil elde edemezlerse, parlamento dışı faaliyetler ölümcül derecede çekici hale gelir.

Bugünün Neo-Powellizmi, İngiliz finansallaşmasının kalbindeki bu çelişkiyi retorik olarak yönetme ve kontrol altına alma girişimidir: yetersiz büyüme oranları için ucuz işgücüne bağımlı, anlamlı bir üretkenlik sağlayamayan bir ekonomi ve devletin bir tür sistemik müdahalede bulunmasını giderek daha fazla isteyen bir nüfus. Bu ekonomik zemine 21. yüzyıla ait başka faktörler de ekleniyor: artık sadece hukuk bürolarında ve gece kulüplerinde değil aynı zamanda spor maçlarında ve barlarda da tüketilen kokainin düşen fiyatı; İngiliz futbol holiganizminin bastırılması, daha fazla genç erkeği aşırı sağın ortamına (çoğunlukla internette var olan, ancak gece terör timlerinin en azından geçici bir sosyal kolektivite duygusu sağladığı bir dünyaya) hapsetmesi.

İşin bir de uluslararası boyutu var. Kendisini gerilemekte olan bir emperyal egemenin saldırı köpeği olarak tanımlayan ve Ortadoğu’daki soykırımı kayıtsız şartsız destekleyen bir ulusun, bu tür bir savaşçılığı iç cepheye de yansıtması şaşırtıcı mıdır? İsrail’deki fazlalık gördükleri nüfusu yok etmeye ve Palästinenserfrage‘yi7 kökten çözmeye yönelik süregelen girişimi normalleştiren Birleşik Krallık, Müslüman karşıtı şiddeti burada da uygulamak isteyenlere güçlü bir ivme kazandırdı.

Antisemitizmin baskın türlerinin aksine İslam karşıtı duygular genellikle küresel güçlerin dönemsel öngörülerine girmez. Bunun yerine, Müslümanı tehlikeli derecede belirsiz bir unsur olarak gösterirler. Geç kapitalizmin sıfır toplamlı dünyasında, asgari bir toplumsal uyumu muhafaza etme becerilerinin onları işgücü piyasası rekabeti için daha donanımlı hale getirdiği görülmektedir. Müslüman karşıtlığı, ötekine karşı duyulan bir korkudan ziyade, aynı olana karşı duyulan bir korkudur: piyasaya eşit derecede bağımlı bir konumda olan ancak kendilerini piyasanın saldırısına karşı korumada daha etkili olduğu düşünülen biri. Aynı zamanda Müslüman, savaş sonrası istikrar dünyasına finansallaşmanın getirdiği soyutlamanın bir madunu olarak da görülüyor: Seymour’un deyimiyle “sınırların ve sınırlamaların aşınmasına” neden olan, yersiz yurtsuz biri.

Lenin 1913’te tartışmalı bir şekilde, dünyaya “pogromizm” kavramını kazandıran gerici monarşist güç olan Kara Yüzler’in arkasında “cahil bir köylü demokrasisi, en kaba türden ama aynı zamanda son derece köklü bir demokrasi” tespit edilebileceğini iddia etti. Ona göre Rus toprak sahipleri “en geri kalmış köylünün en köklü önyargılarına hitap etmeye” ve “onun cehaletiyle oynamaya” çalışmışlardı. Yine de “böyle bir oyun risksiz oynanamaz” diye nitelendiriyor ve “ara sıra gerçek köylü yaşamının sesi, köylü demokrasisi, Kara-Yüzler’in tüm küfünü ve klişelerini kırıyor” diyordu.

Irkçı isyanların bastırılmış özgürleştirici bir çekirdeği, geri kazanılabilecek bir “enerjisi” yoktur. Bu anlamda, Korsch’un Blitzkrieg’de gördüğü türden çaresiz bir umuttan vazgeçilmelidir. Ancak İngiliz pogromizminin altında hâlâ bir sefalet evreni yatmaktadır ve bunu ortadan kaldırmak solun tarihsel görevidir. Bunu yapmak için elde başarılı stratejiler yok. Şu anda Londra’da her ay düzenlenen türden A’dan B’ye yürüyüşler, siyasi bir çizgi ortaya koymanın yararlı bir yolu olabilir. Bunlar sosyalist siyasetin asgari gerekliliklerinden biri olmaya devam ediyor fakat şu anda Neo-Powellist sağ tarafından işgal edilen bu hiçliği doldurmak için yetersizler. Seymour’un tasvirinde de bu hiçlik dünyası genellikle yolun dışında kalıyor. Sol, bunu odak noktası haline getirmek zorunda.


Özgün Metin: Into the Void
Çeviri: Emre Yeksan
Sunuş : M. Görkem Doğan

  1. Yazının başlığı “Hiçliğin Kalbine” İrlandalı siyaset bilimci merhum Peter Mair’in Hiçliğe Hükmetmek (Ruling the Void) kitabına bir gönderme. Mair kitapta neoliberal küreselleşme döneminde siyasetin teknik bir yönetişim faaliyetine çevrilerek alt sınıfların siyasal karar alma süreçlerinden dışlanmasını anlatıyordu. Anaakım partilerin teknokratik gerekçelere sığınarak piyasa dogmaları doğrultusunda siyaseti alt sınıfların aleyhine siyasetsizleştirmesinin sonucu olarak ortaya çıkan bu ırkçı saldırıları analiz ettiği yazıya Jager bu göndermeli başlığı uygun görmüş. ↩︎
  2. Olay, iki Ruandalı göçmenin İngltere’de doğan herhangi bir terör listesinde olmadığı gibi reşit de olmayan İngiliz yurttaşı oğulları tarafından gerçekleştirildi. Bu ortaya çıkınca Seymour’un eleştirdiği anaakım televizyon yorumcuları (yani herbokologlar) entegrasyon sorununa dikkat çekmeye başladılar. Swift’in esas aşırı sağın hiç sevmediği bir ikon olduğu hatırlanırsa belki de bu çocuk entegre olamamaktan ziyade,İngiliz yabancı düşmanı sağcılığına fazlaca eklemlenmiş bile denebilir. Bu olaylar söz konusu herbokologların Hamas, İslam ve Terör bağlantılarına fazlaca odaklandığı bir dönemde gerçekleşti, dolayısıyla Müslümanlara saldıran ırkçıları anlamaya çalışma çabalarını bu bağlamı unutmadan yerli yerine oturtmak gerekiyor. ↩︎
  3. Bu kavram dijital alanda ve sosyal medya kanallarında kanaat belirleme becerisine sahip lümpen tabakayı tanımlıyor. ↩︎
  4. Jäger’in “Powellizm” kavramıyla işaret ettiği Enoch Powell 1960’lı yılların başında bir süre bakanlık da yapan muhafazakar bir siyasetçidir ama esas ünü 1968’de yaptığı “Rivers of Blood” (Kan Nehirleri) konuşmasından gelir. Bu konuşmadan itibaren ölene kadar yeni tür İngiliz ırkçılığının peygamberi haline gelecektir. Bu ırkçılık beyaz adama ötekini medenileştirme misyonu (Robinson ile Cuma’yı hatırlayın) yüklemekten vazgeçip kendi evine ötekini sokmamayı öğütler. Bu anlamda Powelizm yabancı düşmanı ırkçı tutumun ilk siyasi manifestosu haline gelir. Zaten “Kan Nehirleri” başlığının ilham kaynağı da Roma lejyonlarına kabul edilen barbarların eninde sonunda Tiber nehrini kızıla boyayacağı (Roma’yı yağmalayacağı) kehanetinde bulunan eski bir Roma metnidir. ↩︎
  5. Sanayisizleşme sürecinde ucuz emek arzı olan ülkelere taşınmış üretim faaliyetlerinin yurtiçine geri getirilmesi. ↩︎
  6. Jäger son kitabının başlığı da olan bu kavramı 2008 krizi sonrası küresel düzeyde gelişen süreçleri adlandırmak için kullanırken kabaca her şeyin politik oluşu ile bunun hiçbir reel etkisinin olmayışını bir arada işaret etmek için kullanıyor. ↩︎
  7. Almanca’da Filistin Sorunu anlamına gelen tamlama. ↩︎

Son Eklenenler