3 Ekim’de Emine Erdoğan ve ilgili bakanlıkların eliyle kadınların doğum yapma biçimini konu alan bir eylem planı kamuoyuna açıklandı. Sezaryen doğumu kısıtlayacak, vajinal doğumu teşvik edecek birtakım düzenlemelerden söz edildi. Devlet hastanelerinde halihazırda fiilen kısıtlanan sezaryen doğumun bu düzenlemelerden sonra erişilmesi imkansız bir hak olacağını öngörmek zor değil.
Medya ve haber bültenleri büyük bir iştahla kadınların doğum yapma biçimini tartışırken bir sonraki gün İstanbul’da yarım saat arayla iki genç kadın aynı katil tarafından katledildi. 19 yaşındaki Ayşenur Halil ve İkbal Uzuner’in öldürülmesi, gündemi kadınların doğum yapma biçiminden “öldürülme” biçimine taşıdı. Bu cinayetler, ne yazık ki parçalanmış bedenleri ortaya fırlatılan kadınların yaşamının değersiz, önemsiz birer nesne muamelesi görmesinin korkunç ve somut örnekleri oldu. Öte yandan, devletin herkesin yaşam hakkını koruma altına alarak, kadınların yaşlanarak doğal ölümünü güvenceye almak yerine “normal doğumunu” öncelikli görev saydığını görmüş olduk.
Ayşenur ve İkbal’in katledilmesinin ardından yaygın biçimde fail Semih Çelik’in “psikopat” oluşundan “incel” kültürünün etkisine kadar pek çok konu günlerce konuşuldu. Discord gibi platformlar üzerinden topluluklar oluşturarak kadınlara ve çocuklara yönelik nefret ve cinsel içerikli paylaşımlarda bulunan Z kuşağı genç erkeklere dönük birkaç gözaltı ve tutuklamanın ardından Discord’a erişim engeli getirilerek konu nerdeyse erkeklerin “sanal örgütlenmesine” indirgendi. Elbette bu tarz sanal örgütlenmelerin suçun yaygınlaştırılması, normalleştirilmesi ve şiddetlendirilmesi bakımından belli bir düzeyde etkisinden söz etmek mümkün. Ancak bunun sorunun asıl kaynağıymış gibi gösterilmesi esasen sorunun üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret. Keza yalnızca sanal ortamda değil yaşamın içinde her gün yeniden üretilen erkek egemen anlayış erkeklerin kadınlardan üstün oldukları fikriyle neredeyse tüm toplumsal ilişkilerde ve ideolojik düzeylerde kendini gösteriyor.
Kadın cinayetlerinin ve erkek şiddetinin dar bir bakışla “psikolojik vaka” veya “münferit olay” olmadığı, sistematik biçimde devam eden, tarihi, politik ve toplumsal olaylar olduğu vurgusu üzerinden hedefine ataerkil sistemi koyan kadınlar alanlarda en güçlü şekilde var olmaya çalışarak sorunun esas kaynağına işaret ediyorlar. Özellikle üniversite ve lise öğrencilerinden oluşan genç kadınlar bir kısmı örgütlü, büyük kısmı ise feminist hareketten etkilenmiş bağımsız bireyler olarak katıldıkları eylemlerde öfkelerini geniş çapta gösterirken karşılarına dikilen kolluk güçlerinin ve “Jin Jiyan Azadi” sloganına yönelik faşist saldırıların karşısında geri adım atmıyorlar. Devletin bu cinayetleri önlemediği gibi cezasızlık politikalarıyla erkekleri koruyup kollayarak “üstün erkek” anlayışını kurumsallaştırmasındaki işlevini doğru bir şekilde tespit ve teşhir ediyorlar.
2021’de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldıktan bu yana göze çarpan şekilde artan kadın cinayetlerinin bu cezasızlık uygulamalarının genişletilmesine bağlı olduğu görülüyor. Tam anlamıyla uygulandığından söz edemesek de, İstanbul Sözleşmesi’nin kadınlar açısından yaşamsal önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden sonra el yükselterek 6284 sayılı kanunun çeşitli maddelerinin de tartışılmaya açılmak istenmesi kadınları ve çocukları haklar bakımından daha savunmasız hale getirmenin yanı sıra erkekleri suç işleme konusunda yüreklendiriyor. Hakkında onlarca şikayet ve sabıkası olmasına rağmen sokakta “başıboş” gezmesine müsaade edilen erkekler işlemeyen adalet sisteminden aldıkları güçle yeni suçları işlemekten çekinmemekte hatta birer gösteriye çevirerek işliyor. Bu yönüyle kadınlara yönelik suçların “şahsiliğinden” söz etmek mümkün değil. Kadınlar bedenlerine ve yaşamlarına hükmedildiği, faillerin de yasal zırhla korunduğu örgütlü bir saldırıyla karşı karşıya kalıyor.
Kendi yurttaşı olduğu devletten talep ettiği korumayı göremeyen kadınlar en çok aile üyesi erkekler tarafından katlediliyor. “Kutsallık” atfedilmiş aile kurumunun kadınlar açısından nasıl bir cehenneme dönüşebildiğini boşanmak isteyip de boşanamayan, türlü şiddet ve işkencelere maruz kalan yüzlerce kadının hikayesinden biliyoruz. Boşanmaların önüne geçmek amacıyla mahkeme süreçleri kasti olarak zorlaştırılıp kadınları bezdirme yoluyla evliliği sürdürmeye ikna etme ya da çocuklarıyla tehdit etme yollarına başvuruluyor. Devlet de, toplum da kadını aile içi rolleriyle tanımlamaya ve o rollere hapsolmuş şekilde yaşamaya zorluyor. Bununla beraber bu roller dışına çıkmış evlenmemiş, boşanmış, doğurmamış vb. kadınlar kusurlu addedilmeye, hakkını hukukunu soranlar ise toplumda “şeytanlaştırılmaya” çalışılıyor.
Ne var ki kadınlar çoğu zaman yaşamını da göze alarak ve birbirinden aldıkları destekle hakkını aramaktan vazgeçmeyip erkeklerin sahip olduğu ayrıcalıkları ve kendileri aleyhine işleyen eşitsizlikleri sorgulamaya daha çok cüret ediyor. Bugün kadınların kendi emeğine, bedenine, yaşamına sahip çıkmak için direnmek dışında seçeneği kalmadı. Evrensel insan haklarından muaf tutulmuş kimseler olarak yaşam hakkını savunmak topyekûn bir mücadeleyi şart koşuyor. Bu bakımdan gerek kadını öldüren “aile yapısını” ve değerleri gerekse erkekleri koruyan devlet ve politikalarını darmadağın edecek, gücünü ve meşruluğunu ezilen ve emekçi kadınların örgütlülüğünden alacak kitlesel bir kadın hareketi oluşturmaya ihtiyacımız var.
Daha yakıcı bir ihtiyaç ise artan erkek şiddetine ve kadına yönelik suçlara karşı kadınların meşru özsavunma hakkının kullanılmasına dönük yaygın ve etkili kampanyaları yürütmek, muhatabına korku salan militan eylemlilikler organize etmek olacaktır. Yasalar, yasaklar erkekleri caydırmıyorsa, kadınlar katledilen kadınların öfkesiyle Nevin Yıldırım’ın baltasını bileyecektir.