Umut-Sen’in son konferansı bir sınıf cephesi çağrısıyla toplandı ve konferansın önüne koyduğu somut hedef de bir sınıf cephesinin inşa edilmesi için aktif sorumluluk almak üzerineydi. Konferansa yoğun katılım ve katılımcıların sınıfsal, toplumsal çeşitliliği, bahsi geçen cepheye dair ihtiyacı da hissettiriyordu. Aslında insanların kendilerini güçlü hissedecekleri, yalnız hissetmeyecekleri, başkaca sınıf kardeşleriyle rekabet değil dayanışma içinde hissedecekleri bir güce, içinde olduğumuz toplumsal cendereden çıkmaya yönelik, eleştirel, sorgulayıcı, arayışçı bir çizgiye, sınıfsal ve sosyal ihanete uğramamaya dönük büyük bir adanmışlığın verdiği güvene, dayanışmaya duyulan ihtiyacı ifade ediyordu bana kalırsa.
Çünkü yenilgiye uğramış bir devrimciliğin ardından gelen bu çağda, devrimciliği yeniden kurmaya yönelik sahici ve samimi uğraşların güçlenmesi imkansızlıklar içindeki emek ve çabaya dayanır. İhanet, satılmışlık, sistem içi ağlarda kurulan pozisyonlar, dolayısıyla bürokratlaşma, danışmanlaşma, hantallaşma, konumunu korumacılaşma gibi devrimcilere bakıldığında mide bulandıracak şeylerden uzak, bu yanlışlara düşmeyen ve olur da bu yanlışlara düşse dahi devrimciliği bu yanlışlara alet etmeyen bir tarzın yaratacağı güvene ihtiyacımız var. Dünyamız sadece bugün büyüsünü yitirmiş değil, salt sosyalizmin bütün dünyadaki politik yenilgisini yaşamakla kalmıyoruz, devrimciliğin “oto-likidasyonu” olarak da ifade edilmiş olan, kendi bacağına sıkmış bir devrimciliğin karikatürleriyle dolu dünyamızda ve ülkemizde bu durumun ağır sonuçlarını da taşıyoruz. Bunun karşısında sahici, hakiki ve arayışçı bir ruhun ve ilişki kurma biçiminin insanların inancını tazelemek ve mücadeleye katmak açısından önemli olduğu sanırım yadsınamaz.
Elbette bunu mümkün kılan şey “faaliyet” denen şeyin kendisidir. Devrimci faaliyetin ne olduğuna dair çok bilinen şeyleri tekrarlamak değil ama esas olarak devrimci faaliyetin özü nedir sorusuna yani çok geniş şekilde cevap verebilecek bir soruya öncelikler nazarında bir cevap bulabilmenin kendisinin ne kadar devrimci olduğunu gündeme getirmek de önemli. Umut-Sen’in geçen yıl düzenlediği konferansın amaçlarından biri olan ve bu yılki konferansta da derinleştirilen “düşmanı tanımak” dolayısıyla soyut bir kapitalizm düşmanından, burjuva düzenin iktidar partilerinden uzaklaşıp, düşmanı somut ilişki dünyalarında, somut yapılarda, somut mücadele süreçlerinde anlamaya ve tanımlamaya çalışmak anlamına geldiğinden, günümüzün devrimci faaliyetlerinden biri olarak görülebilir. Çünkü, bir Anadolu tabiriyle söylersek, “at izi ile it izinin birbirine karıştığı” bir dönemdeyiz. Tanımlamakta yaşanılan zorluk mücadele araçları ve yöntemlerini belirleme ve inşa etmekteki zorluğun bir aynası.
Düşmanı tanımlamak
Düşman soyut bir makine, sabit ve değişmez bir nesne olmadığı için düşmanı tanımlamanın kendisi de sınıf mücadelesinin bir parçası. Teori bir yanıyla düşmanı tanımlama kabiliyetimizi geliştirmek için var. Komünist Manifesto’nun o temel önermesi olan burjuvalar ve proleterler ayrımı, düşmanı ve devrimci özneyi tanımlamakla bunu güçlendirecek alet edevatı devrimci özneye sunma çabası olarak hala kutup yıldızlarımızdan biri.
Tarihin bu karmakarışık döneminde, her şeyin hızlıca buharlaşıp uçtuğunu sandığımız gezegende sınıflar mücadelesi ve onun coğrafyaları hâlâ kaskatı, sert, gerçekliğin çölü kadar gerçek. Aynı sınıflar mücadelesi, aynı berraklık ve netlikte, bize pusula olabilecek çözümleme gücünü ve alet edevatı sunma becerisini taşıyor. Ondan öğrendiğimiz burjuvalar ve proleterler gerçeğinin indirgemeci olarak görülebilecek basit ikiliğini açmak, ayrıntılı bir şekilde burjuvaların ve proleterlerin bugünkü görünüşlerini çözümlemek bugünün faaliyetinin bir görevi. Elbette, burjuvazi ilişkisel bir soyutlama olarak daha net tanımlanmayı, gerçek ilişki ağları ve yapıları içerisinde çözümlenerek ortaya serimlenmeyi bekliyor olsa da, burjuvalar ve proleterler çözümlemesi içinde sınıflar mücadelesinin devrimci ele alınışının özü olan, bu iki sınıfın antagonistik karşıtlık içinde olduğu gerçeği düpedüz ortada. Burjuvalar ile proleterler birbirleriyle savaşır, burjuvalar sayıca az olsalar da ellerindeki araçlarla bu savaşı kazanmak için her şeyi yapar, proleterler ise sayıca çok oldukları halde bir arada olmadıkları ve savaşacak araçları ellerine alarak güç haline gelemedikleri için kaybeder.
Tarihsel olarak sınıflar mücadelesinin güncel momentinde ortaya çıkan bir hareket olarak komünizm, düşmanı kendi ekseninde tanımlama, bu iki toplumsal kampı bütün gerçekliğiyle betimleme, esas olarak da kendi kampının, içinden konuştuğu kampın bir tarihsel parti1 olarak görünümünü bir devrimci çabaya örgütleme uğraşı olarak görülebilir. “Komünizm” adıyla bugüne kadar her kim ne yapmış olursa olsun, tarihsel-siyasal bağlamda komünizm sınıflar mücadelesi içinde bir konum, tarihsel partiyi görme, anlama ve örgütlemeye yönelik bir bakış açısı ve faaliyettir. Zira, sınıflar mücadelesinin asli öğelerinden biri bu tabloyu net bir şekilde ortaya koymaktır. Hatta daha önemlisi, düşmanı tanımlamanın kendisi, sınıf mücadelesiyle kurulan ilişkiyi belirler. Düşmanı çözümleme tarzı ve yöntemi nereye gitmek istediğimizle ilişkilidir ve aynı zamanda bizim kim olduğumuzu söyler. Komünizm de bu çözümleme, ilişkilenme ve mücadele biçimlerinden biri olarak toplum içindeki hayalettir.
Sınıf mücadelesinin siyasallığı da işte bu tanımlama anında kendini gösterir. Devrimcilerin düşmanı tanımlama metodolojisinde uzlaşmaz karşıtlık vardır ve bu karşıtlığın günümüz maddi süreçlerine yaslanmak devrimci stratejinin önemli bir özelliğidir. Düşmanı burjuvalardan sapacak başka bir yerde aramaya başladığınızda, o incecik, kalibrelik farklarda bile yaptığınız hata sizi bambaşka siyasallıklar içine sürükler. Komünizmin “düzen-dışı” motivasyonu ve ruh hali sizi düzenle uzlaşan, bu düzenden çıkar sağlayacak, onun yerleşikliğini kabullenecek hatta benimseyecek bir yere dahi götürür.
Günümüzde düşmanı tanımlama süreçlerine dair ezber yaklaşımlardan ve kanaatkâr, kolaycı ve düzenci tanımlamalardan uzak durmak istersek, yani devrimci bir yol arayışı içindeysek, tanımanın en önemli biçimlerinden biri de bu arayışçı çizgiyi yaparak, deneyerek, çabalayarak öğrenmektir. Yani, sınıflar mücadelesi içerisinde, safında ve bağlı olduğumuz sınıfın içinde ve derinlerinde konumlanmak, öğrenmek, öğrenmek ve yol aramak. Bir toplulukla ilişki kurmak, onlarla birlikte eylemler yapmak, hak mücadelesi içine girmek, orada mücadele tecrübeleri edinmek, bu mücadeleyi sınıflar mücadelesinin derinlerine ilerletmeye çalışmak, ilerleme içinde düşmanla karşılaşılan farklı kademelerde onu teşhir etmek; tüm bu çabanın, yani tanıma/arama faaliyetinin bilgisini üretmek ve yaygınlaştırmak, yani devrimci bir pedagoji bugün devrimci faaliyetin vazgeçilmez uğraşlarından biri olmak durumundadır. Ülkemizde bu yönde, parti merkezlerine tabiiyet üretmek dışında bir eğitsel faaliyet olmaması, devrimci düşünce ve eylemin kesintisiz bir şekilde gelişmesinin ve yeni devrimci kadrolar oluşmasının önündeki zorluklardan biri olarak düşünülebilir.
Düşmanı tanımak, görmek, göstermek, düşman karşısında daha güçlü olmanın ihtiyacını hissetmek, kader birliğini hissetmek, kader birliği etrafında daha güçlü nasıl örgütleneceğimizi dertlenmek, günümüz proleter devrimci yol arayışının yapı taşlarından değil mi?
Politik ahlakiliğin ötesinde
Siyaseti ahlakla karıştırıp ahlaki ilkeler üzerinden siyasi yol haritası çıkarmak son dönemin popüler siyaset kurma biçimi haline gelmiş görünüyor. Bu tarz topluluklar bizim burjuvalar ve proleterler indirgememizden farklı başkaca hareket noktaları görüyorlar. Dolayısıyla da düşmanı tanımlarken kendi ahlaki ilkelerini ve yönelimlerini de devreye sokarak somut durumun somut kavranışından uzaklaşıyorlar.
Bugün düşman, yani tarihsel olarak burjuvazi ülkemizde hangi somutluklar içerisinde kendini gösteriyorsa, hangi somut ilişki ağları içerisinde yaşıyorsa, oralarda görmek ve tanımlamak gerekiyor. Çünkü burjuvazi, farklı ilkelerden, çıkar ilişkilerinden, yerel oluşumlardan, ulusal partilerden, dinsel ağlardan, etnik örgütlenmelerden oluşan koskoca bir ağ içerisinde kristalize olan, somut bir mantıkla işler. Kapitalistin mantığı daha fazla kâr etmektir ve bugünkü güncel biçimi olarak holdingcilik, bu mantığı oligarşik yapısı içinde hukukla, yasayla, belediyeyle, akademiyle, medyayla, sanatla kuşatan bir ilişki biçimi olarak karşımıza çıkar. Kendini icra edeceği türde yeni egemenlik araçları geliştirir, eski araçları da kendine bağlanacak ve kendisi için işleyecek şekilde dönüşmeye zorlar.2 Holdingciliğin mantığı daha fazla kâr etmek, büyümek, yayılmak, tekelleşmek, sömürmek, semirmektir. Kapitalizmin genel işleyiş mantığı holdingciliğin ruhudur. Her şey ama her şey daha fazla kâr ilkesine göre şekillenir. Holdinglerin bir şirketinde mi çalışıyorsun, daha fazla kâr mantığı gereği ücretlerin az, mesain eksik, sigortan yarım, yemeklerin kötü, iş kazaların kader, ölümlerin fıtrattır. Holdinglerin bir şirketi köyünü bir enerji, maden veya yol projesiyle mi kuşatıyor? Devletin yasaları ve kolluk gücü zoruyla yaşadığın yerde bir gecede işgalciye dönüşebilir, köyün evin barkın bir anda kolluk gücüyle çevrilip dozerle imha edilebilir. Holdinglerin bir şirketi daha fazla kâr elde edebilsin diye insanlar hasta edilebilir, hasta olanlara çaresizlik aşılanabilir. Holdinglerin bir şirketi daha fazla kâr elde edebilsin diye hayvanlar toplu katliama maruz kalabilir, devletin gücü ve yasaları bu katliamcı kafayı meşrulaştırabilir. Holdinglerin bir şirketi daha fazla kâr elde etsin diye çiftçiler batabilir mesela, ama halkın daha pahalı ve sağlıksız beslenmesi de bu holdingci işleyişin bir sonucudur.
Yani bu somutluklarda, yani toplumsal olarak içinde yaşadığımız gerçek ilişki dünyaları içinde karşımıza çıkan ve hayatımızı çalan gerçeklikler içerisinde düşman gözümüze giderek daha berraklaşır. Bir şirket, bir holding, bir holdingi koruyan yasalar, kolluk, o yasa ve kolluğu belirleyen devlet, devletin sahibi sermaye ve sermayenin genel işleyiş yasaları, ilişkiler içinde kurulan bir oligarşi… Bu genel işleyiş yasasına dokundurtmamak için örülmüş binbir düzen, medyası, tarikatı, siyasi partisi, STK’sı ve türlü aparatı…
Bu berraklığı şaşırmak ve bu kocaman yapının içinde genelleşmiş mantığı hedefleyen siyasi pratiği şaşırtan her türlü siyasallaşma holdingciliğe eklemlenme riski taşır. Bu yüzden ayık olmak zorundayız. Genel kâr mantığını hedeflemek ve o hedefe odaklanmak çok zorlayıcı olmadığı için işimiz çok zor değil. Kaldı ki günümüzde giderek derinleşen kriz zenginlerin, patronların, holdinglerin bizleri içine çektiği yıkımı daha fazla gözler önüne serdiği için, sınıflar mücadelesi içinde bu düzeni yıkmayı, alaşağı etmeyi hedeflemek, hedefi bulmak zor değil. Ancak elbette maharet sadece düşmanı tanımlamak değil, düşmanın düşman olduğuna insanları ikna etmek, insanları bu düşman karşısında hareket ettirebilecek mekanizmaları oluşturmak, derinleştirmek, kitleleri buna hazırlamak, kitlelerle buna hazırlanmaktır. Bu da işin zor kısmı.
Ekonomizmin ötesi
Proletaryanın kendi siyasi ifadesini bulması sanırım devrimcilerin en temel tartışma konusu. Her dönem için “günümüzün siyasi organizasyonu ne olacak” sorusu günceldir; 1900’lerin başından beri de gerek muzaffer gerekse yenilgiler geçirmiş belki yüzlerce devrimci formun hiçbiri de bugüne tam ve doğrudan projekte edilebilir değil. Ama sorular nedense aynıymış gibi ve bazı sorular da nedense cevaplanmış gibi ve bazı sorular da sanki hiç cevaplanmamış gibi tekrar tekrar sorulabiliyor. Bu formun kendisi en nihayetinde proletaryanın kendi kurtuluşu için bir siyasi parti olarak örgütlenmesini ifade ediyor. Bu, genel olarak proletarya partisinin kuruluşunu ifade ediyor.
Bir de proletarya içindeki kişi, grup ve toplulukların henüz bugünden, yani proletaryanın henüz bir parti olmaya dair örgütlülüğü yeterli bir olgunluğa ulaşmamışken, kendilerini bu olması gereken parti yerine koyma iddiaları var. Bir tür halüsinasyon biçimi olarak da ifade edilecek bu yaklaşım dolayısıyla devrimci faaliyetin özünü çarpıtmak, hedeflerini saptırmak gibi fazlasıyla “solcu” sonuçlar da üretebiliyor. Yine Anadolu’nun önemli bir tabiri olarak, ne kadar ekmek o kadar köfte, yani emeği gerektiği ölçüde vermeden hazırlop bir örgütlülüğün olması mümkünmüş gibi…
Bu solculuk biçiminin emek emek, ilmek ilmek örgütlenmeye, sınıf içinde ve daha derinlere doğru kazmaya çabalayan, belki kuşağımızın hiçbirinin ömrünün yetmeyeceği, on yıllara yayılan bir emek ve çabayı göze almadan yapılan bu yaklaşımlarının hem kendi bakış açısı gereği düşmanı tanıma noktasında yanıltıcı olacağını, hem de dolayısıyla faaliyetin özüne dair yanlış önermelerde bulunacağını düşünebiliriz. Dolayısıyla mesela sınıf içindeki ilmek ilmek çaba hızlıca ve kestirme bir yolla “ekonomik faaliyet” veya “sendikalizm” gibi ifadelerle küçük görülebilir. Devrimcilik yapmanın bu “siyasi öncülere” ait olduğu, sınıfın, halkın kendi içinde yapılan faaliyetlerde ortaya çıkan önderleşen işçilerin, köylülerin kendilerine dahi küçümsenerek bakıldığı, yani esasında sınıfın ve sınıf öncülerinin devrimcileşerek proletaryanın örgütlenmesine daha fazla katılmasının kendisinin bizzat devrimci faaliyetin asli unsuru olduğu unutularak ve unutturularak siyasal faaliyet yapma “hakkının” bizzat kendine devrimci diyenler tarafından “gasp edildiği” bir solculuk biçimi, başka bir şeye işaret eden devrimci faaliyet çabalarını da kolaycılıkla harcayacaktır, harcar. En kaba haliyle söyleyecek olursak siyaset yapma hakkını elinde tutanlar, halkın devrimcileşerek bu hakkı istemesini -tarihsel ve ontolojik gerekçelerle- istememektedir.3 Devrimcilik iddiasıyla kendi eyleyen bir aktivizmin, sınıf özneleşmesi yerine geçtiği bir dönemdeyiz. Bunu görüyoruz.
İşçilerin, köylülerin gasp edilen hakları için, kendi adlarına örgütlenmeleri bir süreçtir ve bu süreç, yalnızca kendileri için, kendi sınırlarında konuştukları bir faaliyet olarak boğulursa, bu ekonomizmdir. Partinin yokluğu ekonomizm değildir. Aksine, partinin var olduğunu iddia etmek, işçileri, köylüleri, emekçileri siyasetin dışına atmak, onları zaten olmayan bir şeyden yola çıkarak devrimcileşmelerinin önünde engel olmaktır. Devrimcilik, emekçilerin devrimcileşmelerinin önünde engel olmamaktır. Düşmanı tanımak ve tanıtmaktır. Günümüz holdingcilik üzerine kurulu sermaye düzeni içinde işçilerin, köylülerin, emekçilerin örgütlenmesine, kendi temsil araçlarını inşa etmelerine yönelik her türlü çabanın, faaliyetin, gerçekliğin içine girenler, yani ezcümle örgütlenme çabasında olanlar, burjuvaların karşısında bir sınıf olarak proleteryanın devrimciliğinin oluşumuna katkı sunanlardır.
Başladığımız yere geri dönecek olursak, sınıf mücadelesinin büyüsünü kaybettiği günümüzde devrimciliğin bu büyüyü yeniden kurmaya ihtiyacı var. İşçilerin, köylülerin, emekçilerin kendi temsil araçlarını inşa etme, kendi temsil araçlarında kendi kararlarını alma, kendilerini kendi çıkarları ve kendileri gibi insanların çıkarları için mücadele edenler olarak görme, hissetme, güçlendirme, kavga etme ve bu kavganın bayrağını memleketin dört bir yanına taşıma ihtiyacı var. Birliğe, dayanışmaya, güvene, cesarete ihtiyacı var. Sınıf cephesi ancak böyle bir temelde inşa edilebildiğinde bir arayışa cevap olabilir.
- Marx, Ferdinand Freiligrath’a yazdığı mektupta partiden bahsederken kelimenin bildiğimiz, belli bir dönemsel bağlam içindeki örgütlenme biçimi (yani legal ya da illegal anlamıyla formel siyasi parti) anlamına karşı “geniş tarihsel anlamıyla partiden bahsettiğini” söyler. ↩︎
- Bkz. “Sermeye kendi örgütlerini yarattı Türkiye’de, bunun adına da “holdingler” dedi. Hatta bir derebeyi gibi, sanki damarlarında akan kan çok soyluymuş, yüzyıllardır hakları varmış gibi imtiyazlar talep ettiler. Ve bunu ilan ettiler, holdingleşme budur. Bu yüzden holdinglerine soy isimlerini verirler. Koçlar derler, Sabancılar derler soylu aristokratlarmış gibi, bir kraliyet unsuruymuş gibi… Ve geri kalan insanların hepsinden faklı, imtiyazlı olduklarını göstermek için kendi soy isimlerini verirler böylece.” – Kahrolsun holdingler, yaşasın işçi sınıfı! – Bahadır Özgür ↩︎
- Bkz. Yırtmak: Kişisel ihtiraslarımız ve yoldaşlık üzerine – Emre Yeksan ↩︎