Ülkedeki çiftçiler yaz aylarında, Bilecik, Antep, Bursa, Rize, Burdur, Uşak ve İzmir’de girdi fiyatlarının yüksekliğine ve mahsulleri için maliyetlerini karşılayacak fiyat alamamalarına karşı isyanlarını ifade eden bir dizi eylemde bulundular. Bu yazı, bu eylemlerin nedenlerini, öznelerini, özneleri harekete geçmeye mecbur eden nesnelliği ve devrimcilerin bu öznelerle ilgili tutumlarının niteliğinin nasıl olması gerektiğini tartışmayı amaçlamaktadır.
Umut Kocagöz konuyla ilgili e-komite’de 8 Ağustos 2024’te yayımlanan değerli katkısında, bu eylemlerde fiiliyat bulan, küçük, orta ve büyük köylülük arasında önderliğini orta ölçekli köylünün üstlendiği bir tür kırsal ittifaka işaret etmektedir. Zaten eylemlerde traktörlerin yaygın kullanımı da hareketin özellikle orta ve büyük ölçekli köylülerin üretimle, ailelerinin yeniden üretimiyle ve mahsullerinin dolaşımıyla ilgili sorunları dolayısıyla meydana geldiğine işaret eder.
Eylemlerin sınıf karakteri, sosyalistlerin alacakları politik tutumu kararsızlaştıracak bir belirsizliğe işaret etmektedir. Lenin Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı eserinde, reform sonrası Rusya’da sermayenin tarıma nüfuz etmesiyle beraber Narodnikler’in varsaydığı sınıfsız ve organik bir Rus köylülüğünün artık söz konusu olamayacağını tartışır çünkü artık köylülük yeni tiplerden oluşmaktadır: Bir tarafta proleterleşmiş köylüler ve diğer tarafta kapitalistleşmiş bir köylü sınıfı (Lenin, 1977). Köylülük ortadan kalkmamaktadır ama o içsel olarak, sınıfsal olarak farklılaşmaktadır. Türkiye’de 1980’de başlayan ve bilhassa Erdoğan iktidarında şiddetlenen, köylünün piyasanın kör güçlerine tabi kılınmasını belirleyen hareket de kırsalın içsel olarak farklılaşmasına yol açmıştır. Günümüz köylü eylemleri vasıtasıyla ortaya çıkan da sermaye tarafından sınıflara ayrılmış kırsalın karşı hareketi olarak kavranabilecek bir ittifaktır.
Şu anda piyasanın kör güçleri Türkiye tarımına hakimdir. Piyasanın nesnelliği içinde özgür çiftçilik faaliyetinin giderek ortadan kalkması kendisini aynı zamanda yarı proleterleşmiş bir kırsal figürün meydana gelmesi olarak gösterir. Kırsalda sınıf mücadelesi, o mücadelenin içerisindeki sınıf konumları kenttekinden daha belirsizdir ve yarı proleterleşme kavramı da aslında bu belirsizliği teorik olarak imlemek için kilit kavramdır. Yarı proleterleşme, kısaca sermayenin tarıma giderek daha fazla nüfuz etmesi yoluyla gerçekleşir. Köylü, girdi elde etmek ve mahsulüne fiyat alabilmek için kente giderek daha bağımlı hale gelir. Sermayenin muazzam gücü kırsalı kasıp kavururken, çiftçi yetiştiricilik için kullanacağı tohumu, yetiştiriciliği gerçekleştirme tarzını belirleme yeteneğini, mahsulünün içeriğini, biçimini ve onun fiyatını belirleme yeteneğini yitirir.
Yarı proleterleşme bugün kendisini en şiddetli biçimde sözleşmeli üretim ilişkisi yoluyla gösterir. Bu ilişki içinde bazen çiftçinin tüccara ve şirkete bağımlılığı o kadar güçlü hale gelir ki bunlar çiftçinin mahsulünü satın almaktan şu ya da bu nedenle vazgeçerlerse çiftçinin faaliyetini sürdürmesi olanaksızlaşır. Yarı proleterleşmenin eşleniği, kırsaldaki bağımsız üreticilerin birbirleriyle rekabet etmeye mecbur edilmesi nedeniyle orta büyüklükteki köylülüğün ortadan kalkmasıdır. Lenin, kırsalda sınıf ayrımı gerçekleşirken yok olanın asıl olarak orta ölçekli çiftçi olduğuna işaret eder. Orta ölçekli köylü daha büyük ölçekli tarımsal faaliyetlerde bulunanlarla rekabet edemez, o zaman da bu insanların toprakları parçalanacaktır. Onlar küçük köylüye dönüşecekler, topraklarını daha büyük çiftçilere icar verecekler ya da satacaklardır. Bunların sonucu da proleterleşmedir. Çiftçi, formel olarak kendi toprağına sahip olsa bile piyasada rekabet edecek bir üretkenlikte yetiştiricilik yapamadığı için ailesinin yeniden üretimi için ücretli emeğe dönüşmek zorunda kalır (1977, s. 176-177).
Sermaye büyük bir güçtür, kendi hareket kanunları vardır ve o kanunların da kendi başlarına bir kuvveti vardır. Ama, özellikle üzerinde egemenlik kurulan sınıfların devlette ifade bulması muhtemel çıkarları dolayısıyla bu gücün Türkiye gibi Çevre’ye dahil bir ulusta kendiliğinden mutlak hakimiyeti varsayılamaz; bu hakimiyet sermayenin devlet zoru yoluyla karşı saldırısını gerektirir. 1980 askeri darbesi ve sonrasında Türkiye’nin her krizinde çıkarılan yasalarla ve sonra Erdoğan rejimi yoluyla gerçekleşen de budur. Sermayenin bugün ulaştığı muazzam güce ve onun devlet zoruyla oluşan nesnel hükmüne işaret eden kavram emperyalizmdir, yaşamlarımızın hiçbir uğrağı da ondan ayrı olarak düşünülmez. Türkiye köylüsünün isyanı ve emperyalizm arasındaki bağlantı basitçe Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik’in işaret ettiği gibidir: Kapitalizm, kendi kapitalizm öncesi dışsalına karşı zor uygulamalıdır ve buna da emperyalizm denir (2017, 85-86). Emperyalist sermaye de kendi kuvveti dışında bunu gerçekleştirmek için kapitalist devletin zoruna ihtiyaç duyar ve emperyalist sermayenin devlet zoruyla kendi dışsalına nüfuz etmesi de bugün Türkiye köylüsünün çıkmazının temel nedenlerinden biridir. Bu çıkmazın kentte bulduğu ifade, proletaryanın temel gıda maddelerine, özellikle insanın fiziksel ve zihinsel gelişimi için gerekli besin içeriğine sahip gıda maddelerine erişim sağlamaktaki olanaksızlığıdır.
Türkiye’de metalaşma, özelleştirme, tüm yaşamın piyasaya tabi kılınması 12 Eylül darbesi, 90’ların iktisadi krizleri ile uluslararası emperyalist örgütlerin Türkiye devletiyle işbirliği dolayısıyla gerçekleştirilen hukuki düzenlemeler, programlar ve sonra başkanlık rejimini tanımlayacak olan kararnamelerle devam eder. Devlet, kriz içindeki bir kapitalist iktisadi yaşamı düzenlemek durumundadır ve bu krizi kaçınılmaz olarak tanımlayan öğelerden biri kamu maliyesinin nasıl yönlendirileceğidir. Bugünün çiftçi eylemleri de büyük ölçüde devletin bütçesinin çiftçi için kullanılan kısmının küçültülmesiyle ilgilidir. Tarımsal desteklerin kısıtlanması, desteğin doğrudan gelir desteği olarak tahsis edilmesi, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin satın aldığı ürün kapsamının daraltılması, taban fiyatının mahsulün dünya piyasasında oluşan fiyatının dikkate alınarak belirlenmesi, tarım ürünleri dış ticaretinin serbestleşmesi, tarımın piyasanın kör güçlerine tabi kılınmasına işaret eder ve bu tabiiyet Erdoğan devletinin hakimiyetinde mutlaklaşmıştır.
Türkiye’de çiftçilerin içinde bulunduğu çıkmaz dolayısıyla giriştiği eylemlilik aynı zamanda Türkiye devletinin emperyalist sermayeyle iç içe geçmişliğini de gösterir. Türkiye kırsalını piyasanın kör güçlerine tabi kılma politikasının emperyalist sermayeyle işbirliği içinde gerçekleştiğini apaçık oraya koyansa metalaşma, özelleştirme, dış ticarette serbestleşme ve tarımsal ürün örüntüsünün uluslararası işbölümü doğrultusunda dönüşümüne dönük politikanın yalnızca Türkiye’de gerçekleşmeyip 1970’lerden itibaren tüm çevre ülkelere dayatılmasıdır. Çevre ülkelerde sermayenin egemenliği, başta Dünya Bankası, IMF, UNCTAD, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) ve Avrupa Birliği olmak üzere emperyalizmin uluslararası kuruluşlarının dayatmasıyla gerçekleşmiştir. Türkiye tarımın 1980 askeri darbesinden bu yana tedrici olarak çözünmesi, belirli olarak Dünya Bankası kredi ve programlarıyla, IMF’ye verilen niyet mektuplarıyla, DTÖ’nün mesela TRIPS (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) düzenlemesinin benimsenmesiyle, Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikası ilkelerinin kabul edilmesiyle, UPOV’a (Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunması Birliği) üyelik dolayısıyla ülkenin tohumluğunun şirketlerin denetimine geçmesiyle, pek çok tarımsal kamu iktisadi teşebbüsünün özelleştirilmesiyle, bütçeden tarımsal desteğe ayrılan payın küçültülmesi ve desteğin ağırlıklı olarak doğrudan gelir desteği olarak verilmeye başlanmasıyla, UNCTAD’ın sermayenin tarıma nüfuz etmesinin güya “kalkınma” için öncül olarak belirlendiği kavrayışın onaylanmasıyla olmuştur. Sermayenin tarım üzerindeki hakimiyetinin en güncel uğrağı, emperyalizmin uluslararası kuruluşların muhtelif yayınlarında sistemli olarak beliren “yönetişim” kavramı dolayısıyla anlaşılır hale gelir. Yönetişim, özetle, devletin kanun yapma, düzenleme ve standart belirleme yetkilerini sermayeye aktarması demektir. Böylece köylülüğün önemli bir bölümü küresel değer zincirlerinden dışlanır ve onların piyasaya erişimleri olanaklı olmaktan çıkar. Küresel değer zincirlerine dahil olabilenler de tarım ürünün içerdiği katma değerin giderek daha küçük bir bölümünü elde edebilmektedir. Tüm bunlar dikkate alındığında, Mehmet Şimşek’in idaresindeki kamu maliyesinin çiftçi için yıkıcılığı, 1980’den bu yana emperyalist örgütlerin direktifleriyle Türkiye kapitalizminin her bir krizinin sermayenin toplumsal egemenliğinin tedricen tesis edilmesinden ayrı olarak ele alınamaz.
Türkiye bürokrasisinin emperyalizmin uluslararası örgütleriyle işbirliğinin temel mantığı, tekelci tarım şirketlerinin ülkedeki hakimiyetinin tesis edilmesini içerir. Günümüz çiftçi isyanlarının temelinde de onların aşağıdan girdi tekellerinin ve yukarıdan perakende tekellerinin ve ihracat firmalarının baskısı altında sıkışması vardır. Girdi tekellerinin hakimiyeti Türkiye çiftçisinin tedarikinde ağırlıklı olarak dışa bağımlı olduğu tohumun ve kimyasal gübrenin –ki bu ikisinin birbirlerini tamamlayacak biçimde köylü tarafından üretken tüketimi için tarım gıda tekelleri (agribusiness) özellikle gayret gösterir– tarım ilacının, mazotun fiyatının köylünün çiftçiliğe devam etmesini olanaksızlaştırmasından söz etmeyi mümkün kılar. Şüphesiz, çiftçinin açmazı Türkiye kapitalizminin 2018’de başlayan ve devam etmekte olan krizi nedeniyle özellikle döviz kurunun şiddetli yükselmesinin tarımsal üretici fiyatlarında muazzam yükselişe yol açması dolayısıyladır da. Perakende tekellerinin özellikle “monopson” olmalarından ileri gelen devasa gücü çiftçilerin karşı karşıya kaldığı yüksek maliyetlere rağmen hasadını yok pahasına elden çıkarma mecburiyeti demek olur. Kırsalın devletin de desteğiyle sermayenin hakimiyetine girmesiyle, çiftçinin yeniden üretimi pahasına süpermarketin, toptancının, ihracatçının ya da girdi şirketinin gönenci artar.
Çiftçilerin eylemleri aslında kendi sıkışmışlıklarına ve devletin kırsal mekana karşı kayıtsızlığına karşı isyanının ifadesidir. Onlar, kendilerini kapitalist tüccara, bankere, sanayiciye mahkum bırakan devletten bu fraksiyonlara karşı koruma talep etmektedirler. Bu talebin –özellikle ulusun maliyesinin başında emperyalist sermayenin safi bir temsilcisi varken– karşılıksız kalacağı apaçık olsa da bu isyan devletin devrimci ele geçirilmesine yönelik zahmetli ve uzun sürecek bir harekete pekâlâ yöneltilebilir. Çözünmekte olan kırsalın çıkarlarına devletten koruma talep etmek dışındaki bir uzamda ifade vermek zorunludur. Türkiye devrimcileri, ülke kapitalizminin 2018’den bu yana devam eden krizi ve kamu maliyesinin muhtelif yöntemlerle büyük şirketlerin çıkarları için işetilmesi dolayısıyla kırsalda şiddetlenen çözünme ve onun eşleniği proleterleşme dalgasının oluşturduğu kırsalda örgütlenme, küçük ve orta ölçekli çiftçiyi politik bir özne olarak oluşturma olanağına karşı kayıtsız kalamaz. Herhangi ciddi bir devrimci öznenin kentli proletarya ile kırsal proletarya ve sermayenin kırsaldaki egemenliği daha kapsamlı hâle gelirken proleterleşecek olanlar arasında bir irtibat kurma sorumluluğu vardır.
Peki çiftçiler muhtelif yerlerde isyan ederken sosyalist bir politika nasıl geliştirilmelidir? Öncelikle, büyük çiftçiyle herhangi bir politik ilişki kurmanın olanaksızlığı apaçık olmalıdır. Yapılması gereken, ilk olarak yarı proleterleşmiş küçük köylülükten politik bir öznenin ortaya çıkarılmasıdır; Komünist Manifesto’da söylendiği gibi, “orta zümreler tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmeye çalışırlar. Eğer devrimci bir yönleri varsa sırf proleterleşmek üzere oldukları için vardır; bu yönleriyle şimdiki çıkarlarını değil, gelecekteki çıkarlarını savunurlar, kendi bakış açılarını bir yana bırakır, proletaryanın bakış açısını benimserler.” (Marx & Engels, 2014, s. 50). Bu kesimin proletaryanın bakış açısını benimsemesi şüphesiz kendiliğinden olamaz, çünkü tam olarak Antonio Gramsci’nin ileri sürdüğü gibi “tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur” (Gramsci, 1978, s. 24). O halde devrimci hareketin İtalyan Komünist Partisi’nin yayın organı L’Ordine Nuovo’nun sloganına tutunması gerekir: “aklın kötümserliği iradenin iyimserliği.” Devrimcilerin kırsaldaki faaliyetleri yoluyla yarı-proleterleşmiş kırsal çiftçiler kent proletaryasıyla birlik içerisindeki bir politik hatta konumlandırılabilir ve onların o birlik içerisinde egemen sınıflardan bağımsız olarak kendi kaderlerini tayin etmeleri mümkün olabilir.
Lenin’in reform sonrası Rusya ile ilgili olarak işaret ettiği hareket, yani sermayenin tarıma nüfuz etmesiyle orta büyüklükteki köylülüğün ortadan kalkması Erdoğan Türkiyesi’nde de belirginleşmiştir (TÜİK 2007, TÜİK 2018). O halde, üretime devam etmekte karşılaştıkları güçlükler nedeniyle topraklarını satmak ya da icara vermek zorunda kalan ve üzerinde yetiştiricilik yaptıkları topraklar giderek daralan ya da büyük perakendecilere sözleşme yoluyla bağımlılıkları şiddetlenen yarı proleterleşmekte olan orta büyüklükteki köylüyle de irtibat kurmak mümkündür.
Bugün, Türkiye’de birbirine organik olarak bağlı hanelerden oluşan bir kırsalın varlığından söz etmek mümkün değildir. Köylülük kapsamlı olarak çözünmektedir ve sınıfsal olarak farklılaşmıştır. Bir konuyu açıkça ifade etmek gerekir, özellikle taze sebze ve meyve yetiştirip büyük perakendecilere tedarik ederek zenginleşme gayretinde olan orta ve büyük ölçekli çiftçilerin çıkarlarını savunmak sosyalistlerin işi değildir. Yetiştiricilerin bu kesimi zaten kırsal ücretli emeğin ücretini baskılayarak ve onların çalışma, barınma, seyahat koşullarını ve sağlıklarını dikkate almayarak birbirleriyle rekabet ederler ve küresel değer zincirlerinden daha büyük bir payı elde etmeye gayret ederler. Dahası, aslında orta ölçekli köylünün önderliğinde gerçekleşen günümüz çiftçi eylemlerinin apaçık irrasyonel bir yönü vardır. Çiftçilerin taleplerinin devlette karşılık bulması maliyenin başında emperyalist sermayeyle girift ilişkilere sahip bir figürün varlığında olanaksızdır.
İrrasyonelliğin başka bir yönü kentli proletarya ile karşılaştırıldığında çiftçinin devlet ve ilişki kurduğu şirketler karşısındaki caydırıcılığının çok az olmasından ileri gelir; çiftçi grev yapamaz, mekanda saçılmıştır, iş bıraktığı takdirde yalnızca kendi mahsulünden vazgeçmiş olur ve çiftçiler birbirleriyle rekabet halindedirler; çiftçilerin ürünlerini sattıkları ihracatçı, perakendeci ve toptancı ürünü her zaman başka yerlerden tedarik edebilir. Tüm bu nedenlerle çiftçilerin ilişkide bulunduğu diğer öznelerden elde edebileceği pek az ödün vardır. Hegel’in söylediği gibi rasyonel olan fiilidir ve fiili olan da rasyonel (Hegel, 1991, s. 20).
Mehmet Şimşek’in maliyenin başında olduğu bir fiiliyat da rasyoneldir, “piyasanın rasyonalitesi” ve bu rasyonalitenin nesnelliği de çiftçinin fiiliyatıdır. Sosyalistlerin görevi de kırsalla irtibat kurarak piyasa rasyonalitesinin yerine başka bir rasyonaliteyi, sosyalist planlamanın rasyonalitesini getirmektir. Böylece “doğanın kör güçlerinin önüne katılmak yerine, doğayla olan karşılıklı ilişkilerini rasyonel biçimde düzenleyen ve doğayı ortak bir denetim altına sokan toplumsal insan, ortaklaşa üreticiler tarafından gerçekleştirilebilir.” (Marx, s. 717)
KAYNAKLAR
Gramsci, A. 1978. Italy and Spain. Selection from Political Writings 1921-1926 içinde. Londra: Lawrence and Wishart.
Hegel, G. W. F. 1991. Elements of the Philosophy of Right. Cambridge: Cambridge University Press.
Lenin, V. I. 1977. The Development of Capitalism in Russia. Collected Works: Volume 3 içinde. Moscow: Progress Publishers.
Marx, K. 1990. Kapital Üçüncü Cilt. Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. & Engels, F. 2014. Komünist Manifesto. İstanbul: Yordam Yayınları.
Patnaik, U. & Patnaik P. 2017. A Theory of Imperialism. New York: Columbia University Press.
TÜİK. 2007. 2001 Genel Tarım Sayımı Tarımsal İşletmelerde (Hanehalkı) Anketi Sonuçları. Ankara: Türkiye. Türkiye İstatistik Enstitüsü.
TÜİK. 2018. Tarımsal İşletme Yapı Araştırması, 2016. Ankara: Türkiye. Türkiye İstatistik Enstitüsü.