Didier Eribon’un meşhur kitabı Reims’a Dönüş’ten aynı adla uyarlanan belgeselde dış ses “Yaşlanan işçi sınıfından bir kadının bedeni, sınıfların varlığına dair tüm gerçeği gösterir” diyor. Evet, işçinin bedeni çoğu zaman üretim tarzının kayıt sahasıdır. Bu, bedende sadece izler, yaralar, nasırlar veya kırışıklıklar halinde görülmez. Bedenin işyerindeki ve iş dışındaki hallerinde de sınıfın ağırlığı baskındır.
Mesai çıkışında akşamı bitap halde uzanarak geçiren işçi portresi hiçbirimize yabancı değil. Çalışanların tuvalet molaları nedeniyle işi aksatmamaları için beş dakikadan fazla üzerinde oturamayacakları klozetler tasarlanması da yine işçinin bedeninde yaşayan sermayenin bir başka suretidir. İşçinin sadece canlı bedeni değil cansız bedeni de çok şey anlatır. Henüz 12 yaşındayken iş kazasında hayatını kaybeden Ahmet Direk Turan Haskiro’nun asansör kabini ile duvar arasına sıkışan bedeni, kayıtsız göçmen emeğinin bu topraklardaki acımasız hikayesinin gizlenme çabasıdır.
Hikayenin bir de hem dünyada hem de Türkiye’de giderek daha fazla gözümüze çarpan ancak gürültünün arasına hızlıca karışan başka bir boyutu var: işçi intiharları.
Dört sene önce Gebze’deki Corazon Ambalaj’da kendini asarak intihar eden işçi Bayram Kömürcü’nün cansız bedeni henüz fabrikadan çıkarılmamışken diğer diğer işçilere işe dönmeleri emredildi. Bürokratik çıkmazın ortasında bekleyen (savcının gelmesi beklenir) cansız bedene rağmen deponun işleri devam etmek zorundadır. Çünkü sermaye için üretim uzamında işçinin bedeni çalışmaktan başka bir varlık koşuluna sahip değildir.
2022’de Kocaeli’nin İstasyon Mahallesi’nde bulunan Şok Market’te çalışan genç işçi marketin deposunda intihar etti. İntiharın üzerinden bir gün bile geçmeden marketteki herkes çalışmaya devam etti. Olay, bir vatandaşın tepki göstermesiyle duyulmuştu. İşçinin cansız bedeni sermaye için değer biriktiremediği için yas tutulmaya bile layık görülmeden hızlıca resmin dışına itilmişti.
Bunlar bir şekilde haberdar olduğumuz, küçük de olsa gündemde yer tutan birkaç örnekten ibaret. Çaresizlik, geçim sıkıntısı, borçlanma ve geleceksizlik hissinin yarattığı kapitalist üretim döngüsünde bir şekilde gözümüze çarpanlar.
İşçi intiharlarının bir başka boyutu da mobbing. Son yıllarda en çok duyulanlardan biri Efe Demir’in hikayesi oldu. Yapı Kredi Bankası’nda IT çalışanı olarak görev yapan Efe Demir, içinde olduğu süslü dekorun arkasını bir süre gördükten sonra kurumunda bazı yöneticiler tarafından uygulanan korkunç mobbing ve deprem döneminde sermayenin öncelikleri nedeniyle duyduğu hayal kırıklığının ardından derin bir depresyona yakalandı. Hayatına son veren Efe Demir’in mektubunda beyaz yakalı çalışanların uzun mesaileri, ücret mücadeleleri ve örgütsüzlük krizlerini görüyorduk. Banka ise sosyal medyada bu intiharın üzerine yapışmaması için yoğun bir halkla ilişkiler faaliyeti yürüttü.
Geçenlerde LC Waikiki mağazası çalışanı Muhammed Yavuz’un iki sene süren mobbing sonucunda intihar ettiği haberi geldi. Yavuz’un aynı mağazada çalışan eşi tartışmalı bir şekilde işten çıkarıldıktan sonra hukuki yollara başvuruyor, bu hak arayışı da Muhammed Yavuz’a yönelik sistematik yıldırma çabalarıyla karşılık buluyor. Sürekli sürgüne maruz kalan Yavuz, ikinci çocuğu yoldayken üzerindeki baskıya dayanamayıp intihar ediyor. Hayatını kaybetmeden önce yazdığı e-postada bunun bir intihar değil bölge yöneticisinin “cellatlılığını yaptığı bir idam vakası” olduğunu söylüyor.
İşçi sınıfı intiharları uzun bir geçmişe sahip. Örneğin, Karl Marx 30’una gelmeden önce Paris polis arşivleri müdürünün “İntihar ve nedenleri” başlıklı raporuna cevap olarak bir metin kaleme alır. O dönem toplumsal bir tabu olarak görülen ve yenilgi hissiyle eşitlenen intihara dair Marx şöyle yazar:
“Tüm bu lanetlemelere karşın insanlar kendilerini niçin öldürüyorlar? Çünkü çöküntü içindeki insanın damarlarındaki kan beyhude laflar üretmek için zamanları olan soğukkanlı canlılarda olduğu gibi akmaz.”
Bu noktada, Türkiye vasatında olabilecek en soğukkanlı insana bakabiliriz. Geçenlerde 94 yaşındaki Rahmi Koç’un çevik hareketlerle dans ettiği görüntüler sosyal medyaya düştü. Koç, oldukça kıvrak ve karşısındaki dansçılarla senkronize şekilde 94 yıllık bedenini çoğu kişinin “gıptayla” baktığı bir akışa bırakabiliyordu. Hayatın sonsuz bir gençlik bahşettiği bu sermayedarın diriliğini asla kaybetmeyen bedeni tazeliğini nasıl koruyor?
Kapital’deki o meşhur sözlere dönelim: “Sermaye, vampir misali, canlı emeği ve doğayı emerek ve daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emek ve ölü doğadır.”
Çaresizlik ölümleri
Kapitalizmin küresel krizi giderek daha fazla insanı güvencesiz, geleceksiz ve borçlarla dolu bir şimdinin içine sürüklerken, özellikle işçi ve yoksullar arasında gündelik hayattaki ortak duygulardan birisi çaresizlik oluyor. Bu duyguya karşı verilen reaksiyonlar değişiklik göstermekle birlikte çoğu zaman belirli bir özyıkım sürecinin içine sürüklenmeyle sonuçlanıyor. Bu süreç “çaresizlik ölümleri” olarak anılıyor. Çaresizlik ölümleri yalnızca intiharı kapsamıyor, aynı zamanda alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi insanlara ağır gerçeklik karşısında kısa vadeli kaçış imkanı sunan yollarla yavaş bir yıkıma götüren, hatta bu yüzden “yavaş intiharlar” diyebileceğimiz eylemleri de içeriyor.
Chloe Watlington, abisinin intiharı üzerine yazdığı “Yarının Sahibi Kim?” başlıklı denemesinde kişisel hikayenin ötesine uzanıp oldukça güçlü bir çerçeve sunmakla birlikte bu tanımı yetersiz bulduğunu belirterek şunları söylüyor:
“Eğer herkesin yaşamdan zevk alacağı bir dünyayı yaratmak istiyorsak işe bu intiharların adını doğru koyarak başlayabiliriz. Evet, bunlar bir yandan çaresizlik ölümleridir, ama ondan da net biçimde, bunlar kazananın her şeye el koymaya hakkı olduğu düşünülen bir toplum düzeninde buna uyum sağlayamayanlara reva görülen idam cezalarıdır.”
Muhammed Yavuz’un da yazdığı e-postada intiharını “idam vakası” olarak nitelendirmesi bu açıdan çarpıcıdır. Bu idam vakası vurgusu, her iki örnekte de intiharın yalnızca belirli bir duygusal çöküntü, şanssızlık veya münferit bir çaresizlikten kaynaklanmadığını, esasında bu intiharların sermaye düzeninin yol açtığı son derece politik eylemler olduğunu gösteriyor.
Küresel bir fenomen haline gelen işçi intiharlarının en çarpıcı örneklerinden birini dünyanın en büyük sözleşmeli elektronik üreticisi Foxconn’da görmüştük. Fabrika sistemiyle büyüyen Çin ekonomisinin en büyük şirketlerinden Foxconn’da işçiler korkunç bir mesai sisteminin altında tükenmişlik sendromuyla mücadele ederken, geçtiğimiz yıllarda aynı fabrikadaki işçi intiharları gündem olmuştu. Hatta bu vakalar arttığı için şirket içine intihar önleyici ağlar bile örülmüştü. Chan şunları söylüyor: “Apple’a dair en ‘ilerici’ şey yürüttüğü halkla ilişkiler çalışması. Tedarik zincirinin gerçekliğini gizleyen bir imaj yaratmakta çok başarılılar.”
İş cinayetinde hayatını kaybeden, intihara sürüklenen veya yoğun bir depresyonla mücadele eden işçinin hikayesi büyük şirketlerin PR faaliyetlerinin arkasında kayboluyor. Pek, işçinin hikayesini kısa aralıklarla nerede duyabiliyoruz?
24 yaşındaki Faxconn işçisi Xu Lizhi Foxconn’daki yabancılaşma süreçleri ve işçilik deneyimlerini aktardığı şiirlerinde bir işçinin ölüm ile yaşam arasındaki sınırlarda gezinen bedenin hikayesini oldukça güçlü şekilde aktarıyor. “Bir Vida Düştü Yere” şiiri bunlardan birisi:
Bir vida düştü yere
Fazla mesainin bu karanlık gecesinde
Dikine bir dalışla ve hafifçe şıngırdayarak
Kimsenin dikkatini çekmeyecek bu
Tıpkı geçen sefer olduğu gibi
Böyle bir gecede
Biri düştüğünde yere
Xu Lizhi bu şiiri yazdıktan dokuz ay sonra kendi hayatına son verdi.
Krizin sıradanlığı
Lauren Berlant Zalim İyimserlik kitabında “krizin sıradanlığından” bahsediyor. Artık ekonomik ve toplumsal krizlerin istisnai bir durum değil, gündelik hayatın doğal akışının yerleşmiş bir parçası olduğunu ifade eden bu kavram, belirsizlik dönemlerinin daimi bir hal aldığı ve geleceğe yönelik olumlu tasarrufların veya umut etme kabiliyetimizin elimizden alındığı bir gerçekliğe işaret ediyor. Artık büyük, dönem açıp kapatan ve toplumsal yapıyı bütünüyle dönüştüren şiddetli krizler yerine gündelik hayatımızın her noktasına sinmiş ve bir şekilde yönetilmek zorunda olunan “sıradan krizler” var. Bunun yanında toplumsal izolasyonun da eklendiğini düşününce, işçi sınıfı ve yoksulların bu daimi krizde giderek daha fazla savunmasız bırakıldığını söylemek mümkün.
Bunun karşısında sosyalist siyaset, uzun bir geçmişe sahip örgütlenme kaslarına hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyuyor. Sistemin çarklarında ezilen ve giderek daha ağır bir yükün altında boğuşan işçi sınıfına en azından bir gelecek tahayyülü sunmanın gerekliliği her şeyden önce bu daimi kriz zamanlarında tüm sosyalistler için bir sınav niteliği taşıyor.