Türkiye son yıllarda yabancı sermaye ve çokuluslu şirketler için cazip bir pazar haline geldi. Düşük işgücü maliyeti, stratejik konumu ve küresel ticaretteki rolüyle, sermaye sahiplerinin gözdesi oldu. Elbette bu durumun en büyük bedelini işçi sınıfı ödüyor. Seçim dönemi hem iktidarın hem de muhalefetin sunduğu “kalkınma projeleri” farklı sözcüklerle ifade edilse de temelde aynı amacı güdüyordu: Türkiye’yi küresel tedarik zincirinin merkezlerinden biri yapmak.
Çokuluslu şirketler düşük ücretli ve sosyal güvenceden yoksun, örgütsüz işgücüne ihtiyaç duyuyor. Türkiye’de artık işçilerin büyük bir kısmı asgari ücretle, hatta bazen daha düşük ücretlerle çalışırken, sosyal haklar ve yaşam standartları günbegün geriliyor. Bugün işçiler, sadece işyerinde varlık gösterebiliyor, adeta kölelik koşullarında yaşamaya mahkum edilmiş durumdalar.
Koşullara bir de mücadele cephesinden bakarsak, bugünlerde işçiler elde kalan haklarının uygulanması için de direniyor. Talep basit: “Anayasa uygulansın!” Aksi durumda işçiler haklarını almak için mahkeme kapılarında yıllarca havanda su dövüyor. Belli ki AKP iktidarının yabancı sermayeye verdiği vaatlerin başında anayasaya rağmen ya da anayasayı yok saymak pahasına sömürü koşullarının yeniden üretilmesini sağlamak ve işçilerin sendikal haklarını engellemek yer alıyor. Türkiye de böylece ucuz işgücü ve yüksek işgücü arzıyla küresel şirketler için büyük bir fırsat yaratmaya devam ediyor. Ancak bu ekonomik büyüme modelinin işçilerin yaşamını hiçe sayarak şekillendiği aşikar. İşçiler, sadece ekonomik birer araç olarak görülürken sosyal, siyasal ve insani hakları ellerinden alınıyor. Mevcut gidişat sadece bu düzenin çıkarına hizmet ediyor.
Fabrikalar, madenler, depolar ve daha nice üretim merkezi insanca yaşanacak bir ücret ve güvenli çalışma koşulları talep eden işçilerin sesiyle yankılanıyor, bazen bir fısıltıyla bazen de bir haykırışla… Memleketin dört bir yanında direnişler boy göstermeye başladı ve devam edecek. Sınıf mücadelesi, proletaryanın emek ve haysiyet mücadelesi görünümünde bazen açıktan bazen de örtük olarak sürüyor, ama nihai zafere kadar sürecek. Çünkü işçiler sadece ekmeklerini değil haysiyetlerini de korumak istiyorlar. Onlar emeklerinin gasp edilen değeri, çiğnenen haysiyetleri için direniyorlar; sermayenin ve devletin dayattığı sefalet koşullarına, sarı sendikaların ihanetiyle kurulan bu düzene karşı ses çıkarıyorlar.
Tüm bunları düşünürken bugünün örneklerine bakmak gerekiyor. Mesela Çatalca’da aylarca Ürdünlü patrona karşı sendikal hakları için direnen Polonez işçilerinin odağı, yukarıdaki sebeplerden dolayı Ankara’da. Çoğunluğu kadınlardan oluşan direnişin temel talebi sendikanın patron tarafından kabul edilmesi ve atılan 146 işçinin işe geri alınması.
Polonez işçileri fabrika önlerini patronlara dar etti, Çatalca’yı direniş alanına çevirdi. Çözüm noktasında devletin aldığı tutuma bakıldığında Ankara’nın hedeflenmesi doğru bir adım olmuştu. Bu adımı attıklarında önleri kesilmiş, adliye önünde nöbet başlamıştı. 200 saati aşan açlık greviyle mücadeledeki kararlılıklarını gösterdiler. Bugün dönüşümlü açlık greviyle devam eden bu irade, sırf Ankara’ya varabilmek için sokaklarda yatmaktan çekinmiyor. Polonez işçilerinin direnişi, işçi sınıfı için bir mücadele ve dayanışma örneği olarak tarih sayfalarına yazılıyor.
Yakın zamanda gördüğümüz ve yine Ankara’yı hedefleyen bir diğer direniş, benzer talepler için çıplak ayaklarla Ankara’ya varan ve kısa süreli açlık grevi yapan Fernas işçileriydi. Fernas işçilerinin direnişi hem maden işçilerinin Türkiye tarihine kattığı özgün bir deneyimdi hem de işçilerin görünmez, duyulmaz ama dipte biriken huzursuzluğunun cisimleşmesi oldu. Bugün bir başka örnek de metal işçileri. Polonez işçileri, yürüyüş rotalarını Ankara’ya kilitlerken, metal işçileri de Ankara’dan gelen grev yasağı kararını hiçe sayarak direnişin ilk adımını yine Ankara’ya karşı attı.
Metal işçileri her ne kadar susturulmaya, sindirilmeye çalışılsa da biz onları tarihi direnişlerinden, Metal Fırtına’dan tanıyoruz. Sadece biz değil, devlet de oradan tanıyor. O yüzden de “milli güvenlik” bahanesiyle grevleri yasaklıyor. Hatırlamakta fayda var, çalışma ekonomisi ve sosyoloji alanında mevcut düzenin işleyişi yönünde yapılan çalışmalar, grevlerin toplumsal uzlaşma süreçlerinin bir parçası olduğunu, işçi-işveren ilişkilerinde dengenin grev hakkıyla sağlanabildiğini gösteriyor. Grevlerin yasaklanması ise sosyal çatışmaları daha da derinleştiriyor.
Sonuç olarak, grev hakkını “milli güvenlik” kılıfı altında yasaklamak ne bu düzenin hukukuna, ne bilimine, ne de toplumsal barışa hizmet eder. Bu tutum, işçi sınıfının haklarını çiğnemek ve emek mücadelesini bastırmaktan öteye gidemez. Asıl mesele, ezberi bozan bir gerçekliği ortaya koyuyor: AKP iktidarı, elindeki tüm zor aygıtları ve devletin rıza devşirme mekanizmalarıyla patronun önünde işçilere karşı kurulmuş bir kalkan gibi duruyor. Grev yasakları, hükümetin açık biçimde sermaye yanlısı bir tutum izlediğini bir kez daha ortaya koyuyor. Grev, yalnızca işçilerin haklarını arama yöntemi değil, aynı zamanda düzeniçi “demokratik” bir hak kullanımıdır. Ama belli ki demokrasi sadece sermayenin çıkarları için çalışıyor. Ancak metal işçileri bu yasaklara karşı geri adım atmıyorlar, hakları olan grevler “fiili grevlere” dönüşse de kararlılar ve meydan okuyorlar.
Diğer yandan memleketin çeşitli yerlerinde süren başka direnişler de var. Bu direnişlerin birçoğunun yabancı sermayeye karşı olması dikkat çekici. İnatla, sabırla direnen bu direnişleri unutmayalım ve dayanışma içinde olalım:
ARITAŞ KRİYOJENİK: Balıkesir’in Bandırma ilçesinde, Hollanda merkezli fabrikaya karşı işçiler, sendikal hakları ve toplu iş sözleşmesi talepleri için 19 Aralık 2024 tarihinde greve başladı.
MERSEN: Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Fransız sermayeli Mersen fabrikasında, sendikal hakları ve toplu iş sözleşmesi talepleri için 19 Nisan 2024’ten bu yana direniş sürüyor.
MKB RONDO: İstanbul Tuzla Kimyacılar Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Avusturya sermayeli MKB Rondo fabrikasında, işçilerin direnişi düşük ücretler ve olumsuz çalışma koşullarına karşı sendikal haklarını savunmak amacıyla 28 Ağustos 2024’ten beri sürüyor.
BETEK BOYA: İşçiler sendikal haklarının tanınması ve toplu iş sözleşmesi sürecinin başlatılması amacıyla 15 Ekim 2024 tarihinden itibaren uyarı eylemlerine başlamıştı, eylem hâlâ devam ediyor.
TARKETT: İstanbul Tuzla’daki Deri Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan Fransız menşeli Tarkett’te, işçiler sendikal haklarını savunmak ve TİS görüşmelerinde adil bir teklif almak amacıyla 18 Eylül 2024 tarihinden beri grevdeler.
PERFETTİ VAN MELLE: Esenyurt’ta bulunan fabrikanın sahipleri İtalya ve Hollanda menşeli. Burada işçiler sendikal hakları ve işten atılan sendika üyesi arkadaşların işe geri alınması için 12 Şubat 2023’ten beri direnişi sürdürüyor.
TEMEL CONTA: İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan fabrika Türkiye menşeli. Şirket, 1980’li yıllarda kurulan ve conta, yalıtım malzemeleri üretimi yapan bir firma. Burada işçiler, sendikal haklarını savunmak ve insanca yaşayabilecekleri ücretler talep etmek amacıyla 10 Aralık 2024 tarihinden beri grevdeler.
LEZİTA: İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde bulunan Abalıoğlu Grubu’na ait fabrikada, işçiler sendikal haklarını savunmak ve insanca yaşayabilecekleri ücret için 7 Mart 2024 tarihinden beri grevdeler.
TKIS BLINDS: İstanbul’un Tuzla ilçesinde bulunan yerli sermayedarların fabrikasında, işçiler sendikal haklarını savunmak ve insanca çalışma koşulları talep etmek amacıyla 31 Ekim 2024 tarihinden beri direnişlerini sürdürüyorlar.
HÖDLMAYR LOJİSTİK: Çayırova Organize Sanayi Bölgesi’nde, Avusturya menşeli bir aile şirketi. Burada işçiler sendikal haklarını savunmak ve işten çıkarılan işçilerin geri alınması amacıyla 11 Aralık 2024 tarihinden beri direnişlerini sürdürüyorlar.
YOLBULAN METAL: Hatay’da bulunan ve Türkiye menşeli ait bir şirket. İşçiler TİS görüşmelerinde talepleri karşılanmayınca 19 Haziran 2024 tarihinde greve başladılar.
EKER SÜT: Bursa’nın Kemalpaşa ilçesinde bulunan ve sahibi Türkiye menşeli bir sermayedara ait şirkette, işçiler sendikal haklarını savunmak amacıyla 23 Eylül 2024 tarihinden beri direnişte.
HİTACHİ ENERGY: Kartal, Dudullu, Tuzla, Dilovası olmak üzere dört farklı fabrikada, Japon işverene karşı toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması nedeniyle işçiler 5 Aralık 2024 tarihinden beri grevdeler.
Ve dahası… Adresler farklı, talepler benzer: Adalet, eşitlik, hakların korunması… Artık ses çıkarma zamanı ya da fısıltıların örgütlü haykırışa dönüşme zamanı. Susmak yerine yumrukların havaya kaldırıldığı, isyan bayraklarının çekildiği bir döneme gireceğiz gibi görünüyor. Çünkü çalışma ve yaşam koşulları günbegün ağırlaşıyor. Artık tencere değil kazan kaynıyor.
Bu direnişler yabancı ve yerli sermayenin pervasızlığına, emek sömürüsünü kölelik şartlarına kadar zorlayan bu düzene karşı yükselen bir isyan ateşidir. Görüldüğü gibi bu şirketlerin çoğu yabancı sermayelerden oluşuyor. “Yerli ve milli” dendiğine bakmayın. Bu sermayedarlar üretimi burada yaparak ve emekçiler için koşulları daha da sürdürülemez kılarak ihracattan servet biriktiriyor.
İşçiler, yerli ve yabancı sermayenin dayattığı bu sömürü cenderesine sessizce razı olmayacaklarını her gün farklı şekillerde ifade ediyorlar. Metal işçileri, depocular, madenciler, çiftçiler çoban ateşini yaktılar. Çünkü hayatlarımız bir avuç sermayedarın kâr hırsına kurban edilemeyecek kadar değerli. Öyle ya da böyle, önünde sonunda birikecek ve bütün hayatı yeniden biçimlendirecek bu sınıf bilinci yarınlar için umut ışığı olmaya devam ediyor. Bu bilinç, yarının özgür dünyasının en büyük teminatı.
Peki, direnişlerin ortak adresi artık neden Ankara? Çünkü işçiler biliyor ki haklar mücadeleyle alınır ve o haklar Ankara’da sermaye ve devletin ortak kasasında hapsediliyor. Sermaye, AKP’nin ellerinde, devletin mutfağında şekilleniyor. Yasalar orada yazılıyor, işçiler adına kararlar orada alınıyor, bu düzenin temelleri orada atılıyor. Ankara, işçilerin kaderini onlara rağmen şekillendiren bir yer değil, işçilerin sesinin yankı bulduğu, gücünün ortaya çıktığı bir yer olmalıdır. O yüzden Ankara odaklı direnişlerin daha güçlü saldırılara uğraması sürpriz değil, sömürü eksenindeki iş birliğinin sürekliliği için gerekli. 15 Aralık’ta Ankara’da işçilerin, çiftçilerin, emeklilerin, ekoloji mücadelesi yürütenlerin, öğretmenlerin, öğrencilerin ve başka birçok kesimden katılımcının olduğu ‘Hakkımı Ver” eylemine sahne olacaktı. Ancak yürüyüş başlamadan, daha kente girişte engellendi. Bu yasak, halkın taleplerinden ve Ankara’nın sokaklarında yankılanacak haklı öfkeden duyulan korkunun açık bir tezahürüydü. Buradan da anlaşılacağı üzere Ankara, dışarıdan ne kadar güçlü bir kale gibi görünse de, yumuşak karın…
Tüm bu olumsuzluklara rağmen ümit ışığı işçilerin üreten ellerinde parlıyor. Unutmayın ki en karanlık gece en parlak yıldızları doğurur. Sermaye, sömürünün en yoğun olduğu dönemlerde dahi işçilerin kararlılığını ve yarattığı dayanışmayı alt edemiyor. İşçiler bu dayanışmalarla kazanıyor. Çalışma alanları her ne kadar işçiler için birer sömürü alanına dönüştürülmüş olsa da bu alanlar aynı zamanda direnişin ve umudun filizlendiği yerler. Onların kararlılığı yoksulluğu ve adaletsizliği dayatan bu sistemi ters yüz etmenin mümkün olduğunu gösteriyor. Direniş alanlarında birbirine kenetlenen eller, yalnızca haklar için değil işçi sınıfının onurunu savunmak için de yükseliyor.
Umut-Sen memleketin dört bir yanındaki direnişlerin safında, gücü yettiğince ama gücünün sınırlarını da aşmaya çalışarak direnişlere güç katmaya çalışıyor. İster büyük ister küçük olsun, her bir sorumluluğu omuzlarında taşıyor, her ihtiyaca karşı çözüm üretmek için var gücüyle çabalamayı hakikati olarak kabul ediyor. İrili ufaklı tüm direnişlerin görünür olması için, emekçilerin sesini duyurabilmek için durmaksızın çalışıyor. Adaletsizliğe karşı her zaman daha güçlü, daha cesur, daha kararlı ve daha örgütlü bir işçi sınıfının var olabileceği ortada. İşçiler, bu düzeni değiştirmek için birlikte hareket ettiğinde neyi başarır tarihten biliyoruz. 15-16 Haziran’da yükselen sloganlar hâlâ kulaklarımızda, hâlâ bize bu mücadelenin coşkusunu yaşatıyor: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” O halde devam edelim.