Son dönemlerde ana akım basın ve sosyal medya aracılığıyla göçmenlere karşı ırkçı söylem ve nefret saldırıları şiddetini artırıyor ve ırkçı baskıcı tutum sağcı politikacıların propagandası ile örgütlenmeye devam ediyor. Ümit Özdağ’ın göçmenlere yönelik yabancı düşmanı tutumu Zafer Partisi’ne oy sağlayabilir. Bizim bu noktada görevimiz insanların ülkelerini terk etmesine yol açan emperyalist politikaların teşhiridir. Bu olmazsa bu tür ırkçılığa varan politik refleks kendine sağcı ittifaklar ile güç biriktirebilir. Öte yandan yükselen ırkçı dalgaya geçit vermeden, Ortadoğu halklarının maruz kaldığı savaş durumu ve göç politikalarını sorgulamadan çözüm üretmek olanaksızdır. Çünkü düzensiz göçün başlıca nedeni emperyalist talan ve savaş düzenidir.
Yoksulluk derinleşiyor, işsizlik bir sorun var olan işler güvencesiz ve enflasyon kontrolden çıktı. Yoksullaşmanın ve ona bağlı huzursuzluğun sebebi sanki göçmenlermiş gibi ideolojik, politik dil kurularak sermayenin işçiler ve emekçiler arasında yarattığı rekabet ve çatışma yoğunlaştırılıyor. Böylece yoksullaşmanın asıl sorumlulukları görünmez kılınmaya çalışılıyor. Emperyalist politikalarla toprağından kopartılan ve mülksüzleştirilen yoksul halklar; Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması’nın, Türkiye’nin AB’den rüşvet alarak yerine getireceği bir çıkar ilişkisinin altında, yaşamak için emeklerini satmak dışında seçenekleri yokken işsizlik, açlık ve yoksulluk içerisinde yaşamaya mahkûm ediliyor. Bu insanlar patronlar servetlerini arttırsın, Türkiye’nin ihracattaki rekabet gücü artsın diye kayıtsız, sendikasız, ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor. Kayıtlı, sigortalı çalışmaları ise yine patronların keyfiyetine bağlı, diğer taraftan kayıtlı çalışma sosyal yardımların ve ücretsiz sağlık hakkından muaf olmaya neden oluyor. Bunun sonucunda da kayıt dışı göçmen emeği merdivenaltı atölyelerin, mahalle arası denetimsiz lokantaların ve lüks villaların ve benzerinin gözdesi oluyor. Üstelik bu durum genel ücret seviyesini de baskılıyor. Patronlar her yönden kazanıyor.
Yani göçmenler emek pazarında bulabildiği her işi yapmak zorunda bırakılıyor ya da işsizlik ve yoksullukla boğuşurken dilenciliğe, soyguna, çocuk işçiliğe mahkûm ediliyor. Göçmen veya yerli işçi sınıfını açlık ve işsizlikle sınayarak onursuzlaştırmaya çalışan ve yer yer ırkçılık yer yer tevekkülle kendi varsıllıklarını gizlemeye çalışan sermaye sınıfının güvencesizlik sarmalı tüm Ortadoğu halklarını içine alan bir girdap.
Uygulanan göç politikalarının çözüm üretmekte başarısız olduğunu yani bir göç politikasının olmadığını bir kez daha görüyoruz. Aynı şekilde 1951 yılı Cenevre Sözleşmesi’nin ardından, Batılı göçmenlere resmî mülteci statüsü tanınırken Ortadoğu ve Afrikalı göçmenlere hukuki statü tanınmaması göçmenlerin varlığını tehdit etmekte, Türkiye’deki batıcı zihniyeti teşhir etmektedir. Bu kayıtsızlığın kayıt dışı sektörle ilişkisi de göz ardı edilemez: Türkiye’ye 2011’den bu yana Suriyeli göçmenlerin kitlesel olarak göç ettirilmesinin ardındaki nedenlerden biri de, zaten örgütsüz ve güvencesiz çalışan işçiler arası rekabeti arttırarak ücretleri daha da aşağı çekmektir. Çaresizce boğaz tokluğuna çalışmaya razı olan Suriyeli göçmenler gösterilerek, yerli işçilerin daha düşük ücretlere razı olması amaçlanmıştır, bu durumdan en çok kadın işçi ve emekçilerin olumsuz etkilendiği de ortadadır.
Bazı araştırmalarda Suriyelilerin gelmesiyle artan emek arzının yerli emekçilerin ücretlerinde kesintilere, kayıt dışı istihdamda yer alan yerlilerin işlerini kaybetmelerine sebep olduğu belirtiliyor. Suriyeli mültecilerin artan talep ve düşen emek maliyetlerinin kayıtlı sektörde istihdam artışına yol açtığına dikkat çekiliyor. Merkez Bankası’nın 2019 tarihli Suriyeli Mülteciler, Meslekler ve Sermaye Yoğunluğu başlıklı çalışmasında da Suriyelilerin Türkleri daha nitelikli işlere ittiği belirtiliyor. Yani göçmenlik kayıt dışı ve güvencesiz emeği temsil ediyor. Bu durumdan olumsuz etkilenen de vasıfsız işçiler ve kadınlar oluyor. Dolayısıyla burada asıl rekabetin sebebinin göçmenlik olgusunun değil, güvencesizlik sarmalı olduğunu görmeli ve göstermeliyiz. Bu sarmal ise zor yoluyla tesis ediliyor. Zora dayalı politika Türkiye gibi ülkelerde darbelerle emek gücünü zayıflatıp sendikasızlaştırmadan, ABD’nin Afganistan ve Irak işgallerine Fransa’nın Libya ve Sahraaltı Afrika’yı güvensizleştirmesine dek uzanıyor.
Enflasyon oranlarını paylaşmaya yasak koyup ekonomik krizden sözde çıkışı savunma yatırımlarında bulmayı düşünmek hangi siyasal aklın sonucudur? Öte yandan Biden’ın ilgisini Ortadoğu’dan Çin’e kaydırdığı bir süreçte 18 Nisan’da Kuzey Irak’ta başlatılan “Pençe-Kilit” operasyonuna ek Rojava’ya da operasyon başlatıldı. Bunun anlamı: 2022’de de milli gelirin önemli bir bölümü savunma harcamalarına gidecek olmasıdır. Türkiye NATO harcamalarında 16 milyar doları aşkın harcama ile 30 ülke içinde 7. sırada bulunuyor. Eğitim ve sağlığa ayrılan pay çok daha düşük. Yani savaş Ortadoğu’da egemenlerin işçi sınıfını kölece yaşam koşullarında tutmasının, siyasi ideolojik ekonomik hegemonyasını sürdürmesinin ifadesi haline geliyor.
Göçmenler kabul edilirken ekonomik, sosyal destekten, “entegrasyon” imkanından yoksun bırakılıyor. Bunun sonucunda da toplumun en geri, baskıcı, cinsiyetçi, muhafazakâr ideolojisi toplum dışı görülen sınıf özneleri üzerinden yeniden üretiliyor. Bu şekilde göçmenleri içeren her politik, sosyal olay onları suçlulaştırmanın birer aracı haline getiriliyor. Oysa hiçbir sosyo-politik olay ve olgunun, cinsel şiddet ve saldırının ve failliğin sebebi, tıpkı işsizliğin ve güvencesizliğin de sebebi olmadığı gibi, göçmenlik değildir. Ama bütün ırkçı ve cinsiyetçi, emek düşmanı politikaların nedeni bu toplumsal ilişkileri koruyan kollayan ve ezileni, emekçiyi dışlayan yasaları yapan kapitalist devlet ve kapitalist düzendir. Bu ülkede her yıl yüzlerce kadın erkek şiddeti sonucu öldürülüyor, göçmen kadınlar tacize, tecavüze uğruyor, katlediliyor. “Namus” kisvesi altında göçmen karşıtlığının fitili ateşlenirken ırkçı ideolojik refleks yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Peki, göçmenlerin geri gönderilmesiyle toplumun yakıcı sorunları çözülebilir mi? Daha da önemlisi bu sorunların kökeninde olan emperyalizmin işgal ve savaş politikalarıyla ekonomik ve sosyal yapıları ve siyasi organizasyonları dağılan ülkeler düzelir mi? Sağcı iktidarın şova dönük ve ırkçılığı, yabancı düşmanlığını körükleyen geri gönderme politikalarına da karşı çıkılmalıdır.
Bu aralar ana akım siyasetçiler neoliberalizmin çöküşü üzerine konuşmayı seviyor, ama kapitalist düzen sınırlarını daima genişletmeye yazgılı olmasının yaratacağı kaçınılmaz iktisadi buhranlardan düzen partilerinin önereceği çıkış reçetesine ve emperyalist savaş ve işgal politikalarına karşı Küresel Güney’in işçi sınıfı ve Ortadoğu halkları muhakkak direnişle ve safları sıklaştırmayla karşılık vermek zorundadır. Yani işçi sınıfının ve ezilen halkların özgür ve eşit bir dünyayı tesis etmesi; ırkçılığa ve emperyalist talana karşı hep birlikte militan, meşru, öncü bir proleterya devrimciliği hattını örmesiyle mümkün olacaktır. Bu hattı örgütleme çabası ülkemizdeki göçmenlerle dayanışmayı ve düzensiz göçün temelinde yatan sistemi teşhir etmeyi de kuşkusuz içerecektir.