Ben 89 sonbaharını, o zaman gerçekte ne olduğunu unutmadım. Leipzig’de göstericiler Gorbachev bize yardım et diye bağırıyordu. Doğu Alman Hükümeti Sovyet Ordusu’nun desteği olmadan ayakta kalamayacaktı. Dönemin Sovyet liderliği Doğu Almanya’nın iç işidir bizi ilgilendirmez deyince Varşova Paktı ülkeleri tuzla buz oldu. 89 Aralık’ında Yüksek Sovyet Baltık Cumhuriyetlerinin ilhakının hukuksuz olduğu kararına yol açacak şekilde Molotov-Ribbentrop Paktı’nı mahkûm etme kararını aldı. Aynı dönemde Afganistan’dan da çekildiler. İki yıl boyunca Necibullah Hükümeti’yle, NATO destekli, bugün Beyaz Saray’ın iç siyasetteki havaya göre bazen SİHA’larla bombalayıp bazen de görmezden geldiği kuvvetler arasında bir koalisyon kurulmasına uğraştılar. NATO kesin zafer dışında hiçbir sonuçla ilgilenmiyordu. 92’de istediklerini ancak alabildiler, NATO destekli güçler Kabil’e girdi; 96 yılında ise BM gözetiminde yaşayan Necibullah, Çavuşesku’ya benzer bir sonla karşılaştı. Ne de olsa Soğuk Savaş bitmiş liberal demokrasi zafer kazanmıştı, bu yeni dünyada galiplerin hukuku işliyordu.
Tüm bu örneklerde Sovyet liderliği daha önce aldığı tutumu alabilir ve müdahaleyi sürdürebilirdi ama Sovyetler Birliği’nin ana unsuru Rus halkı farklı ölçülerde rejimlerinin temelindeki ideolojiye inancını kaybetmişti. Sovyet liderliği, bugün tarih anlatısında çok abartılan 91 Ağustos’unda girişilen başarısız, komik ve Sovyet liderliği içinde bir an evvel eski rejimi tasfiye edip işine bakmak isteyenlerin önünü açan darbenin sorumlusu olan ekip dışında, ya Yeltsin gibi yeni rejimin olası fırsatlarına odaklanmıştı ya da reel politiğe kör, bir karşılıklı işbirliği ve refah siyaseti algısına kendini ikna etmişti. NATO’nun böyle romantik hayalleri yoktu. Sovyetlerin maddi mirasını yağmalamayı önüne koymuş yeni liderliğe hiçbirini imza altına almadıkları tutmaya da niyetleri olamadığı her türden güvenlik ve işbirliği sözünü verdiler ve rakipsiz Dünya liderliğinin tadını çıkarmaya odaklandılar. Kısacası Ruslar Soğuk Savaş’ta sıfırı henüz tüketmemişti o ana çok yakın bile değildiler sadece komünizmden vazgeçtiler. Öyle ki birlik içinde kalmak isteyen ülkeleri bile kovaladılar onlarla sadece 91 ve 92 yılında Bağımsız Devletler Topluluğu gibi gevşek bir ittifak anlaşması imzaladılar.
Bu iyimserlik gerçekle yüzleşti tabi. İlk yüzleşen “reformistler” oldu. Bugün tarih anlatısında pek yer bulmayan ya da sanki 91 darbesi sırasında olmuş gibi yapılan Yeltsin’in 93 tarihli authogolpesi (yürütmenin anayasal sınırları aşıp tüm yetkiyi kanunsuz olarak kendinde toplaması) esnasında tanklar parlamento binasına ateş açtı. Eski rejimin son kalıntıları kimsenin antidemokratik diye adlandırmadığı bu bombardımanla silindi, 93 Anayasası yürürlüğe girdi. Ama yeni rejim Rusların komünizmden kurtulunca birden refaha kavuşacakları hayallerini karşılamadı, üstelik Sovyet tarafındaki liderliğin reel politik gereklilikleri düşünmeden gerçekleştirdiği parçalanma, NATO’nun iştahlı genişlemeciliğiyle birleşince daha büyük bir sorun oldu. Vladimir Vladimirovich Putin’in şahsında simgelenen yeni Rusya tüm bunların sonucudur. Bunu görmeden yapılan tahliller Nazi Almanya’sıyla Rusya Federasyonu’nu karşılaştırılabilir mahiyetler olarak görüyor, böylece diplomatik bir çözümün de olasılığı azalıyor ve savaş tehlikesi büyümeye devam ediyor.
Toplumsal hareket kökenli değil de devletlû çizgide düşünen bir Rus milliyetçisi olarak Putin’in Ukrayna’ya dair yaptığı tespitleri tartışmayacağım ama şu doğrudur: Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin siyasal önderliği olmadan eski Sovyetler Birliği sınırlarının da bir anlamı yoktur. Zaten Putin de politik hamisi son Leningrad ve ilk St. Petersburg Belediye Başkanı aynı zamanda Rus Anayasası’nın mimarlarından merhum Anatoli Sobchak’a referansla Sovyetler Birliği’ni kuran 1922 Antlaşması geçersizse her kurucu ülkenin o andaki sınırlara dönmesi gerektiği ve geri kalan toprakların müzakereye tabi olması gerektiğini de belirtiyor. Bu belki 1991’de gerçekleşmeliydi, bunun olmadığı koşullarda emrivakilerin artması ve Doğu Avrupa’da sıcak savaş ihtimali masadan kalkmaz. Bu bölge halklarının zararınadır.
Emrivaki demişken eski Doğu Bloku ülkelerinde oldubittiyle uluslararası hukuk tanımadan sınırları yeniden çizme faaliyetinin mimarı da NATO’dur, Kosova’yı hatırlayın. Rusya gibi bölgesel güçler içinden geçtiğimiz dönemin konjonktüründe buldukları boşlukları ancak daha önce gerçekleşmiş emsalleri tekrar ederek değerlendirebilirler. Kendileri örnek oluşturamaz. Kosova meşru idiyse Donbass’ta olan da meşrudur, değilse o da değildir. Guardian, BBC ya da MSNBC bir taraftaki insanlık dramını gösterirken, Azov taburu gibi Neo-Nazi grupları temize çekmek için yayın yapması da bu gerçeği değiştirmez, on beş yıl önce bu propaganda kurumları belki uluslararası kamuoyunun algısını etkileyebilirdi, bugün onu da yapamıyorlar.
Sözün özü NATO güçlerinin bize ait her şey bizimdir, Rusya’ya ait her şey pazarlık masasındadır yaklaşımı bölge güvenliğini tehlikeye atmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin yükselişi, 2008’den beri içinden tam çıkılmayan küresel durgunluk ve onun Batı’da ana akım siyaset açısından yol açtığı meşruiyet kaybının yarattığı konjonktürde Gürcistan’dan Ukrayna’ya önüne çıkan fırsatları değerlendiren devlet merkezli Rus milliyetçiliği durmayacaktır. NATO merkezinin bugün pek de kalmamış ideolojik hegemonyasına dayanarak sürdürdüğü ahlaki üstünlük safsatası dünya barışını tehdit ediyor. 1648 Westphalia’dan beri yaptıkları gibi (ama 91 sonrasında bir ideolojinin zafer sarhoşluğunda unuttukları) diplomatik müzakere masası yeniden kurulmalıdır. Biz bütün kapitalist devletlerinin moral eşitliğine inanırız, “kötü” diktatörlüklerle “saf ve temiz” demokrasiler nasıl eşitmiş gibi tartışılabilir gibi safsataları bırakalım, yoksa bedelini halklar ödeyecek.