Salı, Nisan 16, 2024

“Sanata destek, işçiye köstek”

Balıkesir Balya’daki, üretim faaliyetleri Eczacıbaşı Grubu’na bağlı ESAN şirketi tarafından yürütülen maden işletmelerinde anayasal haklarını kullanarak Bağımsız Maden İş Sendikası’na üye olan ve hak talep eden maden işçilerini şirket işten atmakla ve şiddetle tehdit etti. ESAN Eczacıbaşı ve onun alt taşeronu olan Sargın AŞ.’de çalışan ve sendikaya üye olan işçiler bu şirketlerin yetkilileri tarafından yoğun tehdit ve baskıya maruz kalıyor. Sendikal faaliyetin engellenmesi yönünde işçilere mobbing yapılıyor, amirler ve yöneticiler tarafından işçiler “işten atılırsınız”, hatta “kafanızı koparırız” tehditleriyle sindirilmeye çalışılıyor.

Bu, Eczacıbaşı Grubu’nun ilk işçi ve sendika düşmanı eylemi değil. Şirket bugün onlarca ilde yürüttüğü madencilik faaliyetlerinde işçilerin sendikalaşmasının önüne geçmek için çok sayıda taşeron şirketle çalışıyor. Bir yandan doğanın talanıyla servetine servet katan sermaye grubu, diğer yandan emekçilerin bedenlerini yağmalamaktan, hukuksuzca, köle gibi çalıştırmaktan da geri durmuyor. İşçilerin en küçük hak talebi karşısında ise aslan kesiliyor.

Bir süre önce patron Bülent Eczacıbaşı’nın Bodrum’da silahlı adamlarıyla şantiye basmasıyla gündeme gelen şirketin sicili işçi ve sendika düşmanlığı örnekleriyle dolu. Bunun hafızalarda en çok yer eden örneği 2009 yılında yine Eczacıbaşı şirketlerinden olan E-Kart’ta sendikalaşma ve örgütlenme hakları engellenen emekçilerin bir yılı aşan bir grev süreciyle hakları için direnmesiydi. O dönemde işçilerin attığı sloganlardan biri olan “Sanata destek, işçiye köstek” cümlesi ise şirketin uzun yıllara yayılan kendini meşrulaştırma stratejisini çok iyi özetliyor.

Eczacıbaşı’nın tarihine bakınca 1922 İzmir Yangını sonrası Rum ve Ermeni unsurlardan “temizlenen” İzmir’de eczane sayısının bir anda 25’ten 4’e düşmesini fırsat bilen Şakir Bey’in çevik ilkel birikim hamleleri sayesinde kurulan şirketin hızla genç cumhuriyetin organik burjuvalarından biri haline gelmeyi başardığını ve bu sayede sermayesine sermaye ekleyerek büyüdüğünü görmek mümkün. Yıllar içinde ulusal burjuvazinin başat aktörlerinden biri olan Eczacıbaşı’nın 1980’lerden beri en iyi yaptığı şey ise mevcut siyasetle ilişkilerini ve işçi düşmanı pratiklerini, ona orta sınıflar ve eğitimli kesimler nezdinde kendisine sempatiyle yaklaşılmasını sağlayan kültür sanat faaliyetlerindeki hamilik ve sponsorluk ilişkilerinin arkasında görünmez kılabilmek. Bu sayede Türkiye’deki belli başlı holdingler arasından, hatta sermayenin seküler kabul edilen kanadı içindeki rakiplerinden bir nevi sıyrılarak dokunulmazlık kazandığı bile söylenebilir. Ona gösterilen bu ayrıcalıklı muamelede en büyük pay ise büyük olasılıkla İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın.

Eczacıbaşı’nın kurucusu ve yöneticisi olduğu vakıf bütün yıla yayılan sanat etkinliklerinin, sinema, müzik ve tiyatro festivalleri, İstanbul Bienali gibi ülkenin en prestijli ve sevilen kültür girişimlerinin ana finansörü olarak kendine imtiyazlı bir yer edinmiş durumda. 1973’te kurulmasına rağmen İKSV esas etkisini 12 Eylül sonrasının baskı ortamından çıkışta sanatı ve festivalleri gerçeklikten kaçış için bir imkan olarak sunduğu zaman ortaya koyuyor. O dönem festivaller her ne kadar sıkıyönetim baskısıyla bunalmış insanlara iyi gelse de ortamdaki tuhaflığa dikkat çeken Nurdan Gürbilek, “Kötü Çocuk Türk” isimli kitabında “80’lerde festivallerin, hapishaneden yükselen çığlığı bastırmaya yaradığı söylenebilir mi?” diye de soruyordu. Bu çok yerinde soru bugün hala geçerli. Sanat isteyerek ya da istemeyerek birçok sömürü ve şiddet ilişkisinin aklayıcısı ya da saklayıcısı haline gelebiliyor.

Büyük şirketlerin hem kirli ilişkilerini hem de işçiler üzerinde uyguladığı görünür ve görünmez şiddeti sanata atfedilen yüceliğin ardına gizlemesi çok alışık olduğumuz bir yöntem. Yine benzer şekilde devletlerin de bu yolla kendilerini aklamaya çalıştığını biliyoruz. Örneğin dünyanın ilk ve en eski film festivali olan Venedik Film Festivali’nin de Mussolini tarafından faşist rejimin bir propaganda sahası olarak tasarlandığını hatırlatmakta fayda var. Bu meselenin tarihi çok sayıda çarpıcı örnek barındırıyor.

Bugün de sermayenin sosyal duyarlılık projelerinin ve kültüre dair yaptığı harcamaların arkasında çoğunlukla yarattığı toplumsal ve maddi tahribatı gizleme çabasının olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde Eczacıbaşı gibi şirketlerin alternatif basın kanallarına, güncel politik meselelere duyarlı sivil toplum kuruluşlarına yaptıkları yardımlarla haklarında çıkacak eleştirel haberleri engellemek ya da olumsuz imajı minimuma indirmek gibi bir çaba içinde oldukları da bilindik bir durum. Ama eninde sonunda bu perdeler bir şekilde aralanıyor ve sermayenin de devletin de gerçek yüzü görünür oluyor.

Şu an Balya’da olan da bu. İşçilerin çabalarıyla görünür olan bu şiddete, Eczacıbaşı’nın işçi ve sendika düşmanı uygulamalarına, örgütlenme hakkının önüne çektiği setlere kültür ve sanatı kullanarak bir örtü örtmesine izin vermemek gerek. 2000’li yıllarda bienal ve festivallerin sermayeyle ilişkileri ve politik sanata açtıkları alana yaslanarak kendilerini aklama çabaları üzerinden yapılan eleştiriden bugün eser yok. 2009 yılında yayınlanan bienal karşıtı bir bildiri, Brecht’in “İnsan Neyle Yaşar?” cümlesini sermayeye kalkan ettiği gerekçesiyle bu sanat etkinliğini eleştiriyor ve “Yaratıcılık, sponsorlara değil hepimize aittir” diyordu. Bugün bu tarz itirazların artık karşımıza çıkmayışı gösteriyor ki Türkiye siyasetinin mevcut kamplaşması birçoğumuzu yandaş – muhalif ya da iyi – kötü sermaye gibi yapay bir ayrımın varlığına ikna etmiş. Fakat bu ayrımı reddedip yeniden işçilerin yanında yer almak için geç değil. Hatta belki de tam zamanı.

Son Eklenenler