Cuma, Nisan 26, 2024

Kurak Günler: Su veren itfaiyeyi ne yapmalı?

Bir muhalif meme olarak SVİHS

Sosyal medyada az çok vakit geçiren bir insansanız, AKP seçmeninin çoğunluğu oluşturduğu yerelliklerde toplumsal bir sorun baş gösterdiğinde, sözgelimi Rize İyidere’de köylüler taş ocağına karşı direniş başlattığında ya da Adıyaman’da tütüncüler eyleme gittiğinde, kendini “muhalif” olarak tanımlayan kişiler arasından bazılarının aynı mesajı paylaştığını görürsünüz: “SVİHS”. Çıkan toplumsal yangını söndürecek muhayyel bir itfaiyenin hortumuna yönelik bir küfür ifadesinin baş harfleri. Bu küfür, tercihen “yangının çıktığı” söz konusu il/ilçedeki son seçim sonuçları eşliğinde, ya da o bölgenin AKP’nin oy deposu olduğu bilgisi anıştırılarak sunulur ki verilen mesaj daha da net olsun: AKP’ye oy verenlere her türlü kaza bela müstahaktır.

Ziya Paşa’nın meşhur “nush ➡ tekdir ➡ kötek” formülünde dile gelen eğitim felsefesinin bir türevi gibi görünür bu tavır ilk bakışta. AKP’li halk yığınlarına gerekli tavsiyelerde bulunulmuş, tavsiyelerin dikkate alınmayışı beraberinde sert eleştiriyi, kınamayı, acı sözleri getirmiş fakat bu da kâr etmeyince akıllanmaları için başlarına gelen musibetten başka çıkar yol kalmamış gibidir.

Gelgelelim, “SVİHS’cilik” ile Ziya Paşacılık arasında görünürde kurulan bu benzerliğin ciddi bir gedik içerdiğini rahatlıkla fark edebilirsiniz. Bu yönde kurulacak aceleci bir benzetme, tavsiye – azarlama – kötek silsilesinde ilk iki adımın çoktan denendiği varsayımını içerir zira. Oysa “SVİHS’ci muhalif” AKP’li kitle ile muhtemelen hiçbir zaman temasa geçmemiş, alternatif bir siyasetin zeminini ve yollarını beraber aramak üzere herhangi bir adım atmamıştır – sosyal politikaları şirketlerin sosyal sorumluluk projelerine devredercesine bu işin sorumluluğunu da çoktan anaakım siyasetin aktörlerine bırakmıştır çünkü. Kaldı ki “SVİHS” tavrı ile Ziya Paşa’nın üçüncü ve son adımı olan “kötek” arasında bile ciddi bir nüans bulunur: Kötek bir kavganın iki tarafı olarak bile olsa bir temas gerektirirken, SVİHS kusursuz bir pasifliği dile getirir. Bırakın, ellemeyin, belalarını bulsunlar.

Zaten hepi topu beş kelimeden ibaret bir küfür cümlesinin dahi hızla bir kısaltmaya dönüşüp meme’leşmesi, bu “asla yola gelmeyecek AKP’li bidon kafalılar için” minimum emek harcama tavrının ayrı bir sembolizasyonu olarak da görülmelidir. SVİHS’ci muhalif, tam da ortak siyaset arayışının mümkün olduğu koşullar oluştuğunda, yani o ezelden AKP’li kitle AKP’nin kontrolünden çıkma emarelerini her gösterdiğinde etrafına pasif agresyonla örülü bir zırh geçirir, kitleyle AKP arasındaki sorunlu bağı koparacak emeği vermeyi reddederken bile minimum efor harcar.

Yanıklar’a su vermek

Bu bağlamda Emin Alper’in çok izlenen son filmi Kurak Günler’i “SVİHS’ciliğin” değilse de kendini siyasetten izole etmiş muhalif bireyin iktidarın tabanını oluşturan kitleyle kurduğu, daha doğrusu kuramadığı ilişkinin sanatsal izdüşümü olarak görmek mümkün (Filmdeki hayali kasabanın adının “Yanıklar” derdininse “su” olması üzerinden SVİHS ilişkisini kurma fırsatını verdiği için yine de Emin Alper’e teşekkürü bir borç bilirim).

Bir obruğun başında açılıyor Kurak Günler. Çok geçmeden, bu ve başka obrukların Yanıklar kasabasının su ihtiyacının karşılanması için belediyenin yeraltı sularını kullanması nedeniyle oluştuğunu öğreniyoruz. Kasabada afet derecesinde bir kuraklık da yaşanıyor bir yandan. Vatandaşlar, ellerinde bidonlarla belediyenin su dağıtım saatlerinde kuyruklara giriyorlar. Yıkanmak için göllere gidiyorlar.

Filmin politik söylemi işte bu susuzluk bağlamında kuruluyor: AKP’nin tabanını oluşturan yoksullar nasıl “üç paket makarna, beş torba kömür için kendini satıyorsa” Yanıklar’da da vatandaşlar “iki bidon su için” belediyeyi yöneten yozlaşmış güçlerin iktidarını sürdürmelerine rıza veriyor. (Film boyunca göndermelerin çoğunun çok ama çok aleni, hatta basitlik derecesinde aleni olduğunu, “Yanıklar’ın büyüyüp güçlenmesini istemeyen mihraklar” gibi repliklerle alegorinin gözümüze gözümüze sokulduğunu ve bunun da ayrı bir irritasyon sebebi olduğunu önemle belirtmek gerek).

Bu yorum bana ait değil. Filmin yönetmeni Emin Alper, Kutsal Motor’a verdiği röportajda, kendisini bu filmi yapmaya götüren motivasyonu aşağı yukarı tam da böyle tarifliyor (6:11’den itibaren): “Alenen kötülüklerine şahit olduğumuz bir grubun kötülüklerinin seçimler yaklaştığı zaman halk tarafından hiç umursanmaması. Bu bir olgu mesela. Bu olgudan hareket etmek istedim bir yanıyla. Bir yanıyla da bunun bizde yarattığı karabasan atmosferi, yalnızlık hissi. Bu hisleri biraz deşmek istedim.”

Emin Alper’in bu iki ayaklı motivasyonunun ilki yere görece sağlam basıyor. Doğru, bu ülkede kötülüklere göz yuman, hatta ve hatta alenen iştirak eden bir kitle var ve bu kişilerin sayısı ciddi boyutlara ulaşıyor. Ve açıkçası “sanatçının toplumsal sorumluluğu” gibi ön kabulleri bir yana bırakırsak, bu toplumda yaşayan bir birey olarak herkesin gündelik çıkarları uğruna yozlaşmış muktedirlerin yanında saf tutan kişi veya kitlelere kızgın olmaya da, bu kızgınlığı dile getirmeye de hakkı var.

Kurak Günler’in sorunu, motivasyonun ikinci bacağıyla, yani karabasan hissi ve yalnızlık meselesiyle, özellikle de yalnızlıkla ilgili – ki bu bacaktaki sorun, ilk bacağın da aksamasına sebep oluyor.

Zira: 1) Böyle bir yalnızlık yok. 2) Varsa bile bu mutlak bir yalnızlık değil.

1. Evet böyle bir yalnızlık yok. Filmin izlenme rakamları bile böyle bir yalnızlık olmadığının, muktedirle uzlaşan o karanlık toplama ait olmayan ciddi sayıda insanın varlığının tek başına göstergesi. Ülkenin dört bir yanında işçi direnişlerinin, Kürtlerin, feministlerin, lgbt’lerin protestolarının, çevre eylemlerinin biri bitse, bir diğeri başlıyor. Bu eylemler sayıları ve etkileri bakımından belki henüz tam olarak arzu ettiğimiz düzeyde değiller, doğru, ama şu da doğru ki bu eylemlilikler iktidar üzerinde belirli bir basınç oluşturuyor, hatırı sayılır kazanımlarla sonuçlanıyor ya da ancak sert şiddetle bastırılabiliyor.

2. Fakat varsayalım ki böyle bir yalnızlık var. Diyelim ki bu ülkede en ufak bir umut kırıntısı yok. Bir avuç muhalif ya var ya yok; onların da faaliyetleri de cılız, etkisiz, kayda değmez. Burada da yine bahsedilmesi gereken iki husus mevcut.

Birincisi olgusal: Şimdikinden daha iyi bir gelecek vaat edip etmediğinden bağımsız olarak, hissedilebilir bir varlığa ve güce sahip (öyle ya da böyle, iktidarı teslim alma ihtimalleri konuşuluyor) bir “düzen muhalefeti” ve bu muhalefetin şemsiyesi altında kendini korumaya almış, aralarında iktidarın sadaka mekanizmalarına muhtaç olsa bile söylemlerine bağışık ciddi bir kitle var.

İkincisiyse yine varsayımsal: Diyelim ki bu ülkede düzen muhalefeti bile yok.

Peki, bu bizim sınıflı tüm toplumlara içkin olan çatışmanın henüz yüzeye çıkmadıysa bile potansiyel olarak orada bir yerde var olduğu, bugün değilse bile belirsiz bir gelecekte filizlenecek bir direnişin tohumlarının o kurak topraklar altında çatlamaya hazır beklediği gerçeğini yadsımamız gerektiği anlamına mı gelir? Sanatçıdan öncelikle bu tohumun varlığını teyit etmesini, sonrasındaysa yerini tespit edip can suyunu vermesini beklersek çok şey mi istemiş oluruz?

Buna bir örnek olarak Aslı Biçen’in İnceldiği Yerden romanı gösterilebilir. 2008 yılında çıkan bu roman da hayali bir kasabada geçer – romanda adı Andalıç olarak anılmaktaysa da ilhamını Cunda’dan alan bir kıyı yerleşimi. Velhasıl bu kez Orta Anadolu’da değil, Ege’deyizdir. Romanın ortalarına doğru bir deprem olur ve Andalıç Türkiye’den koparak denizde serbest dolaşmaya başlar. O andan itibaren bu hayali kasaba, tam da Yanıklar gibi, bir Türkiye alegorisine dönüşür: Başını belediye başkanının çektiği egemenlerin bulaştığı yolsuzluklar, yaptığı baskılar gırla gitmektedir… Fakat o andan itibaren romandaki toplumsal dinamikler Kurak Günler’den oldukça farklı ilerler: Düne kadar baskıcı ve yozlaşmış iktidarı destekleyen yarımada halkının arasında yavaş yavaş muhalif bir bilinç peyda olur ve sessiz sedasız yayılmaya başlar –rejimin sonunu getirecek kadar.

İnceldiği Yerden’in devrim tahayyülü tabiri caizse çocuksudur, romana zarar verecek denli acelecidir; romanın ve Türkiye’nin gerçekliğine sanatçının kendi gerçekliğinin – “Şu devrim olacaksa olsun artık” telaşının – karıştığını hissedersiniz. Fakat öyle ya da böyle: Tarihi ilerletecek bir gücün topluma içkin olduğu zemini üzerinden yükselir İnceldiği Yerden.

Kurak Günler’se 2014 yapımı bir Rus filmi olan Durak’la daha çok benzerlik taşır. Durak’ta Dima Nikitin adlı bir vatandaş, yaşadığı toplu konutun yıkılmak üzere olduğunu fark edip harekete geçer. Öncelikle egemenleri uyarmaya yeltenir, fakat onların yaklaşan felaketi gayet iyi bildiğini ve halkı çoktan gözden çıkarmış oldukları gerçeğiyle yüzleşir. Son çare olarak, toplu konutta yaşayan vatandaşları uyarmaya, evlerini boşaltmaları yönünde telkinde bulunmaya girişir. Karşılığındaysa o toplu konutun bizzat canlarını kurtarmaya çalıştığı sakinleri tarafından linç edilecektir Dima Nikitin. Tek bir destek bulmadan, tek bir umut ışığı yanmadan. Durak, Rusçada “aptal” demektir. Neticede, gündelik çıkarlarını (barınma) kendilerine mezar eden bir aptallar ordusu için harekete geçmek aptallık değilse nedir ki? Bırak bina yıkılsın, der Durak. SVİHS.

Yozgatlı diye dedesini döven adam

Kurak Günler’deki muhalefetin yokluğu meselesi üzerinde biraz daha durmakta yarar var. Zira bu yokluk, filme teknik anlamda da zarar veren, zira kendi yarattığı evrenin gerçekliğini de baltalayan, “saçma” bir unsur olarak öne çıkıyor. Şöyle:

Kurak Günler yerel seçim öncesi bir siyasal atmosferi anlatır, üstelik filmin geçtiği Yanıklar için kritik bir seçimdir bu. Kasabaya yeni atanan savcı Emre’nin(Selahattin Paşalı) obruk konusunun üzerine gitmesi, hele hele kendisinin de şüphelilerden biri olmasına rağmen bir tecavüz vakasını kurcalamaktan çekinmemesi filmdeki egemen güçleri tam da seçim döneminde zor durumda bırakacaktır.

Ama nasıl? Filmde mevcut belediye başkanının bir rakibi olduğunu asla görmeyiz. Hatta sözü bile edilmez. Filmde yalnızca acılı bir Çingene babayı son derece kişisel bir zemin üzerinden düzene isyan ederken görürüz – onun dışındaki tek muhalif aktör gazeteci Murat (Ekin Koç) gibidir. Ne var ki bu muhalif gazeteyi kim okur, Murat’tan başka kim yazı yazar, bu gazete nasıl finanse edilmektedir, hangi matbaada basılır… gibi soruların cevabını alamayız. Murat, mekiği hasbelkader Yanıklar’a düşmüş bir uzaylı gibidir. Cinsel olarak da bölgenin ötekisidir örneğin. Hatta fenotip olarak dahi, Murat oralı değildir sanki. Filmde kötülerin başını çeken “Avukat Şahin” (Erol Babaoğlu) ve “İşçi Kemal” (Erdem Şenocak) gibi karakterlerin apaçık Orta Anadolu taşralısı tiplerine karşın Murat ikametini Beverly Hills’den Yanıklar’a yeni aldırmışa benzer.

Bu fenotip meselesinin üzerine biraz daha gideceğim müsaadenizle: Çünkü savcının da Yanıklar’a ters düşecek şekilde bir cinsel yönelim karmaşası içinde olması ve Avrupai görünümü de (annesi rolündeki Hatice Aslan’ın da sarışınlaştırılmışlığı ile beraber düşünün) “toplumsal konum” ile “genetik” arasında örtük bir ilişkiye işaret eder sanki. (Filmde savcıyla kısa da olsa çıkar dürtüsünden münezzeh, samimi denebilecek bir etkileşime giren tek “otantik” vatandaşı Emin Alper’in canlandırması da bu açıdan oldukça anlamlı göründü bana: “Bu topraklarda mutlak kötü olmayan birileri de var” derken aynı zamanda “yok” diyen, böylece kendi kendisinin ironisine dönüşen, “otantik ve iyi” vatandaşı kurarken bıyık altından gülen bir sahne.) Bir anlamda seyirci “Batılılık paketini” bir bütün olarak satın alır ve bir Umut Sarıkaya karikatüründeki “Nasıl Yozgatlı oluruz” diye dedesini döven adamın hikayesine benzer şekilde, gerekli katharsis’i zaten daha en baştan oralı olmayışın kendisinden devşirir. “Oralar” ancak beyaz adamın dışarıdan zorla medeniyet götürebileceği yerlerdir.

İkinci yukarıdan modernizasyon

Kurak Günler ilk günden itibaren aydın – taşra gerilimi üzerinden tartışılarak bu konuyu merkezine alan eserlerle beraber okunuyor, özellikle Yaban’la mukayese ediliyor. Bu kıyaslamayı “medeniyet götürme” kapsamında oldukça anlamlı buluyorum.

Orta Anadolu köylüsü ile aydın bir subayın karşılaşmasını anlatan Yaban, bir yukarıdan modernizasyon projesi olarak Kemalizm’e inanan aydınların “Biz bu insanlarla ne yapacağız” endişesinin dile dökülmesidir. Bir tarafta modern Türk ulusunu yaratmak isteyen aydın, diğer tarafta Mustafa Kemal’e sempatiyle bakmayan, hatta Türk – Yunan Savaşını Yunan’ın kazanmasından mesihçi bir kurtuluş bekleyen, “Biz Türk değil İslam’ız” diyen bir güruh vardır.

İşte Kurak Günler takriben yüz yıl sonra bu iki tarafı Yanıklar’da karşı karşı getiriyor. Hukukun üstünlüğüne inanan, lgbt dostu, hayvan haklarına saygı duyan bir vatandaşa özlem duyan savcı – gazeteci – izleyici ile onun karşısında homofobik, hukuk okumuş olanları bile (belediye başkanının oğlu Şahin avukattır) hukukun yerine orman kanunlarını ve kaderciliği koyan, biat kültürüne sahip bir millet (Yaban’daki gibi “güruh” değil, devleti ele geçirmiş örgütlü bir yapıdır onlar artık). Günümüzün “liberal jakoben”i devletin zor aygıtları da karşı tarafın elindeyken Baskın Oran’ın tabiriyle “ikinci yukarıdan modenizasyonu” nasıl tatbik edebilir? Kurak Günler’e Yaban’dan farklı olarak bu endişenin hâkim olduğu söylenebilir.

Yanıklar’ın obruklarının işte bu endişeli aydının kitle ile arasına kasten kendisinin koyduğu mesafe, açtığı gedik olduğunu düşünüyorum. Altın Portakal Film Festivali kapsamındaki söyleşide Emin Alper de “Benim için önemli olan o linç kalabalığının obruk tarafından durdurulmasıydı” diyerek aynısını ifade ediyor (23:38’de).

Bu bağlamda yeniden hatırlayalım: Gündelik ihtiyaçları için kötülük rejiminin idamesine onay veren halkın bizzat kendi altını oymasıydı obruklar. Dolayısıyla obruk, halka zarar verirken aydını da yine aynı halktan koruyacak bir işlev kazanıyor. Öyleyse Yanıklar kavruluyormuş, varsın kavrulsun. SVİHS.

Fakat eğer bu halk bir gün modernleşecekse bu obrukların açtığı mesafe sayesinde değil, ancak o mesafenin kapanması dolayısıyla olacak. Kurak Günler’in finalinde filmin iyi adamları obruğa düşmüyor ama belki de düşe düşe o boşlukları kapatmak gerekiyor. Halka bakıp “SVİHS” değil de, “Sen yanmazsan, ben yanmazsam…” diyebilmek gerekiyor belki bir de.

***

Altın Portakal’daki aynı söyleşinin bir yerinde (9:48’den itibaren) filmin çekildiği coğrafyadan bahsediyor Emin Alper. “Yerel halk inanılmaz yardımcıydı, onlara teşekkür ediyorum buradan. […] Oralar çok güzeldi, yerel halktan aldığımız şeyler…”

Orta Anadolu halkının görünce obrukların ardına sığınılması gereken umutsuz bir vaka olduğu anlatmak için yine Orta Anadolu’ya set kurup linççi figürasyonu oralılardan seçmek ve kendilerine teşekkür etmek, bilmiyorum bir tek bana mı ironik geliyor. Ama röportajın bu kısmını dinledikten sonra ister istemez Yeşilhisar seçim sonuçlarını merak ettim.

Sonra Emin Alper’in başka bir filmi yine Orta Anadolulularla beraber, fakat bu kez “onlar için” çekme ihtimalini düşündüm.

Yaban “halka tepeden bakmak”la itham edilir ama içerdiği özeleştiri genelde ikinci plana atılır. Şöyle der oysa Yaban’ın aydın subayı, halka bakıp üzüntüye kapıldığında:

Burada, ben, vatan delisi millet divanesi; burada, ben harp malulü Ahmet Celal yapayalnızım.

Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi biti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.

Son Eklenenler