Geçtiğimiz günlerde “Diyanet Akademisi” adıyla yeni bir din kurumu oluşturuldu. Olaya muhalefet de ortak olduğundan, benzer durumlarda yaygın olarak yapılan laiklik tartışmaları bu kez sınırlı kaldı. Konuyla, iktidarın din kurumlarını güçlendirerek “laiklik ve demokrasiyi tehdit ettiği” misali gerekçeler yüzünden ilgilendiğimiz sanılmasın; bu “cumhuriyetçilerin” derdidir. Biz farklı nedenlerden dolayı ilgileniyoruz: Birincisi; devletin bu tür kurumlar aracılığıyla dine müdahalesini egemen çevrelerin çıkarları doğrultusunda bir tek tipleştirme ve inanç özgürlüğünü ortadan kaldırma girişimi olarak görüyoruz. İkincisi; ilgili yasa TBMM’de oylanırken muhalefet partilerinden 1 tane bile “hayır” oyu çıkmayışını din konusunda iktidardan ayrı bir politikaları olmadığının işareti olarak anlıyoruz.
Akademinin özellikleri kısaca şunlar: Diyanet İşleri Başkanlığına (DİB) bağlı olacak. Din alanında görevlendirilecek personelin hizmet içi ve öncesi eğitimini üstlenecek. Araştırma, yayın, konferans, panel, seminer vb. çalışmalar yapacak. Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK’le işbirliği yapacak. (Dolayısıyla bu kurumlara bağlı olmayacak.) Personelinin yüzde 10’unu din alanında eğitim görmemişlerden alabilecek. (Dolayısıyla geri kalanı din eğitimi almış olacak.) Akademi öğrencileri yaş sınırı olmaksızın, eğitim süresi boyunca askerlikten muaf olacak. Yurtdışından gelen din görevlileri de burada eğitim görebilecek. Özetle, artık bundan sonra din görevlisi olmak için ilahiyatı bitirmek, KPSS ve sözlü sınavdan geçmek ya da torpilli olmak yeterli değil, akademiden de mezun olmak gerekiyor.
Böyle bir akademi kurma tasarısı yeni değil, 2017’de dönemin Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ tarafından dile getirilmişti. Ancak yeni Adalet Bakanı oluşu nedeniyle konuyu Bozdağ’la ilişkilendirmek açıklayıcı değildir. Yanı sıra, yaklaşan seçimler nedeniyle iktidarın dinle ilgili kurumlara bir yenisini daha ekleyerek dindarların oyunu çekmeye çalıştığını söylemek de anlamsızdır, sonuçta bu bir cami ya da herhangi bir okul projesi değil, bütün resmî din eğitiminin en üst kurumu. Asıl amacın, DİB gibi devasa bir yapıyı derleyip toparlayarak iç ve dış gelişmelere uyumlu hale getirmekle ilgili olduğu düşünülmelidir.
Devlet din alanında neden böyle bir düzenlemeye gidiyor?
DİB yaklaşık 130 bin personele sahip, bu yılki bütçesi 16 milyar 100 milyon lira olan, ülke içi faaliyetlerinin yanı sıra siyasi iktidarın ticarî ve siyasî ilişkiler kurduğu ülkelerde de “yumuşak güç” olarak çalışan bir kurumdur. Bu haliyle toplam 7 bakanlık bütçesine denk harcama yapabiliyor. Devletin önde gelen ideolojik aygıtlarından biri, belki de en önemlisidir. Bu nedenle siyasiler kadar, taraftarlarını ve toplum üzerindeki etkilerini arttırmak isteyen değişik dinsel çevreler de DİB’e egemen olmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla akademinin, düzen açısından vazgeçilmez öneme sahip böyle bir kurumun personelini sürekli süzgeçten geçirerek ayıklamak ve amaca uygun biçimde eğitmek için kurulduğu açıktır. (Bu anlamda Adalet Bakanlığına bağla “Türkiye Adalet Akademisi” ile paralelliği vardır.)
Bu işlemin başka ülkelerden gelecek din personeline de uygulanacak oluşu, basitçe bir “inanç yayma hizmeti” olarak görülmemelidir. Bu çerçevede amaçlananın, ülke egemenlerinin bölgesel güç olma planlarıyla ilgili olduğu hesaba katılmalıdır. Bilindiği üzere uzun yıllardan beri yakın coğrafyanın egemenleri, yoksul kitleleri tek kurtuluş yolları olan devrim ve sosyalizme karşı bir güç haline getirmek için önlerine değişik İslami inanç modelleri koydular. Bunları kısaca hatırlayalım: Bölgenin gerici iktidarları Sovyetlere karşı geliştirilen ve ABD öncülüğündeki “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde, ülkelerinde din adına ne varsa destekleyerek kendilerine karşı yönelen muhalefet hareketlerini bastırmakta kullandılar. Bugünlerde içine düştüğü ekonomik ve siyasi sıkıntılar nedeniyle bölgesel etkinliği zayıflasa da, Suudi Arabistan uzun yıllar boyu Hint coğrafyasından yoksul Sahra Altı ülkelerine kadar Vahhabiliği, dolayısıyla cihatçı eğilimlerin düşünsel altyapısını oluşturan selefiliği yaymak için çalıştı. 2011 Arap isyanları sonrası bir tür “ılımlı İslam” örneği olarak Müslüman Kardeşler hareketi, Katar ve Türkiye tarafından Yemen, Mısır ve Mağrip ülkelerinde desteklendi. Mısır’da El Ezher Üniversitesi, yıllardır uluslararası bir din eğitim merkezi olarak çalışıyor. Dünyada sosyalizmin gerilemesine paralel olarak ilerleyen bu dindarlaşma sürecinde yakın coğrafyanın egemenleri giderek zenginleşirken, ezilen halkların yoksulluğu arttı. Kitleler bu koşulları değiştirmek istediklerinde, ellerinde birleşip örgütlenmelerine yardımı olabilecek etnik/dinsel düşünceler ve kurumlardan başka bir olanak yoktu. Birçok ülkede ılımlı İslamcı iktidarlara karşı halkların yine İslamcı fikirlerle direnişleri bu biçimde başladı. Somali’de El Şebab, Nijerya’da Boko Haram ve Asya-Pasifik’e kadar uzanan değişik ülkelerde benzeri IŞİD ve El Kaide türevi örgütlerin doğuşu böyle bir ortamda gerçekleşti. Dindar iktidarlara karşı dindar muhalefet hareketlerinin ortaya çıkışı, bütün ülkelerde egemen inançlarla ilgili zihinsel karışıklığa yol açtı. Geleneksel din eğitimleri sorgulandı ve özellikle genç kesimler radikal İslamcı eğilimlere yöneldiler. Bunun Türkiye’deki etkisi başka toplumlardaki kadar yaygın olmasa da görüldü. Özellikle ülkede 20 yıldır hüküm süren “ılımlı İslam” modelinin defoları ortaya çıktıkça, kitleler nezdinde olmasa bile eğitimli dindarlar ve din personeli arasında inanç içi sorgulamalar yapıldı, yapılıyor. Nitekim DİB Başkanı Ali Erbaş’ın iddialarının tersine kurumun kendi yayınlarında “deizm ve ateizmin arttığına” ilişkin yazılar çıkıyor.[1] Bu nedenlerle yasa tasarısı her ne kadar iktidar partisince önerilse bile, bir “devlet aklının” ürünü olduğu hesaba katılmalıdır. Nitekim düzen muhalefetinin yasaya düşünmeden onay vermesinin nedeni de bu olmalıdır.
Yasa tasarısı 24 Şubat’ta TBMM’ne getirilmiş, 3 Mart’ta ilgili komisyonda görüşülmüş, Suay Karaman’ın aktardığına göre komisyon üyesi 6 CHP’li milletvekili “teklif, doğrudan Cumhuriyet’in eğitim birliği ilkesiyle hesaplaşma zihniyetiyle hazırlanmış görünmektedir” diyerek olumsuz görüş belirtmiş ama daha sonra bu milletvekilleri yasanın Meclis’te oylandığı 16 Mart’ta “hayır” oyu vermek için salonda bile bulunmamışlardır. [2] Yasa Meclisten 22’si CHP’ye, 12’si İYİP’e ait toplam 277 oyla geçmiş, bu sırada 10 HDP milletvekili çekimser oy vermiş ve hiçbir milletvekili ret oyu kullanmamış, 24 Mart’ta Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Buradan şunu anlıyoruz: toplumsal muhalefet adına milletvekili olanların ve her fırsatta “laiklik” adına kıyamet koparan ana muhalefetin din hakkında söyleyebileceği söz yoktur. Aralarında sözü olan birisi varsa bile, bu parlamenter siyasetin çarkları arasında tuz buz olmuştur. Dinle ilgili bir düzenlemeye “hayır” oyu verirlerse “din karşıtı” olarak damgalanacaklarından korkmuşlar ve tıpkı iktidar partisi gibi davranarak bu düzenlemeye destek verip toplumun sempatisini kazanmaya çalışmışlardır. Yani iktidarıyla muhalefetiyle din üzerinden siyasi çıkar sağlamışlardır.
Toplumsal özgürlüklerden yana olan, dinsel özgürlüğü de savunmalıdır
Halk aptal değildir ve ikiyüzlülüğü fark eder. Toplumsal muhalefet adına ortaya çıkanların bu duruma düşmemek için önce kendi kafa karışıklıklarını gidermesi gerekir. Eğer toplumun özgürleşmesinden yanaysak, dinsel özgürlüğü de savunacağız; bu kadar basit. Özgürlükler, toplumun olanaklarının sınırlı bir egemen kapitalist kesimin yararına kullanılması için kısıtlanıyor. Siyasi iktidar; en verimli toprakların, en güzel manzaralı arsaların, fabrikaların, bankaların, en yüksek vergi iadelerinin, en büyük kredi kolaylıklarının, gökdelenlerin sahibi küçük bir azınlıkla eşitlik arayışına girmesinler diye, toplumun emeğiyle geçinmeye çalışan ezici çoğunluğunu baskı altına alıyor. İnancına, cinsiyetine, diline, yaşına bakmaksızın; önlem almayıp öldürülmesine göz yumarak, düşük ücret vererek, sağlık hizmeti sunmayarak, tehdit ederek, yasak koyarak, konuşturmayarak, dinlemeyerek baskı altında tutuyor. İster yasaklayarak olsun ister şu an yapılana benzer biçimde belli bir Sünni inancının yaygınlaştırmak için, din de baskı altında tutuluyor. Dinin siyasi iktidarlara payanda olarak yoksulların aleyhine rol üstlenmesinin nedeni kendi özünden gelmiyor, bu baskıdan kaynaklanıyor. Ülkede bu konulardaki araştırma-incelemeleriyle bilgilenmemizi sağlayan ender kişilerden biri olan Osman Tiftikçi bakın ne diyor: “Dinin yozlaştırılmasında, anaokulu çocuklarının bile zorla dindarlaşmaya çalışılmasında, bunların sonucu ortaya çıkan felaketlerde devletin sorumluluğu cemaatlerden kat kat fazladır. 6 binden fazla İmam Hatip okulu, yüzün üzerinde ilahiyat fakültesi, Kuran kursları, zorunlu din dersleri, 130 bine yakın Diyanet kadrosu, tüm dünyada örgütlü dini kurumlarıyla bugün en büyük “cemaat” devlettir. Dini gericiliğin esas gücü, cemaatleri de yozlaştıran, devletin resmi dini kurumlarıdır.”[3]
Ama devletin dine müdahale etmeyerek özgür bırakması gerektiğini duymak bile, “laik cumhuriyeti” sosyalizm yolunda bir “kazanım” gibi gören reformist sol çevrelerin tüylerini diken diken etmeye yeter. Marks’tan bize miras kalan ‘inancın bir düşünce biçimi olduğu, düşüncelerin düşünen insanlardan ve düşünen insanların toplumsal varoluş koşullarından ayrı ele alınamayacağı’ yönündeki fikirleri akıllarına getirmezler. Zihinlerinde, dinin uzay boşluğunda dolanan “karanlık bir güç” olduğunu tasarımlayarak, dindarların kılık kıyafet, davranış ve ibadet biçimlerini bu “karanlık gücün” yeryüzüne indirilme çabası gibi görüp küçümser ya da yasaklanması için çalışırlar. Ülke solunun ezici çoğunluğu bu tür “laikçi” ve Aydınlanmacı saplantıları nedeniyle, günlük hayatın dertleriyle baş etmeye çalışan yoksul kitlelerle buluşamaz. Buna cemaat yurtlarındaki bazı ölümler yüzünden kısa süre önce “cemaatler yasaklansın” kampanyası sırasında da tanık olduk. Osman Tiftikçi yazısının devamında, bu konuda şunları söylüyor: “Sadece Sünni cemaatler değil, hiçbir dini inancın cemaatleri kapatılmamalı, tersine dini işler bu cemaatlere devredilmelidir. Müslim, gayrımüslim, Alevi, Ezidi vs. bütün cemaatler dini faaliyetlerini özgürce yürütebilmelidir. Ateist propaganda özgürce ve örgütlü biçimde yapılabilmelidir. Hiçbir cemaate devlet kasasından kaynak aktarılmamalı, hiçbir din adamı devletin maaşlı memuru olmamalıdır. Cemaatlerin faaliyet alanları dini işlerle sınırlandırılmadır. Örneğin yüksek öğretim yurtları kurmak, şirketler, holdingler kurarak zenginleşmek, lüks içinde yaşamak için her yolu mübah görmek vs. dini işler değildir. Dini ihtiyaç olmayan cemaat yurtları kapatılmalıdır. “
Demokratik bir toplumsal yaşam hüküm sürerken devlet inançlara karışmadığında; hiçbir inanç kesiminin başkalarının inancına karışmamasını + yurttaşların inancını yaşamak dışında işlerle uğraşmamasını + dolayısıyla inanca hizmet adı altında siyaset ve ticaret yapmaya kalkışmamasını da garanti altına almış olur. Devletin inançlar üzerinde baskı kurmasına onay veren, her seferinde “baskı yapıyor” diye şikâyet ettiği iktidarın yanında yer alıyor demektir. Nitekim bu yasal düzenleme sırasında yaşanan da bundan ibarettir…
[1] https://artigercek.com/haberler/ateizm-artiyor-tartismasi-diyanet-in-dergisi-ali-erbas-i-yalanladi
[2] https://www.bursaarena.com.tr/hiyanet-akademisi-makale,7095.html
[3] https://amp.artigercek.com/haberler/cemaatler-kapatilsin-mi