2021 senesinin başlangıcına İstanbul ilçe belediyelerindeki grevler damgasını vurmuştu. Bu grevler ardında pek çok önemli tartışma bıraktı, bunlardan birisi de kimin emeğinin ederinin ne kadar olduğuna dair yaşanan gerilimlerdi. Bu o zamandan beri, özellikle de ekonomik kriz de derinleştikçe devam eden bir konu oldu. Sosyal medyada süregiden gündemi “x meslek 6 bin lira alırken işçi 3 bin lirayı nasıl beğenmez” şeklinde kabaca özetlersek herkes konunun ne olduğunu az çok anlayacaktır. O dönemde işçilerle de bu konu üzerine konuşurken bu gerilimin irdelenmesi ve üzerine politik bir tartışma yürütülmesinin gerekliliği en çok bahsedilen şeylerden biriydi.
Senenin devamında kriz önü alınamaz bir hızla derinleştikçe bu gerilim gündemde olmaya devam etti, ediyor. Bu yazıda bir sınıf analizi yapmayacağız. Ücretli geçinen birçok kesimi ezip geçen ölçekte bir krizle karşı karşıyayız ve en nihayetinde bu tartışmaların muhatabı olan tarafların neredeyse tamamı krizin boyutunu tam anlamıyla ifade etmekten aciz verilere göre dahi yoksulluk sınırının ya civarında ya altında kesimler. Bu yazı kapsamında daha ziyade bu gerilimi mümkün kılan (ya da görünür kılan) sosyal medya ortamını, yarattığı karşılaşmayı, daha hâkim olduğumuz bir konu, kent mekânı ile birlikte düşünerek değerlendirmeye çalışacağız.
Kent sınıfsal olan her şeyi “yerli yerine” koymanın mekanı diyebiliriz özetle. Kira değerlerinden yol akslarına pek çok şey insanları mekânsal kompartımanlara bölme işlevi görüyor. Bu, kent tarihine az çok, kıyısından köşesinden tanıdık olan herkesin aşina olduğu bir bilgi. Hepimiz belli muhitlerin hangi sınıflara karşılık geldiğini biliyoruz. Sadece ekonomik de değil, sosyal sermayenizin de kentte sizi yerleştirdiği ve dışladığı yerler epey net bir şekilde tanımlı. BM temelli kira/ gelir oranlarında dahi kent hakkı kisvesi altında bu mekânsal ayrışma örgütleniyor. Dolayısıyla şehir mekânında anlamlı temaslar, karşılaşmalar en baştan engelleniyor. Toplu taşıma genelde alt, alt-orta sınıfın, yer yer orta sınıfın kent içinde hareket halinde olmasını sağlayan bir akış ve üst, üst-orta sınıf muhitler genellikle araba ile ulaşıma göre düşünülmüş, pek de uğramadığımız, gittiğimizde oraya ait olmadığımızı hissedeceğimiz mekânlar. Fiziksel sınırlar genel olarak aşılması çok kolay olmayan türden sınırlar. Kentin rantla şekillenen coğrafyasında herkesin kendi gelirine göre yaşayacağı, gezeceği, yiyip içeceği yer az çok belirli. Dolayısıyla karşılaşmalar da çok hiyerarşik olmak zorunda. Bir semtten diğerine çalışmak için giden ama orada bir mekânda oturup kahve içemeyen biriyseniz o semtte ikamet eden ve her gün orada sosyalleşen başkalarıyla temasınız sınıfsal ve pek tabii izole. Nispeten yüksek ücretli işlerde çalışanlara, okul okumuş olmak gibi sermayelere sahip olanlara kentin sunduğu “fırsat”lardan biri bu izolasyon. Bir tür seçkinliğe tekabül ediyor. Bu durumun en kristalize halini kapalı sitelerde görebiliyoruz. Bunların merkezde yansımaları alt tarafı sokakta bir apartman diyeceğimiz binaların güvenlik kulübeleri ve duvarları ile donanmaya başlamasıyla ortaya çıkıyor. Kendin gibilerle, içerden referans alma sistemi ile bir yaşam alanı kurgulamak tam olarak da diğer sınıflarla temas etmeyen bir sterilliğe işaret ediyor aslında.
Yoksulluk ise her zaman kriminalize edilen ya da acınası bir yere koyulan, insanları yapısal değil de kendinden menkul bir sefaletin içindeki yığınlar gibi gören bir olgu bu algı dünyasında. Kentte de getto ya da çeper dediğimiz, “buralarda yaşayan da İstanbul’da yaşıyorum demesin” gibi ifadelerle tanımlanan alanları “dolduran” insanlar yoksullar. Bir ekip olarak 2014 senesinde Küçük Armutlu Mahallesi’nin ana akım medyada temsili üzerine bir araştırma yapmıştık. Burada temel sorumuz “kentin geri kalanına, özellikle de orta sınıfa yoksulluk nasıl anlatılıyor” olmuştu. Az çok orta sınıf ailelerde büyümüş kişiler olarak bu soruyu aklımıza getiren diğer soru ise şuydu: “Büyüdüğümüz evlerde televizyondan izlediğimiz gecekondu yıkımları birçok insanın gözünde nasıl bu kadar meşru ve hatta hak edilen bir eylem olabiliyordu?”
Bu sorunun cevabını aramak için ana akım gazeteleri taramıştık. Bu yazıda bu araştırmanın detayına girmeyeceğiz ama bulduklarımız bu konu açısından önemliydi. Yoksulluk bu medyada (yazılı basın) daima yıkımlar, polis baskınları, kaçak elektrik su kullanımları, çamurlu yollar, eğitimsiz ve potansiyel suçlu çocuklar, en iyi ihtimalle ise zavallı insanlar çerçevesinde ele alınıyordu. Bu tabii ki bilinçsiz bir tercih değildi. Gazetenin sosyal medyanın aksine etkileşimiz ya da etkileşimi çok dar ve en önemlisi anlık olmayan bir medya olduğunu düşündüğümüzde bu çerçeveye sıkıştırılan kişilerin bu konuda söz hakkı kısıtlı kalıyordu. Anında cevap verme imkânı mekânsal olarak da yoktu. Ekseriyetle çalışan/işveren ilişkisi üzerinden temas ettikleri kişilere örneğin twitterda alıntılayarak cevap vermek gibi bir tavır sergilemeleri çok mümkün değildi. İçlerinden söylüyorlardı muhtemelen. Ya da politik eylemler, direnişler üzerinden ifade ediyorlardı ve devlet, her zaman olduğu gibi medya aracılığıyla bu eylemleri de kriminalize ediyordu. Günün sonunda, orta sınıfın pek çok olumsuz tarafıyla da tutarlı bir şekilde, televizyonda evi başına yıkılan insanlar seyirlik bir malzeme olabiliyordu ve buna verdikleri tepkiler ekseriyetle cinnet olarak görülüyordu. Pek çoğumuzun zihninde çocuğu ile yıkılmak üzere olan evinin önünde evine sahip çıkmaya çalışan insanların görüntüleri vardır. Televizyon ekranları da yoksulluğun temsili konusunda gazeteler kadar sınıf düşmanı bir tavırdaydı.
Bütün bu senaryoda gerek kent, gerek medya sınıfsal izolasyonun son derece mümkün olduğu bir kurguya sahip ve her şey “yerli yerinde” iken günümüzün kriz gerçeğinde gerek sosyal medyasında, gerek kent mekânında işler artık o kadar basit değil. Sadece kendi meslek grupları ile sosyalleşen, masasına yemek servis eden insanı sadece o ilişkilenme içerisinde gören ve dolayısıyla çoğu zaman “hak ettiği” cevabı alamayan birçok insanın anında asıl duyması gerekenle karşılaştığı bir ortam oluşuyor. Bu cümlenin ardından detaylı bir sosyal medya analizi yapmayacağız, bildiğimiz yerden devam edeceğiz. Kentin sınıfsal segregasyonunun tamamen dışında bir “bir arada var olma” hali içeren twitter’ı düşünürsek, o masaya hizmet götüren insan, o masada okumuşluğu statü olarak gören insanla başka bir ilişkilenme içinde bulunuyor. Hak ettiği cevabı verdiğinde “müdürünü çağır” deme şansının düşük olduğu bir karşılaşmadan bahsediyoruz. Bunun örgütsüz bir tepki toplamı olduğunu unutmadan, kentin, fiziksel mekânın, oldum olası ördüğü duvarların içinden geçen bir ortam olduğunu düşünebiliriz. Yoksulun zenginliğin boyutunu, zenginin yoksulluğun sefaletini görmeden yaşaması adına dökülmüş onca çaba atılan bir tweet’e gelen binlerce alıntı ile boşa düşebiliyor. Herkes kapalı sitelerin içindeki hayatları görüyor. Zenginliğin kendini göstermesi, zenginlerin sosyal medyada sahip olduklarını teşhiri son dönemde Çin’de boşuna yasaklanmadı. Bir grup ayrıcalıklı insanın nelere sahip olduğunu tahayyül etmek başka, anbean görmek izlemek başka. Dolayısıyla her şeyin akışta görünür olduğu bu medyada yoksulluk gettolara kapatılan, yüz yüze gelinen zamanlarda içeri içeri atılan bir şey olmaktan çıkıyor. Sokak röportajlarında haykırılan geçinememe isyanları bir zamanlar ana akım gazetelerin çizdiği “gariban, zavallı” tanımına uymuyor. Bunun nereye varacağını öngörmek bu yazıda yapabileceğimiz bir şey değil. Ama buradan başladığımız yere, Kadıköy grevleri zamanında karşı karşıya gelen ücretli emekçiler meselesine gelirsek orta sınıf tartışması adına birkaç soru, tartışma açabiliriz.
Bu güz dönemi başında barınamıyoruz eylemlerinin ortaya çıkardığı üzere yoksullaşma gettolara kapatılabilecek düzeyin ötesine taşmış durumda. Orta sınıfın sahip olduklarını kaybetmesi ile en beklenmeyecek mahallelerde dahi geçim derdinden başka konu konuşulmaz oluyor. O masada oturan ve hizmet alanlara düzenin verdiği birçok vaat boşa düşüyor demek. Pek çok haklı tepki alan “boşuna mı okuduk” çıkışları kariyer, kendini geliştirme gibi şeylerin sağladığı prestijin artık pek de mümkün olmadığı bir geleceği ortaya koyuyor. Bu noktada şunu belirtmek önemli, bazılarının elindekileri kaybederek geldiği durum gerçek bir yoksulluğun yanına dahi yaklaşmıyor ve bu esnada yoksul daha da yoksullaşıyor.
“Tehlikeli, sefil, kirli, güvenliksiz” yoksul gettosu bu biçimde yıkılıyor. Sosyal medya üzerine pek çok analiz yapılabilir. Bizim kent ölçeğinden bakıp da gördüğümüz Küçük Armutlu Cemevi’nin duvarındaki yazıyı akla getiriyor. Bu kenti döndüren yegâne şeyin kendi emeği olduğunu bilenlerin “bilseler, görseler” sitemi…
Şimdi ise bu sitemden belki biraz daha fazlası var. 13-14 yaşında çocuklar üstlerine giydikleri yoksulluğu utanmadan, içlerine çevirmeden dışarı haykırıyor. Bu karşılaşma alanı ana akım gazete gibi değil. Yoksulluk birkaç medyacının çerçevesinde sabit durmayı reddediyor ve kendi temsilini kuruyor. Çalışırsanız olur vs birçok söylem daha cümlesi kurulduğu anda binlerce kişiden cevabını alırken zenginliğini paylaşanın da o zenginliğin kaynağı anında yüzüne vurulabiliyor. Örneğin okumuşla okumamışın maaşı bahsi açıldığında okumanın kendisinin en başta sınıfsal olduğu gerçeği dile geliyor. Çerçeve yok, varsa da anında cevabı var. Bununla birlikte, grev zamanı olduğu gibi “aslında daha fazla alıyorlar” gibi yanlış bilgi de yayılıyor ama bu yeni bir şey değil. Her eve gazete giren günlerde de yanlış bilgiler yayılıyordu. En büyük fark belki de cevabının verilemiyor oluşuydu. O gazetede kriminalize edilen insanlar da okuyordu gazeteyi, büyük ihtimalle cevapları hep vardı ama muhatap olma mekânları yoktu. Bizce sosyal medyada yaşanan “sınıfsal mı” tartışmalarının bütün dağınık, örgütsüz görülebilecek taraflarına rağmen açtığı alan bu: doğrudan cevap hakkı. Okumuş meslek sahibi birisi emek/ ücret ilişkisini sosyal sermayesi üzerinden kurup emekçilerin hak taleplerini onlara çok gördüğünde koltuğunda gazete okuyup söylenir rahatlıkta artık söylenemiyor. Bunun öğretici ve hizaya getirici bir durum olduğu kanaatindeyiz. Evet, hepimiz biliyoruz mevcut ekonomik koşullarda 6-7 bin maaş alan da zengin değil. Zengin diyebileceklerimiz hâlâ epey izole, seçkin hayatlar yaşama şansına sahip zaten. Ama orta sınıfın aşağıya doğru yuvarlandığı bir zamanda bu türden karşılaşmalar, çatışmalar ve had bildirmeler öfkenin, eleştirinin yönlendireceği asıl odakları saptama yolu da açabilir. Burada bir başkasına mesleği üzerinden aldığı sefalet ücretini hak gören kişilere kendi durumlarının ve asıl düşmanların hatırlatılmasına vesile olabilir.
Yine grev zamanına dönersek, o zaman taşeron çalışanlara destek olan kadrolu çalışanları daha yüksek olan maaşlarını teşhir etmekle tehdit eden patronlar olmuştu. Çünkü o yüksek alan da uçurumun ucunda. Patron ona “bak haline şükret, düşeceğin yer belli” sopasını boşuna göstermiyor. İşte o sopayı tersine çevirecek hattı bulmak, onu güçlendirmek yaşanan bu hizaya çekme işini bir adım öteye taşımak gerekiyor. Yoksulluk derinleştikçe ayrıcalıklarını yitirenlere dip gösterilecek, bu bir yıldırma aracı olacak. Bu noktada sadece sosyal medyada yaşanan teşhir ve tepki yeterli olmayacak tabii ki. Bu bir zemin olabilir ancak biliyoruz ki şu anda kamu alanı dâhil olmak üzere çeşit çeşit kadro ve ücretlerle bölünmüş, neye tekabül ettiği belirsiz bir liyakat söylemi ve salt okul, eğitim vs. üzerinden güçlendirilmiş durumda. Beyaz yakalının krizle imtihanı şimdilik “evime gelen tesisatçı ile ben aynı parayı mı alacağım” düzeyinde. Henüz herkesin emeği karşılığında hakkaniyetli bir ücret almasına dair bir talep ya da başka mesleklere unvan ve statüler haricinde bir saygı bilincinden söz etmek zor. Bunun yanında “okumuşların” eskinin vaat ettiğinin aksine bir “uzmanlık” falan da icra edemediği, herkesin giderek büyüyen bir yabancılaşma içerisinde bir üretim bandının başında ay sonunu beklediği, çoğu insanın eğitimini aldığı meslekte çalışmasının zorlaştığı bir proleterleşme sürecinin de bahsi yok. Bu konuda meslek odaları ve sendikalar da politik bir söz üretmiyor henüz.
Mimarlık mesleği üzerinden örnek verecek olursak, yazın yaşanan yangınlar sonrasında yangın bölgelerine proje çizen mimarların diplomaları üzerinden cezalandırılması tartışmasını hatırlayabiliriz. Bu tartışmada ücretli çalışan mimarlar bu düzen içerisinde kendilerinin bir iradesi olmadığını, içinde bulunduğumuz çalışma rejiminde eskinin prestijli konumlarının tamamen sarsılmış olduğunu ve böyle bir cezalandırma sisteminin işsizlik cehenneminden bir başka mimarın işe alınması ile sonuçlanacak, düzene değil işçiye zarar verecek bir tavır olduğunu dile getirmişlerdi. Bu tepkiler daha politikti, sebebi ise bu meslek alanının rant ekonomisi ile çok daha erken proleterleşmiş olmasıydı. Fakat üzücü bir şekilde meslek temsilcileri bu gerçekten uzak kalmıştı. Bu da güçlü bir politikleşmeyi getirmedi doğrudan. Bunun için örgütlenme gerekiyor çünkü. Bunu sağlayacak tek şey de tabii ki sınıf bilinci. Kendisini unvanlarla, yiyip içtiği mekânlarla, oturduğu apartmanlarla diğerlerinden başka bir yerde görme çabasının pek de mümkün olmadığı bir zamanda beyaz yakalının asgari ücretli ile aynı yerde olmaktan utanmayı bırakıp, asgari ücret diye bir şeyin varlığının dümdüz utanç olduğunu anlaması… Son dönemlerde kurulan ve özel sektöre hitap eden bağımsız sendikalar gibi oluşumlar sınıfsal konumları baş aşağı olan grupların politikleşmesi için bir umut olarak görülebilir. Ama bunun yanında mevcut sendikaların kendi içlerindeki kadro ve kıdemleri sorgulaması, odaların temsil ettikleri mesleklere dair sınıf temelli bir siyasi söylem kurması ve yaygınlaştırması gerekiyor. Yoksulluk “bilinse, görülse” diyecek noktadan çok uzak artık. Getto kavramının kendisini delip geçen, her geçen gün zamlarla şehrin kendini korunaklı sanan alanlarına doğru ilerleyen bu krizde sadece sosyal medyadaki gerilim politikleşme için yeterli değil. Emek mücadelesi yürüten herkesin emeğin değerini sembolik boş gösterenlerden kurtarmak için çabalaması ve işçinin emeğinin, üretim gücünün bizzat kendisinin değer olduğunu hatırlaması gerekiyor.