Pazartesi, Aralık 2, 2024

Bizi vuran kurşun

Urfa’da bir çocuk ölmüş 16 yaşında. Diyorlar ki atış talim sahası. Atış talim sahasını orada atış ve talim yapanlardan başka bilen yok. Ne bir çit ne bir tabela. Sahaya girmek için herhangi bir gayrete de lüzum yok. Yürüyüp kendini ortasında bulabiliyorsun. 16 yaşındaki Muharrem’in üzerinden çıkan mühimmat parçaları. Nasıl gözü kör bir ihmalse. Koskoca bir coğrafyanın kaderi olmuş bu “ihmal”. Ceylan Önkol’u, Uğur Kaymaz’ı son 13 yılda 20 çocuğu zırhlı araç çarpması sonucu katleden örgütlü ihmal.

Yine Urfa’dan adına yazarken elimin titrediği Sedat. Hayatı hakkında söz sahibi olmaya kalktı. Hem de bu çoraklığın içinde. Uğur Tekstil’de işçiydi. “Solcudur, hakkımızı yedirmez” diye DİSK’e gitti. Hakkını verdi DİSK Tekstil. Başta. Kapandı fabrika. Direniş. Açıldı fabrika. Tam gün yüzü görecekti işçiler. Sendikalı işçilerin söz karar hakkını savunduğu için, kapılar ardında patron-sendikacı pazarlıklarına razı olmadığı için atıldı işçileri örgütleyen Mehmet sendikadan. Sedat ve 96 diğeri baş eğmedi buna. Sonuç: yine kapı önünde Sedat, jandarma zoruyla. Evde 3 çocuk bir eş. Dışarıda kara liste. Bildiği işi yapmak için başvurduğu her yerin kapısı kapandı yüzüne. Neden? Sedat’tan önce isminin yazılı olduğu patronun listesi gelmiş. Demiş ki patron diğer patronlara: bize, bizim sevdiğimiz sendikaya itiraz eden kim varsa bu Urfa’da açlıktan öle.

Bir yerde onur diğer yerde açlık. ‘Kaybedersem onurumu’ dedi Sedat, ‘ölmekten beter’. Girdi inşaat işine. Çünkü evde kuş yavruları gibi bekleyen üç çocuk. O eve her gün gitmeli ekmek. Arkadaşları ile dört gün sonra işe geri dönecek ve yine mücadele edecekti. Onuruna göz koyanlarla. Çatıdan düştü Sedat. Halbuki fabrikasında sendikalı huzurlu bir şekilde çalışıyor olabilirdi. Kaza, kader, kısmet deyin isterseniz ben apaçık cinayet diyeceğim. Planlı bir cinayet. Anayasal hakkını kullanan işçiyi kapı dışarı edenlerin, kapalı kapılar ardında sendikacılık adı altında çantacılık yapanların, buna itiraz edenleri işten atanların cinayeti. “Git mahkemeye aç davanı, sürünürsün aylarca” rahatlığının cinayeti. Uzun hukuk yollarının, bürokrasinin, cinayeti. İşçinin adına, solculuğuna güvenip, gelip örgütlendiği sendikanın, “nasıl olsa ortaya çıkmaz” diye her seferinde işçiyi satmasının cinayeti. “Bilseler bile söyleyemezler, hepsi göbekten DİSK’e, o da bana bağlı”nın cinayeti. Sedat’ın da altında imzası bulunan şikayet dilekçesi önüne geldiğinde cevap bile vermemenin, hiç utanç duymamanın cinayeti. Baş eğdirerek işe geri alınan işçileri Sedat’lara karşı kışkırtmanın hem de bunu yaparken Kemal Türkler, Abdullah Baştürk isimlerini kullanmanın utanmazlığının… Şimdi bütün yapılıp edilenlerin ve dahi yapılmayanlarının geri döndüremediği noktadayız. Tüm eylem ve eylemsizliklerin, saçma sapan tartışmaların, gereksiz gecikmelerin, emekçilerin hayatında yarattığı o derin kesik. Çatıdan düşüp öldü Sedat. Bilmediği bir işi sigortasız yaparken. Öldü.

Diyor ki gencecik bir kadın Zeynep, Aydın’ın Çine’sinin Topçam Köyü’nden: “silahla babama ateş etti. Annemle babam canını zor kurtardı. Kendilerini bir taşın arkasına attılar” Babası o kadar korkmuş ki yarım saat boyunca saklandığı taşın arkasından çıkamamış . Yarım saat sonra can korkusuyla sürüne sürüne kazağının altına telefonunu sokup jandarmayı aramış. Gelmiş jandarma. Ve ne yapmış biliyor musunuz? Aileyi korumak yerine onları suçlamış. Çünkü suçu büyük ailenin: dedesinden, babasından kalan bin yıllık köyünde yaşamak. Toprağı eşelesen bir antik kent fışkıracak toprağın son konukları olmak. Evlerinin elli metre yakınına gelip dinamit patlatan Eysim Madencilik’in suçu yok çünkü. Gökten taş yağacak dedikleri kıyamet… daha hangi kıyameti bekliyoruz? Kıyamet tam burada ve kopuyorken Eysim Madencilik’te çalışırken çalışma koşullarından kaynaklı iş hastalığı, çaresiz silikozis hastalığına yakalandıkları için kapının önüne konan işçiler, üzerlerine taş ve toz yağan ağaçlar, hayvanlar, insanlar. Bunlar suçlu. Onlar hep suçlu. Çünkü bu memlekette ne yapsa asla suçlu olamayacak birileri var: Eysim Madencilik’in sahibi Muhammed Demir gibi. 1 Mayıs’larda 4 Aralık’larda etkinlikler, işçilere tekne gezileri. Breh!..ama silikozisli işçiler olsundu. Memleketin “doğal kaynakları” değerlendiriliyordu. Ama bin yıllık köyler, zeytin ağaçları, fıstık ağaçları, bunca hayvan, insan ve hayat. Canım ne önemi var? Ülkücü kökenli, AKP Meclis üyesi Muhammed abimize güvenmeyip de iki ekolojik teröriste mi güveneceğiz? Cumhur ittifakının hatta kimi pratikleri ile onların da ötesi milli kuvvetlerin cisimleşmiş hali. Kendisinin Süleyman Soylu’yla çekilmiş bir fotosunu aradı gözlerimiz. Belki biz bulamadık. Eğer yok ise en kısa zamanda çektirsin!

Demem o ki…

Kendi Karadenizimiz’de bir yunus gibi hür ve haklıyken o yunus gibi ya suyun altına bastırılıyor boğuluyoruz, ya alnımıza yiyoruz kurşunu. Kimi zaman ihmal ile bırakılmış bir mühimmat olarak, kimi zaman arkasına siyasi bağlantılarına güvenen bir işveren, kimi zaman öfkemize bent bir sarı sendika, kimi zaman madencinin dinamiti, tabancası, kurşunu ve yalanı. Ve bunların siyasetini üzerimize kura kura kendini devam ettiren düzen. Halbuki bundan 50 yıl önce sıkılmış bir yumruk gibi öfkemiz iki yanı keskin bir bıçak gibi tarihi kesiverdi. Bütün bu yavaş yavaş kanımıza işleyen ve canımızı alan sessiz cinayetlerin, siyaset ve hayat rutinlerinin öfkesi dere dere akıp gelmiş bir bendin bir yanında birikmişti. 50 yıl önce onlar aklımızda yüreğimizde ve bilincimizde o bendi yıktılar canları pahasına. Yıktılar ve suyun kendi gücünü bulmasına vesile oldular. Bizim insanlarımızın kanı, gözyaşı ve etiyle harman olan bir toprağın gür fidanlarıydılar. Onları da kurşunla bombayla topla tüfekle mühimmatla öldürdüler. Onları vuran kurşun aynı kurşun. Yunusun kafasına sıkılanla. Onlar gibi olamadıysak da, fışkıracakları toprak olmayı kim dilemez? Tarihin iki yanı keskin bir bıçakla yeniden kesileceği  ve onların ağır elleriyle o toprağa basıp doğrulacakları gün için.

Son Eklenenler