Türkiye’de siyasi iktidarca yürütülen salgın yönetimi, en başından beri hem sağlık hem sosyal hem de ekonomik anlamda yoksulların, emekçilerin, kadınların, göçmenlerin ve ezilen diğer kesimlerin sorun ve ihtiyaçlarına çözüm üretmekten oldukça uzak. Egemen düzen ilişkilerinin ve sınıf çıkarlarının sürdürülmesi amacıyla, bilinçli olarak devlet güvencesi dışında bırakılan bu kesimlerin, egemenler nezdinde, yaşamlarının ekonomik göstergelerden daha çok değeri yok.
Salgına karşı devletçe alınmayan tedbirler, hak ve hizmetlere erişim konusunda yaşanan sıkıntılar, milyonları açlığa ve sefalete mahkûm eden yasal-siyasal uygulamalar yüzünden, resmî açıklamalara göre şu ana kadar otuz bine yakın insan Covid-19 tanısıyla hayatını kaybetti. Aralarında binlercesi evde kalma ayrıcalığı olmayıp aç kalmamak için çalışmak zorunda bırakılan işçi ve emekçiler oldu. Bunun rakamsal olarak önemli temsillerinden biri, İSİG Meclisi’nin hazırladığı rapor ve bu rapora göre; 2020 yılında yaşanan en az 2427 iş cinayetinin 741’i, yani yüzde 31’i Covid-19 nedeniyle gerçekleşti. İşçi sağlığı ve iş güvenliği kuralları uygulanmadığı için her yıl yaşanan kitlesel işçi kıyımı, geçtiğimiz yıl salgın nedeniyle en yüksek seviyeye ulaştı.
İşçi yaşamını kâr-zarar hesabı üzerinden yalnızca bir maliyet olarak gören patronların, kârları için işçileri ölesiye çalıştırdığı, devletin buna yasal zemin sunduğu ve sendikal örgütlülüğün bu kadar zayıf olduğu koşullarda bu ölüm oranları hiç şaşırtıcı değil ama çok öfkelendirici. Her gün yüzlerce, binlerce kişilik fabrikalarda, depolarda, atölyelerde çalışan, marketlerde, mağazalarda binlerce müşteri ile yüz yüze gelen, kargo teslimi için kapı kapı dolaşan işçi ve emekçiler hem yoğun risk altında, ölümle burun buruna çalıştırılıyor, hem de kâr uğruna hastalığın daha hızlı yayılmasına yol açılıyor. Bu duruma itiraz eden işçiler ise ya ücretsiz izne çıkarılarak ya da asılsızca yüz kızartıcı suçla suçlanarak “kod-29” uygulamasıyla işten atılarak cezalandırılıyor. Hiçbir meşruiyeti olmayan bu yasal düzenlemeler, tamamen patronların talebine göre yapıldı. İşçilerin buna karşı tek yapabilecekleri, örgütlenip sendikaları aracılığıyla haklarını korumaya çalışmak.
Düzenin bu saldırılarına karşı direnen işçiler elbette var. Bunlar genellikle bağımsız sendikalarda örgütlüler ve pandemi ilan edildiği ilk günlerden bu yana ‘zorunlu olmayan işlerde üretim dursun, tüm işçilere ücretli izin verilsin’ talebini öne çıkarıyorlar. Toplumda genel olarak destek gören bu talep bu gün de geçerli ve kabul edilmesi için daha güçlü dile getirilmesi gerekiyor. Ek olarak, salgının hızla yayılmasının ve ölümlerin artmasının önüne geçmek için aşılamada işçilere öncelik tanınmalıdır.
14 Ocak’tan beri devam eden aşılamada henüz 6 buçuk milyon kadar kişinin aşılandığı açıklanıyor. Toplumsal bağışıklığın sağlanması için iki turda yaklaşık 120 milyon aşı yapılması gerektiği uzmanlarca belirtiliyor. Aşı miktarının yetersizliği ve aşılama hızının böyle devam etmesi, aşılamanın 2 yıldan uzun süreceği ve bu süreçte binlerce insanın daha yaşamını kaybedeceği anlamına geliyor. Peki, belirsiz bir aşılama takviminde işçilere ne zaman sıra gelecek? Evde kalamayanlara aşı da mı yok?
İşçiler sokağa çıkma yasaklarında devlet tarafından gördüğü eşitsiz ve ayrımcı uygulamaların bir benzerini aşılama sürecinde yaşamasın, işkolu ayrımı olmaksızın tüm işçilere en kısa sürede aşı uygulansın. Devlet, işçilerin öncelikli olarak aşılanması konusunda gerekli adımları atmalı, aşıya erişimi kolaylaştırmalı, süreci denetlemeli ve yükümlülüklerini yerine getirmeli. Sağlık Bakanı Koca, gerekli incelemelerden sonra aşının eczanelerde satışına izin verileceğini açıklıyor. Yaşamak için ölümü göze alıp çalışan ve üretenlerin parayla aşı alıp korunabileceğini mi sanıyor? Kâr için çalışan ilaç şirketleri başta olmak üzere bizi sömürenler kadar değerimiz yok mu? Çalışanlar birer üretim girdisi değildir, artık yeter, canımızın hiçe sayılmasına dur denilmesini istiyoruz!