28 Temmuz’da Manavgat’ta başlayan orman yangınları birçok yerde kontrol altına alınmış olsa da halen Muğla Yeniköy Termik Santrali çevresinde sürüyor. Güneş ışığını kesen ve nefes almayı zorlaştıran bir duman tabakası, yangın bölgelerinin yüzlerce kilometre uzağına yayılmış durumda. Bir süre önce Doğu Karadeniz’de ve yangın sırasında Doğu illerinde yaşanan sel felâketleri, adeta toplumsal çelişkileri yansıtan ironik bir durum oluşturuyor. Çareler sömürü ve zulmün efendisi küçük bir azınlığın elinde toplanmış, çaresizlikler ise yoksul toplum çoğunluğunun payına düşmüş gibi yaşıyoruz. Buna bir de felaketler karşısında takındığı pişkin ve vurdumduymaz tutum eklendiğinde, AKP iktidarına duyulan öfke artıyor. AKP bu durum karşısında, 20 yıla yakındır iktidarda olmasının ve “geliyorum” diyen felâketlere önlem almayışının sorumluluğunu küçültmek için suçu başkalarına atma yolları arıyor ve mazeretler üretiyor. İlk yangın anından beri ileri sürdüğü “sabotaj” iddialarıyla bir yandan onlarca Kürt kardeşimizin linç edilmesine neden olurken, diğer yandan devlet yönetme bilincinden yoksun bir biçimde sorumluluğu yerel yönetimlere yıkarak “yeterli önlem almamışlar” diye suçluyor.
Bu yaşananlar “beceriksizlik” değildir; doğanın, emeğin, bilimin, toplumun bütün tarihsel birikimlerinin şirketler, ceberut devlet kurumları, çeteler tarafından sömürülmesinin ve bu düzeni yönetme bahanesiyle yağmaya ortak olmanın ifadesidir. Gelişmelerin bize gösterdiği; başta can güvenliği olmak üzere beslenme, barınma, eğitim, sağlık gibi temel insanî gereksinimlerin karşılanmasını toplum yararı yerine kâr amacına göre düzenleyip sorumluluğu şirketlere devreden neoliberal yönetim anlayışı fiilen çökmüş olduğu gerçeğidir. Pandeminin iyice ağırlaştırdığı koşullarda yaşadığımız yangın felâketi, bir kez daha toplumsal çelişkileri dipten doruğa ortaya seriyor. İktidar yangın öncesinden başlayarak yangının çıktığı an ve sonrasına ilişkin tutarsız tavırlarıyla olayların peşinden sürükleniyor. Ve elinden ancak, RTÜK aracılığıyla yangın haberlerini kısıtlamak geliyor.
İktidar yangının ilk anından itibaren ısrarla “sabotaj” şüphesinden bahsederek olayın boyutlarını kavramaktan ne kadar uzak olduğunu gösterdi. Küçük bir bilim insanı grubu ve dar bir sol siyasi çevre dışında toplumun büyük çoğunluğu bu iddia karşısında suskunluğa büründü. Ancak iktidarın yangından siyasi çıkar sağlamaya dönük bu girişimleri, aynı saatlerde İtalya’dan Suriye’ye kadar uzanan Doğu Akdeniz havzasında yüzlerce orman yangını çıktığının öğrenilmesi üzerine çabuk söndü.
Orman yangınının sayısız nedeninden biri de kundaklamadır. Ancak bu kez sorun yangının neden çıktığı değil, nasıl bu kadar hızlı ve yaygın olduğu. Nedeni küresel ısınma. Doğu Akdeniz havzasında haftalardır esen sıcak ve kuru rüzgârlar, zaten her zaman yaşanan ve kolayca söndürülebilen küçük yangınların bu kez hızla yayılmasına neden oldu. [1]Bilim insanları yıllardır buna hazırlıklı olunması için uyarılarda bulundu. Peki iktidar partisi ne yaptı? Neoliberal akılsızlığa uyup “devlet yangınla uğraşmaz” diyerek, yangın söndürme işini özelleştirdi. Ve şirketlere alan açmak için yangın söndürme uçaklarına sahip THK’nu atıl hale getirdi. Kâr amacına göre işleyen bu düzenin yeterliliğinden o kadar emindi ki, yangın sırasında bile uyanamayarak acil yardım çağrısı yapmadı. Tarım ve Orman Bakanı Pakdemirli, ‘dünyanın en gelişmiş yangın söndürme sistemine sahibiz, bir çakmak yansa haberimiz oluyor’ misali böbürlenmelerle, eleştirilere yanıt yetiştirmeye çalıştı. Ama gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir özelliği var: Sayıştay raporları[2] “çakmak çakılması” bir yana, ülke ormanlarının en tepesindeki kurum olan Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM), sorumluluğu altındaki ormanlardan bile haberi olmadığını ortaya koydu.
Elbette yangınların yüzde 95’i insan eliyle çıkartılıyor. Ama insanlar bunu “haydi bugün ormanı yakalım” diye değil, toplumsal yaşam sürecinin bir parçası olarak yapıyorlar. Bunun başında ise mangal yakmak gibi kişisel girişimler değil, kesintisiz bir biçimde süren kapitalist üretim faaliyetleri geliyor. Orman alanları her ne kadar Anayasanın 169. Maddesine göre “devletçe yönetilir, mülk edinilemez, kamu yararına işlere tahsis edilebilir” diye tanımlansa da, 49/99 yıllığına şirketlere kiralanabiliyor. Buralarda maden, turizm, inşaat, enerji, tarım, hayvancılık şirketleri, belediyeler, resmî kurumlar faaliyet yürütüyor. Bunlar için binlerce km yol açıp, elektrik hattı döşeniyor. Bu işletmelerde binlerce kişi çalışıyor. Devlet orman alanlarını kamu adına gelir elde etmek için kiralıyor. Ama Sayıştay raporu kiraların düzenli tahsil edilmediğini gösteriyor. Dahası, OGM’nin elinde “modern orman envanteri” bulunmadığını saptıyor. Rapora göre maden arama bahanesiyle ormanı tarumar eden şirketler sözleşme gereği buraları restore etmeyip öylece bırakmışlar. Kadastro işlemi tamamlanıp ormana geçirilmiş alanların tapu kaydı yapılmamış. Yani Bakan Pakdemirli iddialarının tersine, nerenin orman olduğundan bile haberdar değil! Peki neden?
Doğa düşük maliyetlerle metalaştırılarak yüksek kârlar elde etmek için kullanılıyor. Finans oligarşisi ucuz emek gücü, toprak, su, hava üzerinden tahsilat yapıyor. Bu ülkenin “yerli ve milli” egemenleri de sömürüden paylarına düşeni, ancak emekçiler ve doğa üzerindeki baskıyı arttırarak büyütebiliyor. Eğer siyasi irade öyle yönlendirmese, OGM tahsil etmesi gereken bedellerden vazgeçebilir mi? Kapitalizm, sömürülen emekçiyi ve yanan ağacı aynı kadere mahkûm ediyor!
1956 tarihli Orman Kanunu çıkarıldığından bu yana 40, yalnızca AKP iktidarı döneminde 28 kez değiştirilmiş.[1] Ormanlık alanlarla da ilgili olan Maden Kanunu aynı dönemde 20 kez değişmiş. Hepsi de çevreyi yaşanmaz hale getiren ve ormana doğrudan etki eden su, enerji, ihale yasası, meralarla ilgili sayısız değişikliği hatırlatmaya bile gerek yok. Muhalefet sık sık yanan orman alanlarına otel yapılacağını ileri sürerek, “bir çivi bile çaktırmayız” diyor. Oysa bunun için ormanı yakmaya gerek yok, o eskidendi. Artık 2008 tarihli Turizm Teşvik Yasasına göre iktidarın onayıyla her yere turizm tesisi yapılabiliyor. [2] Anayasaya göre tıpkı ormanlar gibi kıyılar da kamuya ait. Ama yanan yerlerde denize sıfır oteller görüyoruz. Çünkü ormanlar gibi buralar da iktidarın onayıyla kamudan alınıp, birilerine verilmiş. İktidar bütün bu yağmaların hesabı sorulmasın diye, kamu kurumlarını inceleyen Sayıştay raporlarının her yıl TBMM’de görüşülüp onaylanması uygulamasına son veriyor. Artık bu denetimleri kamu adına özel şirketler yapıyor. Kümes, tilkiye emanet!
Kapitalizmin neden olduğu küresel ısınma ile yine kapitalizmin doğayı sınırsız mülk edinme girişimleri bir araya geldiğinde, çevre felaketleri kaçınılmaz oluyor. Muğla’daki Kemerköy ve Yeniköy termik santrallerinin yangının ortasında kalması bunun somut bir örneğidir. Yatağan’dakiyle birlikte bu üç santral 2014’te LİMAK-IC Enerji ortaklığına satılarak özelleştirildi. Yeniköy ve Yatağan, zamanında kömür yataklarının yakınında kurulmuştu. Buna karşılık Kemerköy ise ilgisiz bir biçimde, Gökova kıyılarında Ören’de kuruldu. Kemerköy’e gerekli kömür, bantlarla uzaktan taşınıyor. Ormanların, tarım alanlarının, turizm yörelerinin göbeğine kurulan bu üç santral yıllar boyu bacalarına filtre takılmadan, çevreye ölüm saçarak çalıştırıldılar. Yöre halkı buna karşı hak mücadelesi verdi ve sesini duyurmaya çalıştı.[3] Bu santrallerde su kullanılıyor. Ülkede herkes suyu bedeli karşılığı kullanırken, bu şirketler para ödemiyor. Çünkü özelleştirmenin koşullarından biri de suyu bedelsiz kullanmaları. Bunun sonucu yeraltı suları şirketler tarafından çekiliyor ve yöre halkı su sıkıntısı yaşıyor. Yöre halkının uzun mücadeleleriyle santral bacalarına filtre takılması kabul ediliyor ama şirketlere ek masraf olmasın diye tam 5 kez erteleniyor. Nihayet yapıldığında ise, tam olarak işlevini yerine getirip getirmediği bilinmiyor.[4] Santral çevresinde yakılan kömürden artakalan kül yığınları var. Bu arada açık linyit alanlarının bulunduğu Yeniköy çevresinde ise bir yandan ormanlar kesiliyor, diğer yandan köylülerin arazileri yok pahasına ellerinden alınıyor. Milas Akbelen’de buna karşı mücadele veriliyor. [5] Eğer yangın santral yakınındaki 40 bin ton olduğu tahmin edilen kömürlere ulaşırsa, yöreye yayılacak zehirli gazların etkisi bir nükleer santral patlamasını aratmayacaktır.
Ormanlar yalnızca yanarak değil, bundan daha fazla kapitalist kâr amacıyla ve sürekli yok ediliyor. Yanan alanlardaki bitki örtüsü yangına dayanıklı türlerden oluşuyor ve binlerce yıldır buralarda yangınlar yaşanıyor. Bu kez nedeni doğal olaylar değil, kapitalizm. Konunun uzmanları, yanan yerlerin kendi haline bırakılması gerektiğini belirtiyor. Ama iktidar yine bildiğini okur gibi davranarak, ağaçlandırma yapmaktan bahsediyor. Orman ağaç demek değil, bir eko sistem. Bunun böyle olduğunu yalnızca ormanı kârlı bir kapitalist işletme gibi görenler anlayamıyor. Nitekim iktidara karşı çıkar gibi yapıp aynı kafayla düşünen ve kolayca yanan çam ağaçları yerine zeytin dikilmesini savunanlar da var. Doğa kâr kaynağı değil, ancak kurallarına uyarak ve bilinçli biçimde bir parçası olduğumuzu bilerek davranmamız gereken yaşam alanımızdır. Doğa bu bükülmez yasasına saygı göstermeyen bir toplumsal yaşamı bağrında barındırmayacaktır. Doğadan yanayız. Bunun yolu, sömürü ve zulmün kaynağı iktidarlara karşı mücadeleden geçiyor. İktidarın ışığı, neden olduğu yangınların dumanları arasında kayboluyor.
[1] https://www.bursamuhalif.com/prof-dr-murat-turkes-butun-bitki-ortusu-patlamaya-hazir-yanici-madde-haline-geldi/
[2] https://www.sayistay.gov.tr/reports/download/1392-orman-genel-mudurlugu
[3] https://haber.sol.org.tr/yazar/denizi-gecemeyip-cayla-avunmak-310832
[4] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2008/05/20080515-1.htm
[5] http://www.komurungercekbedeli.org/
[6] https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cevre-mevzuatina-uymadiklari-icin-kapatilan-termik-santrallara-tartismali-filtre-1746024
[7] https://www.gazeteduvar.com.tr/akbelen-ormaninda-kesim-basladi-koyluler-nobet-tutuyor-haber-1528832