İlkokuldan beri zihinlerimize “ırmakları gürül gürül akan bir ülke” imajı yerleştirildiği için su sıkıntımız olmadığı kanaatti taşırız. Oysa tam tersi geçerlidir. “Falkenmark endeksi” denilen bir hesaplama yöntemine göre kişi başına yıllık su tüketimi bin 700 m3 ün altında olan ülkeler “su fakiri” sayılıyor. Ve bu yüzden su sıkıntısı çekecekleri öngörülüyor. Bu miktarı aşabilenler için sorun yok. Türkiye’de 2020 yılı itibariyle kişi başına su tüketimi, yaklaşık bin 300 m3 dolayında ve dolayısıyla su fakiri bir ülkeyiz.
Elbette ekonomik büyüme ve nüfus artışı kişi başına su miktarının sürekli düşmesine neden oluyor. Ama fakirliğin nedeni bunlar değil, ülkenin yazları kurak geçen bir iklim kuşağı üzerinde bulunması. Bu nedenle ekonomi büyürken su zengini ülkelerin yaptığı gibi “nasıl olsa gerisi var” diyerek suyu hesapsız kullanmaya kalkışmadan; kentleşme, tarım ve sanayiyi planlamak, yurttaşların temiz ve sağlıklı suya erişimini güvence altına almak gerekiyor. Ancak bunlar maliyet arttırıcı, zaman alıcı, rekabette geri bıraktırıcı, dolayısıyla kârı azaltıcı etkenler. Kamu yararı gözetilen dönemlerde az da olsa yapılıyordu ama kriz dinamiğiyle ilerleyen günümüz kapitalizmi bu tür ayak bağlarına tahammül edemiyor. Günü kurtarmaya dönük politikalar kârdan başka amaç gütmüyor. Bu doğrultuda ilerledikçe küresel ısınma artıyor ve uzun süreli kuraklıklar sonucu susuzluk tehdit olmaktan çıkıp, gerçeğe dönüşüyor.
Her yıl kurak geçen gün sayısı artarken daha kısa aralıklarla ve genellikle sellere yol açacak biçimde yağışlar görülüyor. Yeraltı sularını ve ırmakları asıl besleyecek olan kar, daha az yağıyor. Yüzey suları kapitalizmin çarklarını döndürmeye yetmiyor ve daha derin kuyular açılarak, binlerce yılın birikimi yeraltı suları çekiliyor. Ve içilebilir sular yalnızca kullanarak değil, kirletilerek de tüketiliyor. Böylece daha susuz bir geleceğe doğru ilerliyoruz…
Dünya genelindeki gibi Türkiye’de de suların yaklaşık yüzde 70’i tarım, yüzde 20’si sanayi ve yüzde 10’u evlerde kullanılıyor. Ancak suyu üretimde hammadde olarak kullanmakla, evlerde kişisel tüketim için kullanmak aynı anlamı taşımıyor. Üretim yapan, kullandığı suyun bedelini maliyete ekliyor ve bunu ürünü satarken tahsil ediyor. Evlerde ise suyu son kullanıcı olarak tükettiğimiz için ödediğimiz bedeli tahsil edeceğimiz kimse yok. Su tüketimini asıl körükleyen etken, suyun meta olarak ve kâr amacıyla kullanılmasıdır. Kamu spotlarında hane halkına yönelik “suyu boşuna akıtmayın” uyarıları yapılması bu gerçeği gizliyor. Bu nedenle kapitalist mantığıyla suyun tasarruflu kullanılması için fiyatının yükseltilmesi biz tüketicileri olumsuz etkilerken, işletmelere dokunmuyor. Ve yanı sıra, suyun fiyatı arttıkça yoksulların hayatı zorlaşıyor ama jakuzili yüzme havuzlu villalarda bir şey değişmiyor. Doğrusu, yurttaşın günlük yaşamı için tüketmesi gereken miktarın bedelsiz olması ve musluk suyunu içilebilir kılarak su ticaretinin önüne geçmektir.
Dünyadaki su miktarı kıt değil, sabit. Her yıl buharlaşarak atmosfere yükselen ve yağışlarla tekrar dünyaya dönen su miktarı da yaklaşık 500 bin km3 . Yağışların aşağı yukarı yüzde 80’i denizlere, kalanı karaya düşüyor. Coğrafyaya bağlı olarak, nereye ne kadar yağış düşeceği öngörülebiliyor. (Öyle ki, HES şirketlerine su kullanım hakkı verilirken yalnızca ilgili deredeki suyun değil, bölgeye düşen yağmur miktarının da hesabı yapılıyor.) Toplumlar yüzyıllar boyu bu koşullara uyum göstererek, geleneksel yaşam tarzları oluşturuyor. Nüfus sayı ve dağılımı bu çerçevede belirleniyor. Ancak kapitalizm geleneksel değerleri yıkarak gelişirken, doğal koşullarla uyumlu yaşayan nüfus yapısını da değiştiriyor. Üretim artışı nüfusu arttırıyor ve artan nüfus, daha ucuz emek gücü sağlıyor. Nüfus kentlerde ve sanayi havzalarında, sanayi tesisleri hammaddeye ve pazara kolay ulaşılacak yerlerde yoğunlaşıyor. Bu yüzden ucuz emek gücü ve sonsuz tüketici sunmaktan başka işlevi bulunmayan günümüz kentlerinin, hayvan çiftliklerinden bir farkı bulunmuyor. İstanbul bunun tipik örneğidir.
Son 50 yılın en sıcak sonbaharının ardından kışın ilk yarısı neredeyse yağışsız geçti. Üç büyük kentteki barajların doluluk oranı yüzde 20’lerde. Eğer bu oran Mart sonlarında yüzde 80’lere ulaşmazsa, yaz günleri su kavgalarıyla geçecek demektir. Susuzluk tehlikesi ufukta görüldüğünden beri, merkezî yönetim ve İstanbul Belediyesi arasında tarafların birbirlerini beceriksizlikle suçladığı tartışmalar yaşanıyor. Ana konuyu, Melen Projesinin bitirilememesi oluşturuyor. Bugüne dek çoktan bitirilmesi gereken Melen Barajında su tutulmuş olsaydı, İstanbul’un su sorununun çoktan çözülmüş olacağı belirtiliyor. Baraj, gövdesinde meydana gelen çatlaklar yüzünden kullanılamıyor. Ve sorunun giderilmesi için bir çok kez ihale açılarak, bir tane baraj için birkaç baraj parası harcanıyor. Ancak bu tartışmalar sürerken, proje uygulamaya sokulsa bile bunun sorunu birkaç yıl ötelemekten başka anlamı olmayacağı hesaba katılmıyor. Kentin neden daha çok suya ihtiyaç duyduğu, nüfusunun neden durmadan arttığı sorgulanmadıkça ve bunun çözümü bulunmadıkça, ne yapılırsa yapılsın su, konut, ulaşım, sağlık vb. sorunlar çözülemez.
Büyük kentlerin nüfusu, tarımı tekellere devrederek kırsal nüfusu göçe zorlamanın sonucu artıyor. İnşaat sektörü, bizim gibi orta gelişmişlik düzeyindeki kapitalist ülkelerde sürükleyici etken olarak işlev görüyor. Konut sayısı çoğaldıkça; bankalara, ev eşyası ve araba imalatçıları da kazanıyor. Bu yaşam düzeni sürdükçe, daha çok altyapı yatırımı yapmanın kapitalizmin efendilerinden başka kime yararı olur? Susuzluk, ezilenler üzerindeki baskı ve sömürünün bir parçasıdır. Bu sorun daha çok su dağıtarak değil, ancak ezilenlerin kendi kendilerini yönetmesiyle çözülebilir. Su kâr edilecek bir meta değil, hayattır; satılamaz!