Futbolda lig bitti, yorgan gitti ama kavga bitmedi. Her yaz dönemini futbol severlerin gözlerini kamaştıracak uydurma transfer haberleri ve iddialı açıklamalarla geçirmeye alışığız. Bu sene ise istisnai bir durum yaşanıyor. İstanbul’un iki büyük kulübü başta olmak üzere geçtiğimiz sezon süper ligde mücadele eden toplam 12 kulüp için seçim senesi. Pandemi nedeniyle ertelenen genel kurullarla sezon hazırlıkları çakıştı ve bu yüzden birçok takım önümüzdeki sezona doğru belirsizlik içerisinde yol alıyor. Ancak bu durum yeni değil. Büyük resme baktığımızda şunu açıkça tespit edebiliriz: Türkiye futbolu bir yönetim krizi içerisinde. Federasyon, hakem kurulu, tüm liglerin yönetimi ve kulüp yönetimlerinin istisnasız tamamı bu krizden nasibini alıyor.
Sene boyu izlediğimiz kısır tartışmalar bir yana bazı açık problemleri tespit etmeliyiz. İnanması güç ama 2021-2022 sezonu başlarken Türkiye Süper Ligi’nin hâlâ bir sosyal medya hesabı bile yok. Ligimizi güzelleştirecek ve marka değerini arttıracak en basit etkinlikler, ayın golü, ayın antrenörü bile seçilmiyor, ödülleri verilmiyor. Taraftarların büyük çoğunluğu ligin tarafsız yönetildiğine ve rekabetin adil olduğuna inanmıyor. Birkaç istisna haricinde tüm kulüplere yayılmış kötü yönetim, beraberinde büyük bir finansal krizi de getirmiş durumda. UEFA her sezon en az bir takımı finansal fair play kurallarına uymadığı gerekçesiyle turnuvalara katılmaktan men ediyor. Buna rağmen sürekli yinelenen devlet destekli banka yapılandırmaları ve benzeri uygulamalarla 4 büyük takımın toplam borcu 14 milyar Lira’yı aşmış durumda. Her sezon başında tartışılan transfer limitleri ve diğer kısıtlamaların ya bir şekilde ardına dolanılıyor ya da uygulanmasından vazgeçiliyor. Tüm bunların sonucu Avrupa kupalarında son yılların en başarısız ülkelerinden biri olmamız ve yaş ortalaması bakımından Avrupa’nın en yaşlı ligini izlememiz elbette sürpriz değil. Birçok kulüp bu koşullarda, eskiden kalma ve yeni sezonun yükleri altında ezilmiş halde seçime gidiyor.
Peki, bu karanlık tablo karşısında kulüplerin ne gibi çözüm önerileri var? Yalnızca bir tek şey önemseniyor: Paralı başkan gelsin kulüpleri kurtarsın! Aslında bu safsataya verilmesi gereken cevap net: Hangi yüzle! Türkiye’de futbol kulüpleri on yıllardır bu ‘paralı başkanlar’ tarafından yönetiliyor. Ülkeyi de futbolu da getirdikleri hal ortada. Bu zihniyet yüzünden sıradan insanlar için sevdikleri kulüplerin yönetimlerinde yer almak bir yana, çoğu kulübe üye olmak bile hayal. Futbol ve futbol yönetimi seneler içerisinde emeğiyle geçinen sıradan insanların ulaşmaları imkansız bir organizasyon halini aldı. Böyle olunca yönetimlere girmek, çoğunlukla siyasal iktidarlara göbekten bağlıların (hatta Alanyaspor başkanı, Dışişleri Bakanının kardeşi), iş insanlarının, mafyatik bağlantıları olanların ne sporla ne de yöneticilikle ilgisi bulunmayanların işi haline geliyor. Alt yapılardan oyuncu çıkartmak hem elit seviyede başarılı sporcular yetiştirip hem de sporun topluma yayılması gibi hedefler, kulüp yönetimlerinin kendi gündemlerinin çok uzağında ve süslü sözlerden ibaret kalıyor. Bir mucize eseri yetişen genç sporcuları bile ellerinde tutmak yerine kadro dışı bırakıp yüksek maliyetli transferleri tercih eden yöneticilerin menajerlerle kirli ilişkiler içinde oldukları da herkesin bildiği bir sır! Mevcut yönetimlere ilişkin bir diğer konu da bilindiği üzere ezici çoğunluğunun erkek olması ve bunun futbol ortamının eril şiddetine olan katkısı…
Tüm bu olumsuzluklar arasında, ligin ekonomik olarak en iyi yönetilen ve borçsuz nadir takımlarından biri olan Göztepe’ye de değinelim: Kulübün sahibi ve yıllardır başkanlığını da yürüten milyoner iş insanı Mehmet Sepil ‘‘Futbolun daha iyi iklimlere ihtiyacı var. Gördüm ki bu sirkte benim yerim yok’’ sözleriyle, geçtiğimiz günlerde başkanlığı bıraktı. Göztepe profesyonel bir ekip tarafından yönetilecek ve Sepil icra kurulu başkanı olmaya devam edecek. Ancak bundan sonra yönetimde aktif görev almayacak. Sepil’in paylarını yeni yatırımcılara satması ihtimali de sıkça konuşulan konulardan biri.
Galatasaray yönetimi uzun süredir tartışılıyor. Defalarca dava açıldı ve mevcut yönetimin istifası istendi ancak Mustafa Cengiz yönetimi, korona nedeniyle genel kurulun toplanamamasını da bahane ederek sezon sonunu getirdi. Diğer tüm başkan adaylarının sezon hazırlıkları ve transferlere ilişkin Fatih Terim’in yetkilendirilmesi taleplerine de kulaklarını tıkayan mevcut yönetim, kulübü belki de ilerleyen sezonları etkileyecek bir belirsizliğe mahkûm etti. Kulüpte uzun süredir tartışılan tüzük değişikliği bir türlü gerçekleşmediği için yapısal sorunlar birikmiş vaziyette ve son yıllarda geleneklerin aksine yönetimler için idari ibrasızlık bir alışkanlık halini almış durumda. Tüm bu sorunların çözümü ve özellikle futbol takımın planlanması için şimdi altı farklı paralı başkan adayının yarışacağı Haziran sonundaki seçimler bekleniyor.
Boğazın diğer yakasında ise bir başka seçim hazırlığı yapılıyor. Üç sene önce büyük beklentilerle Fenerbahçe’nin başına gelen Ali Koç yönetimi özellikle sportif başarı anlamında beklentilerin çok uzağında kaldı. Alınan tutarsız kararlar, tekrar eden hoca değişiklikleri ve özellikle futbol ve basketbol takımlarında bir türlü sağlanamayan istikrar, camia içerisinde büyük hayal kırıklığına sebep oldu. Bununla beraber Fenerbahçe için bir başka açmaz söz konusu. Hem başkan ve yönetim kurulu üyelerinin verdiği yüklü miktarda para ile sağladığı kasa kolaylığı hem de Koç Holding’in pek çok farklı şirketinden sponsorluk vasıtasıyla kulübe ciddi bir ekonomik katkısı var. Ali Koç’a git demek bir anlamıyla bu sponsorlara da git demek olacağı için kulübün içinde bulunduğu finansal durumda bu neredeyse imkansız. Oysa hem önceki yöneticilik dönemleri hem de son üç yılda yapılan pek çok transfere rağmen bir türlü gelmeyen sportif başarının yol açtığı gelir kaybı düşünüldüğünde, mevcut borçların oluşmasında Ali Koç’un ve yönetiminin de ciddi bir sorumluluğu olduğu görülecektir. Borçlar artmaya devam ettiği sürece sponsorluk geliri sağlamak ancak kulübü rehin alıp istediğin gibi davranmaya yol açıyor. Benzeri bir eski başkan Yıldırım Demirören’in 103 milyon Lira alacağını Beşiktaş Kulübü’ne hibe edip etmeme konusunu yıllarca yaşamıştık. Camianın da baskısıyla sonunda Demirören parayı Beşiktaş’a hibe edip hemen ardından Futbol Federasyonu’nun başına geçmişti. Sorun bir iki kulüple ilgili değil. Belki sezonu şampiyon bitirmese Beşiktaş için de ağır borç yükü ve geçmiş yönetimlerin hataları gündeme getirilirken bu konular konuşulacaktı. Genele yayılmış bir problemle karşı karşıyayız.
Peki, ne yapmalıyız? Bunun cevabı senelerdir yasalaşması beklenen ‘kulüpler yasası’ olarak gösteriliyor. Maalesef kamuoyuna yansıyan taslak ve tartışmalardan öğrendiğimiz kadarıyla mevcut yasa tasarısının önceliği yabancı yatırımcıların kulüpleri satın almasını kolaylaştırmak gibi gözüküyor. Elbette bu spor alanını piyasalaştıran kapitalist aklın bir ürünü. Farklı ülkelerdeki örnekleri incelediğimizde karşımıza iki yaklaşım çıkıyor: Biri daha çok Amerika ve İngiltere’de görülen kulüplerin sahibi olması örneği. Son yıllarda kıta Avrupa’sında da örneklerine sıkça rastladığımız bu yönteme göre kulüp tamamen bir ticari işletme olarak yönetiliyor. Bu çerçevede genellikle oligarkların büyük fonların veya milyarder ailelerin kulüpleri satın almaları ile futbolumuz zenginlerin oyun alanına dönüşürken kara para aklanması, keyfi uygulamalar ve benzeri eleştirileri de beraberinde geliyor. Kulüplerin ekonomik olarak kendi kendini finanse edebilen yapılar haline gelmesi hedefi ise bu sistemin avantajı. Pay sahiplerinin tekelleşmesi yerine taraftarların organize olarak hisse sahibi olabileceği kolektif yapılar yaratması devrimci bir ihtimali barındırabilir mi sorusu üzerine kafa yorulmasını hak ediyor.
Diğer yaklaşım ise kıta Avrupa’sında daha yaygın olarak gördüğümüz dernek modeli ki Türkiye’deki kulüplerin çoğunluğu bu sistemle yönetiliyor. Türkiye’deki birkaç bin üye ile içe kapanmış kulüplerin aksine Avrupa’da yüzbinlerce üyesi tarafından kolektif biçimde yönetilen dernek tipi çok başarılı kulüpler mevcut. Teorik olarak bu yaklaşım daha şeffaf ve katılımcı gibi gözükse de bu sistemin de zayıf yanları var. Yöneticiler üyeler tarafından kolayca denetlenemiyor ve örneğin Türkiye’de olduğu gibi kulüpler kötü yönetim nedeniyle büyük borçların altına girebiliyor. Bu yüzden yeni yasada yöneticilerin finansal sorumluluğunun olması ve denetim mekanizmalarının iyi düzenlenmesi önemli.
Değinmek istediğim son konu ise liglerin yönetiminin hızlı şekilde kulüpler birliği tarafından üstlenilmesi gerekliliği. Sonuçta bu bir yarışma ise, yarışanların kurallar ve işleyiş üzerinde ortaklaşması hem yarışmanın adil yapıldığına inancı arttıracak hem de sorumluluktan kurtulmak için mantıksız tartışmalar yaratan kulüp yöneticilerinin ağzını kapatacaktır. Bu sayede daha izlenebilir bir lig oluşmasını ve kulüplerin kısır tartışmalar yerine oyun kalitesini yükseltmeye odaklanacaklarını umuyoruz. Herkes için katılımcı, keyifli bir spor ve futbol ortamının yaratılması, aynı zamanda kulüplerin uluslararası alanda sürdürülebilir başarılar göstermesi ancak ve ancak en temelde adil, erişilebilir, şeffaf ve denetlenebilir bir yapı kurulması ile mümkündür. Yaz döneminde yapılacak tüm seçimlerde bu ilkelere yönelecek kulüp yönetimlerinin oluşması ümidiyle…