Çarşamba, Nisan 24, 2024

PASOKlaşmanın geri döndürülemez çarkları

‘Britanya İşçi Partisinde Düzen Hâkim’ yazısında Britanya ve kısmen ABD’de reformist solun durumuna baktık. Bu ülkelerde pandemi süreci öncesinde solda heyecan yaratan siyasal hareketliliklere şahit olmuştuk. Küresel kuzeyin geri kalanında solda benzeri bir parlaklık zaten yoktu. O yazının devamı olan bu yazının başlığındaki PASOKlaşma kavramı Avrupa reformist solunun ana akımının göbek adı haline gelmiştir. PASOKlaşma bilindiği gibi yetmişlerde demokrasiye dönüşten sonra Yunanistan’da oluşan iki partili kartelin merkez soldaki ortağının, PASOK’un, 2008 finansal krizi sonrası Yunanistan’ın girdiği ekonomik ve politik çalkantı yüzünden kısa sürede baraj sorunu olan bir parti haline gelecek kadar küçülmesinden hareketle ortaya atılan bir kavram. Kıta Avrupa’sında İkinci Dünya Savaşının sonundan doksanlara kadar devam eden durağan siyasal bölünmede önemli aktörler olan pek çok reformist sol parti son on beş yılda etkisizleşti, buna PASOKlaşma diyoruz.

Kıta Avrupa’sında eski sosyal demokrat partilerin hepsi can çekişiyor. Bazıları neredeyse yok oldu, Fransız Sosyalist Partisi Mitterand döneminde satın alınan ve Fransa’nın otuz yılına damga vuran Solferino Sokağındaki meşhur ve ihtişamlı genel merkez binasını bile satmak zorunda kaldı. İskandinavya’yı yıllarca yöneten partiler bugün ancak aşağı yukarı aynı boy oldukları partilerle geniş koalisyonlar halinde iktidar olabiliyorlar. İber Yarımadasında iktidar için kendi sollarına muhtaçlar. Buralarda solu yeniden canlandırmak isteyenler ABD ve İngiltere örneğinin tersine bu küçülen yapılara yüzünü de dönmüyor. Aslına bakılırsa kıta Avrupa’sı sosyal demokrasisinin tabutuna son çivi, hikâyenin başladığı yerde çakılacak gibi görünüyor. Alman Sosyal Demokratları sonbahardaki seçimlerde Yeşillerin altında kalacak. Üstelik son araştırmalara bakılırsa Hıristiyan Demokratlarla başa baş gelen hatta üstte gözüken Yeşiller yükseldikçe kazanın yanında olmak isteyen sol seçmen göründüğü kadarıyla kırmızıları çıkarıp yeşilleri giymeye başlıyor, bu dinamik tersine çevrilemez.

Bu dinamik tersine çevrilemez yargısının altında tarihsel bir veri var. Ülkemizde daha ziyade 21. Yüzyılda Kapital kitabıyla bilinen ünlü iktisatçı Thomas Piketty Fransa, Britanya ve ABD’nin 1948, 2017 arası tüm genel seçim verilerini kullandığı bir araştırmayı 2018 yılında yayınladı. Çalışmaya açık kaynaklardan ulaşmak mümkün. Ayrıntısına girmeyeceğim çarpıcı bulgu şu: neredeyse atmış yılı kapsayan bu veri serisinde sağın seçmen tabanında çok anlamlı bir değişiklik yokken solun tabanında serinin başı ile sonu arasında önemli bir fark var. Sol seçmen giderek daha fazla eğitimli hale geliyor. Sol seçmen içinde üniversite mezunlarının oranı verinin başında çok azken sonunda sol seçmen olmanın neredeyse esas belirleyeni hale geliyor. Tam da bu yüzden vurucu başlıkları seven Piketty çalışmasının başlığını Tüccar Sağ ve Brahman Sol diye atıyor ve neoliberal dönemde yükselen iktisadi eşitsizliğe karşı genel siyasi tepki yokluğunu solun bu yeni elit tabanına bağlıyor.

Bu dönüşümü anlamak mümkün, imalat sanayi istihdamı bu ülkelerdeyken reformist sol partiler sendikalı mavi yakalı işçilere dayanıyordu ama bir yandan bu istihdam küresel güneye kaydı ve bu işler kayboldu, bir yandan da bu partilerin önem verdiği fırsat eşitliği politikaları dolayısıyla bunların çocukları daha iyi eğitim almaya başladı. Üniversite mezunları eğer borsa, finans ve benzeri işlerde değilse sol partilere daha çok oy veriyor, bu yüzden Piketty onları Hindu kast sisteminin en üst tabakasını ifade eden Brahman sözcüğüyle niteliyor. Sol taban bu seçkinler. Bu kesimin, özellikle nispi temsile dayalı seçim sistemlerinde son otuz yılın siyasi sürecinin sorumlusu olan kirli sosyal demokrat partilerinden Yeşiller siyasetine göç etmesi seçmen tabanındaki bu demografik dönüşümün doğal sonucu olacaktır. Bu durumda geçen yazıda da bahsettiğimiz küreselleşme sürecinin kaybedeni olan eksik ve güvencesiz istihdam edilen yoksul kesimler eğer göçmen ya da azınlık değillerse, Yeşil partilerin genetik kodunda olan (doğrudan neoliberal çeşidini benimsemeseler de) küreselleşmecilikten dolayı başka alternatiflere (özellikle popülist sağa) yöneleceklerdir. Sandıkta zayıflayan sosyal demokratların daha da küçülmesi, alışkanlıktan oy verenlerin de giderek bu hareketi terk etmesi beklenir.

PASOKlaşma başlığı atınca şu soru kaçınılmaz Yunan örneğinde adı geçen merkez sol parti radikal bir parti tarafından ikame edilmişti, öyleyse bu türden hareketler başka ülkelerde boşluğu niye doldurmasın. SYRIZA’nın halkın iradesini hiçe sayan AB kurumlarına boyun eğişinin ortaya koyduğu zehirli mirası hiç saymasak bile, Küresel Kuzeyde SYRIZA gibi hâkim bir reformist sol partinin ilişki ağlarını üstüne alıp onu ikame edebilecek bir örgütlülük düzeyine ve altyapıya sahip sosyalist sol çok fazla aktör yok. Var olanların çoğu esasında siyasal örgütten ziyade kült görünümlü, toplumsal faaliyetleri varsa kitlesel değil butik özellikleri olan, toplumsallaşmaktan ziyade farklılıklarını ortaya koyarak sekt olarak kalmayı hedefleyen yapılar. O yüzden emekçi kökenli toplumsal hareketler Britanya ve ABD örneğinde olduğu gibi siyasallaştıklarında öncelikle var olan ana akım partileri etkileyip onların politik programlarını kendi lehlerine değiştirmeye hatta kamu görevlerine seçilen adaylarını belirlemeye çalışıyor ve bu çeşit çeşit komünizm kültlerine ilgi göstermiyor. Onların gerçek ve yakıcı toplumsal sorunları bu kültlerin içinde yaşadığı hayal dünyalarına sığmıyor.

Kısacası, Küresel Kuzeyde sosyalizm idealini ne reformist siyasal programlar ne de sekter propaganda grupları 21. Yüzyılda taşıyabilecekmiş gibi gözükmüyor. Ana akım solda yükselen yıldızlar Yeşiller ve merkezci Demokrat partiler (İtalya ve ABD’de isim doğrudan bu, Blair’in Yeni İşçi Partisi de böyle bir partiydi). Bunlar sosyalizm idealine sözde bile bağlı değil, zaten farklı ideolojilere sahipler. Alman Yeşilleri özellikle Almanya’nın güneyinde ciddi oranda muhafazakâr seçmenden de oy alıyor ve onları ürkütmek istemiyor. Sürdürülebilir kalkınma ve onun yarattığı ve yaratabileceği iş alanları hem bu tip siyasetleri heyecanlandırıyor hem de geçmiş yüzyılın siyasal kavramlarına mesafelendiriyor. Öyle ki bir zamanlar devleti kuran partinin CHP’nin solculuğunun kanıtlarından biri gibi bahsedilen Sosyalist Enternasyonal tıpkı Otomobil devlerinin terk ettiği Michigan’a benziyor. Sosyalizm hedefinin kapsayıcılığını yetersiz buldukları, enternasyonal kelimesinin tarihsel hafızasını beğenmedikleri ve sayısal fazlalığa sahip küresel güneyin türlü sol siyasi örgütlerinin etkisinden uzakta olmak için kurdukları İlerici İttifak (Varoufakis’in DİEM 25’iyle, Sanders Enstitüsünün ön ayak olduğu İlerici Enternasyonalle karıştırılmasın) küresel kuzeyin reformist partilerinin yeni evi.

Kısaca bir müneccimlik yapmama da izin verin. Bu “demokrat” partilerde (ve Yeşillerde de farklı olacağını sanmam) gelecek AOC gibi siyasetçilerin olmayacak. Geleceğin ana akım “sol” siyasetçisi için örnek arayanlar Arizona’nın kıdemli senatörü Kyrsten Sinema’ya bakmalı. Brahman solun ruhunu kanımca o temsil ediyor. Ağır yoksulluktan gelmiş bir üniversite mezunu. Hıristiyan sağın ve beyaz üstünlükçülerin azılı düşmanı. Siyasi kariyerine bir Yeşiller Partisi üyesi olarak başlayan daha sonra Demokrat Partiye geçen Sinema hep açık sözlü olması, kişiliğinden ödün vermemesi ve bireysel hayat tarzı ve kimlik meselelerindeki tavizsiz tutumuyla bilindi. Biden gibi eski moda bir siyasetçinin bir “gökkuşağı” kabinesi kurmak durumunda kalmasının nedeni onun gibi siyasetçiler. Bu arada Biden’ın önerileri arasında olan sendikal hakların genişletilmesi, zenginlerin veraset vergilerinin ve şirketlerin kurumlar vergisinin yükseltilmesine şiddetle muhalif. Saati 15 dolar asgari ücrete karşı da hiç geri basmadan hayır oyu verdi. Şu an ABD’de ana akım medyada bile Demokrat Partinin sol kanadının temsilcilerine niye siz Sinema gibi Biden idaresinden istediğiniz tavizi koparamıyorsunuz diye soruyorlar. Bu soruya yanıt vermek için önce egemen sınıf kavramını anlamalısınız ama günümüzde kapitalizm deyince piyasaların gücü gibi müphem bir kavramdan, sınıf siyaseti deyince iş aş meselelerini öne çıkaran bir kampanyadan başka bir şey anlaşılmıyor ve bu, ne yazık ki, bu sorunun yöneltildiği siyasetçiler için de geçerli.

Şimdi kıssadan hisseye gelelim. CHP hep Avrupa’daki güçlü siyasi eğilimi izlemiştir. Otuzlarda da durum budur, atmış ve yetmişlerde de. Hatta Deniz Baykal’ın Ricky Martincilik oynadığı dönemde Bill Clinton ve Tony Blair’in kampanya numaralarını tekrarlamaktan başka bir şey yapmıyordu. O yüzden, bu yeni dünyada Kılıçdaroğlu’nun sağ sol ayrımı kalmadı demesine şaşmamalı. Bu söylemin iç politika ile olduğu kadar yurt dışındaki son moda ile de alakası vardır. ABD’de Demokrat Partiyi ele geçirmeye çalışanlar boşa kürek çekiyor çünkü bu dönüşümlerin liderliklerin bireysel tercihlerinin ötesinde derin sosyolojik nedenleri var. Bunları Corbynistalar gibi aştıklarında da sermaye devletinin ideolojik aygıtlarının ve diğer psikolojik operasyon mekanizmalarının şimşeklerini üzerlerine çekecekler. Bir parti kongresi kazanarak egemen sınıfı tufaya getiremezsin. Sonuçta, tıpkı 2013 yılında İtalyan Demokratik Partiyi işgal et sloganıyla harekete geçenler gibi yapacakları sadece bu merkezci partiler için halkla ilişkiler kampanyasıdır (sanırım benzeri 2014’te CHP için de yapılmıştı). Bugün kolay bir yol yok, alışkanlıktan oy veren seçmeninin kitleselliğinin büyüsüne kapılıp ana akım partileri etkileyerek sosyalizm idealine yaklaşılabileceğini tahayyül etmek anlamsız. Zaten böyle bir ideale ve onun politik programına inanmayanlara da söyleyecek bir şeyimiz yok. Hala inançlı olanlarımız proletaryanın önderliğinde hiçbir ezileni dışlamayacak bir politik hareketi örgütlemek için düştüğümüz yerden başlıyoruz, işçi hareketinin içinden.

Son Eklenenler