Cuma, Mart 29, 2024

Memur sendikacılığı öldü farkında mısınız?

Eğitim Sen’in 11. Genel Kurulu’nda olanlar üzerine yeterince yazıldı, tartışıldı. Gerek Eğitim Sen’de gerekse KESK’te işleyişi bildiğini düşünen biri olarak kurumsal yapıların şu anki durumundan ve bu durumdan kimin sorumlu olduğundan ziyade kamu çalışanları sendikalaşma hareketinin yönelimine dair daha geniş bir yorumda bulunmanın önemli olduğu kanısındayım, o yüzden işin polemik kısmına müdahil olmanın ilginç olduğu kanısında olmadım. Zaten açıkçası eleştirilen durumlar yaşanırken hepimiz oradaydık, ben demiştim demek çok anlamlı değil, niye insanlar doğru görüşlerinize örgütlenmedi sorusu da bütün ağırlığıyla hep ortada duruyor. O kısma dair gene de şu denebilir herkesin birbiri hakkında söylediği (işi ballandırmak için eklenmiş olması muhtemel kimi ayrıntılar hariç) doğrudur. Kimsenin hakkında yazmadıklarının da zaten harekette karşılığı yoktur, bu da övünülecek bir şey değildir.

Kamu çalışanları sendikalaşma hareketinin bir itibarı varsa, o itibar kurucu döneminin, yani doksanların, kazanımlarına dayanır. Doksanlı yıllar kamu çalışanları sendikalaşma hareketinin doğuşunun beşiğiydi. Bu dönem sınıf hareketi açısından genel bir gerileme ama daha da önemlisi ideolojik bir çöküş dönemidir. İdeolojik çöküş sınıf hareketin ayakta duruyor gibi gözüken merkezinin bile içten içe çürüdüğü anlamına gelir. Nitekim bugünden bakıldığında doksanların bu özelliği daha açıkça ortaya çıkıyor ve özellikle sendikal hareket açısından 12 Eylül’den ziyade doksanlar tabuta çivi çakıldığı dönem olarak öne çıkıyor. Üstelik bu sadece Türkiye’ye özgü bir gelişme de değildir. Neoliberal küreselleşmenin ideolojik hâkimiyetinde geçen doksanlar tüm dünyada sendikal harekette önemli kayıplar ve buna eşlik eden yozlaşmayla birlikte anılır.

Kamu emekçileri sendikalaşma hareketi bu bağlamda genel kurala önemli bir istisna olarak mühim kazanımlar, güçlü bir kitle seferberliği ve kurucu bir coşkuyla birlikte bu gerileme dönemini yaşamıştır. Fakat bu olumsuz ortam hareketin geniş toplum kesimlerini etkileme potansiyelini önemli ölçüde daralttığı gibi, başlangıçta sınıf hareketinin geneline hitap etmeyi önüne koyan ortak örgütlenme perspektifinin de hayata geçirilmesinin önüne geçmiştir. Sonuçta ortaya çıkan 12 Eylül sonrası alım gücü önemli ölçüde düşen, hak kayıpları yaşayan kamu çalışanı kesimlerine dönük bir memur sendikacılığıdır. İşçi sendikalarının kitleleri seferber ederek sonuç alma yeteneğinin büyük ölçüde yara aldığı doksanlarda bu memur sendikacılığı eğilimi kitleselliği, militanlığı ve sınıf örgütü olmanın kimi önemli ilkelerine sahip çıkma tutumuyla parlamıştır.

Ortak örgütlenme perspektifinin geri planda kalması ve orada buharlaşması kamuda güvenceli çalışma biçimlerinin yanına sözleşmeli çalışma türleri büyük ölçüde yerleşmediği sürece çok sorun olarak gözükmedi. Ama AKP iktidarı ustalaştıkça kamuda güvenceli çalışmayı neoliberal küreselleşmenin yönelimine uygun olarak budamakta da başarılı oldu. Memur sendikacılığı ise sırıtmaya başladı, temsiliyet yeteneği azaldı tersine çabalar olsa da, dar bir kesimin sözcüsü haline geldi. Kamu çalışanları sendikal hareketi kitleselliği üzerinden emekçi kamuoyuna sözünü söyleyen kurumlardan, militanlarının siyasal aidiyetlerinin ezberlerinin, dışarıda olanların anlayamayacağı bir jargonla, tekrarlandığı sendikal rekabetin de bunun etrafında döndüğü kurumlara dönüştü. Bu siyasal aidiyetlerin toplumsal karşılığı son on beş yılda zaten yok hükmündeydi, 15 Temmuz sonrası CHP’nin başını çektiği HDP’nin dışarıdan desteklediği AKP karşıtı bir siyasal konumlanmada iyice hakikatle bağı kesildi ve bu toplumsal karşılık sadece sosyal medyada var olan bir fantezi dünyasında berhava oldu.

Tam da bu yüzden dün seçilmek için kıyasıya kapışılan mevkilerden bugün kolaylıkla vazgeçilebiliyor. Memur sendikacılığı ölmüştür. Bu noktada özellikle radikal demokrasi ezberine sahip olanların cenazeye sınıfı da katma çabaları beyhude bile olsa o “bilgelik” bu kurumların toplumsal etkisini bir süre sonra yöre derneğinden hallice hale getirecektir. Oysaki Türkiye’de işçi hareketinin Anadolu’daki küresel fabrikanın en beklenmedik yerlerinde bile boy verdiği bir zamandayız. İşçi direnişleri, kamuda çalışan iktidar kartvizitiyle işe girmiş taşeronlar dâhil, her kesime bulaşabiliyor. Kamuda güvenceli çalışma fikri KHK’larla yok edildi. Hala 4A kadrosu olanlar nesli tükenmekte olan bir türdür, kendi gibi olmayanları kendi kurtuluşları için harekete geçiremezler. Böyle bir çağrıyı yapacak moral ya da politik üstünlüğe da sahip değillerdir. Ülkemizin işçi sınıfı ve emekçi halk gerçekliğinin bu yeni, özgün durumu üzerine ideolojik, politik, örgütsel bir arayışla odaklanmak ve bu kitlelerle stratejik bir doğrultuda ilişkilenmek kritik önemdedir. Güvenceli çalışmayı da geniş kesimlerin talebi haline ancak artık anlamı kalmamış ayrıcalıklarımızdan vazgeçerek getirebiliriz. Eski “amentü” yani ortak örgütlenme fikri kamu çalışanları sendikal hareketinin yeniden toplumsallaşmasının bu bağlamda anahtarı olacaktır.

Bitirirken şunu belirtelim kamu çalışanları sendikalaşma hareketinin biriktirdiği deneyim çok önemlidir. Her şeyden önce hala öğretmen, hala hemşire, hala maliyeci kalarak sendika yönetilebileceğini özellikle şube düzeyinde ispat etmişlerdir. Rotasyon ilkesinin uygulanabilirliğini, sendikaların zenginleşme aracı olmadığını bilirler. Kendi en acil sorunlarının ötesinde sınıfın sorunlarına odaklanabilirler. Zaten hala kamuoyunda gündem olunabilmesinin de ardına bu kazanımlar yatar. Fakat ortak örgütlenme 4688’i ufku olarak gören kurumların harcı değildir. Geçmişimiz bunu da ispat ediyor. Var olan kurumsal birikim bu dönüşüme ayak bağıysa, ilk tercih bu olmasa da, bunlardan bile vazgeçilebilir. Ortak örgütlenme fikri, yani kamu çalışanları sendikalaşma hareketinin başlangıcındaki çizgi, bugün içinde bulunan durumdan çıkış yoludur; memur sendikacılığında ısrarın bir anlamı yoktur.

Son Eklenenler