Dünya halklarının 7 baş belâsı 11-13 Haziran arası İngiltere’nin Cornwall kontluğunun Carbis Bay beldesinde toplandı. Gündem her ne kadar iklim sorunlarına ve salgına karşı çare arayışlarıyla ilgili görünse de sofradaki ana yemek Çin kapitalizmiyle nasıl rekabet edileceğiydi. Ancak geleneksel ABD-İngiltere beraberliğini saymazsak, herkesin yemeği kolay hazmedip kararlara bütünüyle katıldığı söylenemezdi. Sonuç bildirisi dilek bildirmekten öte geçmedi ve somut sorunların çözümü için bile herhangi bir plan sunulamadı.
G7 toplantısının anlamı
G7 ABD, İngiltere, Kanada, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya’dan oluşuyor. 1975’ten bu yana 47. toplantılarını yaptılar. 1998’den sonra toplantılara Rusya da katılmaya başlamıştı ama 2014’te Kırım’ı ilhak etmesinin ardından gruptan çıkarıldı. G7 dünya nüfusunun yüzde 10’nu oluşturmasına karşılık, dünya gayri safi milli hasılasının yüzde 40’ına hükmediyor. Toplantıya bu yıl Avustralya, Güney Kore, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Hindistan da konuk olarak çağrıldı. Ayrıca Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı ve Avrupa Konseyi Başkanı da katılımcılar arasındaydı.
G7 dışişleri bakanları 6 Mayıs’ta Londra’da bir araya gelerek toplantıya hazırlık amacıyla konu başlıklarını içeren 27 sayfalık bir bildiri yayınladılar. Zirveden bir hafta önce maliye bakanları da toplandı ve uluslararası şirketlerden iklim sorunlarına ilişkin harcamalar için yüzde 15 vergi alınmasını kararlaştırdılar. Bu arada, 22-23 Nisan’da ABD’nin ev sahipliğinde Çin ve Rusya’nın da yer aldığı 40 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen “Liderler İklim Toplantısı” ve yine 25 Mayıs’ta Brüksel’de yapılan AB liderler toplantısı da G7’ye hazırlık niteliğindeydi. Nitekim Cornwall’da karbon gazı ve aşıyla ilgili kararlar önceden alınan kararların devamıydı. Ancak bu kadar hazırlığa rağmen uygulamaya dönük bir plan sunulamayışı dikkat çekiciydi. Bu G7’nin bir yandan ortak çıkarları gereği Çin ve Rusya’ya karşı blok oluşturmaya çalışırken aynı zamanda iç rekabetini denetim altına alamadığını gösteriyordu. Benzer konuların konuşulacağı ve Kasım ayında İskoçya’nın Glasgow kentinde yapılacak BM 26. İklim Değişikliği Konferansı’nda da havanda su dövmekten öte geçilemeyeceğini söylemek kehanet sayılmamalıdır. Emperyalist dünya düzenine yön verme iddiasındaki G7 sonuç yaratamazken yaptırım gücü olmayan BM ne yapabilir ki?
G7, Biden’ın uluslararası kamuoyu önüne ilk çıktığı toplantıydı ve Trump sonrası yeni sayfa açıldığı izlenimi yaratmak için her fırsatta “ABD masaya geri döndü” mesajı verdi. Almanya Başbakanı Merkel bunu takdirle karşıladığını açıkladı. Ama ABD’nin Biden koltuğa oturduğundan bu yana birkaç makyaj değişikliği dışında Trump’tan önemli bir farkı görülmedi. İngiltere her ne kadar ABD ile birlikteyse de bu Brexit sonrası zaten AB’den uzaklaştığı için başka bir seçeneği kalmamasıyla da ilgiliydi. Johnson, Çin’i karşısına alıcı açıklamalardan uzak durdu. Buna karşılık Fransa Cumhurbaşkanı Macron Kuzey İrlanda’nın hâlâ AB üyesi olduğunu hatırlatmak amacıyla Birleşik Krallık’ın bir parçası olmadığını söyleyerek Johnson’ın canını sıktı. İtalya Başbakanı Draghi, Çin’e yakınlığıyla tanınan önceki başbakan Conte’den farklı olarak NATO yanlısıdır. Ama yine de ABD’nin Çin’e yönelik eleştirilerini yumuşatmasını istedi. Sonuçta İtalya, Çin’in “Kuşak ve Yol” projesinin Avrupa’ya ayak bastığı ülkeydi ve kaz gelecek yerden tavuk esirgemek akıllıca olmazdı.
Toplantı yeriyle ilgili de bir hatırlatma yapalım: İngiltere’nin güneybatısında bulunan Cornwall, ülkenin en yoksul bölgesi. Başlıca gelir kaynağı turizm. Kelt nüfusunun yoğun olduğu yörenin seçilme nedeni, Başbakanı Johnson’ın “yeşil enerji” mesajı verme isteği. Çünkü burada bir jeotermal enerji santrali var ve Johnson 2050’ye kadar İngiltere’nin karbon gaz salımını sıfırlayacağı vaadini güçlendirmek için toplantı yeri olarak burayı seçti. Ancak Cornwall’a tren yerine daha çok karbon gazı salan uçakla geldiği için çevrecilerce eleştirildi. Toplantı süresince zirveye dönük protestolar düzenlendi. Bu arada BBC’nin doğa belgesellerinin ünlü sunucusu David Attenborough da liderlere çağrıda bulunarak karbon emisyonunu düşürmelerini ve biyoçeşitliliği korumalarını istedi. Ancak Attenborough belgesellerinde şirketlerin doğayı tahrip edişine hiç değinmediği için kamuoyunu yanıltmakla suçlanan biriydi ve G7’de bir kez daha bu sıfatları hak ettiğini gösterir biçimde boy gösterdi.
Salgına karşı önlemler
G7 ülkeleri ihtiyacı olan ülkelere 1 milyar doz aşı hibe edeceği açıklaması yaptı. Bu ilk bakışta anlamlı gelebilir. Ancak G7 ülkelerinin elinde nüfuslarını birkaç tur aşılayacak kadar stok var ve yurttaşlarını hızla aşılıyorken yoksul ülkelerin sağlık çalışanlarını bile aşılayamadığı gerçeği karşısında bu açıklamanın hiçbir anlamı yoktur. Örneğin Afrika nüfusu 1 milyar 300 milyon ve Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ) kıtada bugüne dek yalnızca 30 milyon aşı yapıldığını belirtiyor. Şu ana kadar dünyada 175 milyon kişinin Covid-19’a yakalandı ve yaklaşık 3 milyon 700 bin kişinin öldü. DSÖ, salgının önlenmesi için dünya nüfusunun yüzde 70’inin aşılanmasının zorunlu olduğunu ve bunun için G7’nin hibe edeceğinden en az 10 kat daha fazla aşıya gerek duyulduğunu söylüyor. Bu gerçekleşmediği sürece, zengin ülkeler korunmak için dışarıdan geleceklerden aşı belgesi isteyeceklerdir.
Oysa sorunun çözümü basit, G7 Dünya Ticaret Örgütü(DTÖ)’ndeki vetolarını kaldırmalı ve aşı patentini bedelsiz olarak herkesle paylaşıp aşı üretim teknolojileri edinmeleri için yoksul ülkelere yardım etmelidir. Ama zenginler bu tür gerçek çözümler yerine hegemonyalarını sürdürmeye yarayan göz boyayıcı yollara sapıyorlar.
Bu toplantıda da dile getirdikleri gibi virüsün Çin’in sanayi kenti Vuhan’daki bir laboratuvardan yayıldığı tezine geri döndüler. Bilindiği üzere bu Trump’ın başından beri ileri sürdüğü bir suçlamaydı. Oysa sorun ilk taşı kimin attığı değil, milyonlarca virüsün olduğu ve ancak 5-6 bin kadarının tanındığı bir dünyada, bunlardan yalnızca birinin nasıl bu kadar hızla yayıldığı ve neden önlenemediğiydi. Bilimsel araştırmalar bu yönde destekleneceğine, kâr getirici bilgi olarak şirketlerin ve devletlerin kasalarında özel mülkiyet altında tutuluyordu. Nitekim G7’de patentin kaldırılması yerine, aşıların ve bulunan tedavi yollarının deneme süresinin 300 günden 100 güne indirilmesi kararı alındı. Çin’in aşı dağıtımı ülkeleri kendine bağlama amacı taşıyor diye eleştirildi. Tabi G7’nin aşı bilgilerini saklayarak yol açtığı bağımlılıktan hiç söz edilmedi. Ayrıca şu tavır da dikkat çekiciydi:
Bu yıl G7’ye Güney Afrika ve Hindistan’ın da çağrıldığını belirtmiştik. Bu her ne kadar “demokrasiyle yönetilenleri çağırıyoruz” diye duyurulsa da pek öyle görünmüyordu. Bu iki ülke 2020 Ekim ayında yaklaşmakta olan pandemiye karşı aşıda patentin kaldırılmasını istediler. DTÖ bu amaçla bir dizi toplantı yaptı ama kararlar oy birliğiyle alındığından ve G7 patentin kaldırılması için destek vermediği için öneri kabul görmedi. Aşı şirketleri üretim için ileri teknoloji gerektiği, sahtekârlığa karşı önlem oluşturduğu, kazanç elde etmenin bilimsel araştırmaları teşvik ettiği gerekçeleriyle patentin kaldırılmasına karşı çıktılar ve devletleri buna uydu. Oysa Güney Afrika ve Hindistan aşı üretme teknolojisine sahiptiler. Şimdi G7’ye konuk olarak çağrılmaları, patentin kaldırılması isteklerini tekrarlamamaları için anlaşma yolları aramak amacıyla sunulmuş bir rüşvet sayılmalıdır.
Yeşil kapitalizm
G7, küresel ısınmanın başlıca nedeni olarak gösterilen karbon gazı salınmasını 2050 yılına kadar sıfıra indireceğini kararlaştırdı. Bu amaçla kömür kullanımı düzenli olarak azaltılacak, çevreci teknolojilere önem verilecek vs. Bilindiği üzere kapitalizm bütün dünyada eşit biçimde gelişmiyor, önde giden sahibi olduğu eski üretim araçlarını geriden gelene devrederek ilerliyor. Herhangi bir teknolojik yenilik ya da toplumsal yaşamı kolaylaştırma adımı ancak kârlı hale gelirse atılabiliyor. Çünkü kapitalizmin nimetleri gibi musibetleri de eşit olarak dağılmıyor. Örneğin bir yer hızla kirlenir ve orada yaşayanlar ölümcül hastalıklara yakalanırken zenginler temiz bölgelere çekiliyor ya da yatırımlarını daha uzağa taşıyor. Uzay madenciliğiyle ilgili gelişmeler bunun güncel bir örneğidir. İş burada da kalmıyor, kapitalizm belâdan kurtulmayı da kâr kaynağına dönüştürüyor. Bu arada kâr oranlarını korumak ve bunalımını hafifletmek amacıyla zaten yatırımlarını kıstığı için nüfus fazlası haline gelen yoksulların ölmesiyle ilgilenmiyor. Hastalıklar, bitmeyen savaşlar, çevre sorunları içindeki milyarlarca yoksul olanaksızlık yüzünden değil, bütün olanaklar bir avuç sermayedarın elinde toplandığından ve yoksulların kurtarılması kapitalizme kazanç sağlamak şöyle dursun, bunalımını daha da arttıracağı gerekçesiyle ölüme terk ediliyor. G7 bu duruma çare olarak iklim sorunlarını çözmek amacıyla harcamalar yapacağını ve bunun için uluslararası şirketlerden yüzde 15 vergi toplayacağını söylüyor. Oysa ortada bir gerçek var: 2009’da da benzer bir karar alınmış ve yoksul ülkelere 2020’ye kadar 100 milyar dolar yardım edileceği sözü verilmişti ama uygulanmadı. Bu son kararın da uygulanmayacağı açıktır.
G7 iklim sorunlarına çözümle Çin’e karşı blok oluşturmayı birleştirerek “Daha İyi Bir Dünya İnşa Edelim” anlamına gelen “A Build Back Better World” (B3W) adlı bir proje öneriyor. Bu kapsamda 2035 yılından başlayarak yoksul ülkelerin altyapıları için 40 trilyon Dolar kaynak aktarılacağı belirtiliyor. Bu amaçla Afrika’ya raylı sistem yapılmasından çeşitli ülkelerde güneş ve rüzgar santraları kurulmasına ve buzulların erimesi nedeniyle sular altında kalacak kıyılara önlem alınmasına kadar uzanan sayısız vaatte bulunuluyor. İngiltere Başbakanı Johnson bu projeyi 2. Emperyalist savaş sonrası uygulanan ve sermaye ihracından başka bir anlamı bulunmayan “Marshall Yardımı”na benzetiyor. O zaman dünya büyük bir yıkıma uğramış ve yapılan yatırımlarla günümüzün emperyalizme bağımlı ülke ekonomileri doğmuştu. Bugün ise güya iklim sorunlarını çözmek adına eski teknolojiler bir yana atılarak yeni teknolojilere pazar yaratmak amacıyla girişimde bulunuluyor. Gerçekleşmesi bir yana gerçekleşse bile bugünkü sorunların katlanmasından başka ne sonuç doğurabilir ki?
Bütün bu önlemler Çin’e karşı alınıyor. Elbette G7’ye karşı Çin kapitalizminden yana olacak değiliz. Sonuçta ücretli emeğin olduğu her yerde sermaye vardır. Eğer proletarya diktatörlüğünün denetimi altında değilse, sermayenin biçimi ne olursa olsun sömürü ve baskının kaynağıdır. G7’de şu tez ileri sürüldü: Çin, Uygurları zorla çalıştırıyor ve bu gibi uygulamalar nedeniyle dünyayla haksız bir rekabet sürdürüyor. Bu yüzden uluslararası normlara uymaya ve insan haklarını benimsemeye zorlanmalıdır. Şu veriler üzerinde düşünelim: Uygurların toplam nüfusu 10 milyon dolayında. Çin’in toplum nüfusu ise 1 milyar 400 milyon kadar. Eğer tekelci kapitalizmin koruyucusu G7 Çin’in devlet kapitalizmiyle rekabet edecekse daha inandırıcı yalanlar bulmalıdır. Son G7 toplantısında ortaya atılan iddiaların büyüklüğü ile gerçekleştirilmesi doğrultusunda atılan adımların küçüklüğü arasındaki orantısızlık dikkat çekicidir. Nitekim, Çin de bu duruma işaret ederek G7’nin artık eski öneminin kalmadığı yönünde açıklamalar yapıyor. Bütün bunlar, emperyalizmin içinden geçtiği bunalımı nasıl aşacağını henüz kararlaştıramadığı anlamına gelir. Bu kapitalizm açısından kötü, ezilenler açısından iyidir.