Salı, Nisan 16, 2024

Artık “Yeşil Kapitalizm” dönemindeyiz

İngiltere’de geçen ay toplanan G7 ülkeleri Çin’e ve iklim sorunlarına karşı mücadeleyi birleştirerek, 2035’ten itibaren çevreci projeler için 40 trilyon Dolar harcanacağını ve karbon salımının 2050’ye kadar sıfırlanacağını duyuruyor. NATO yeni stratejilerini çevre sorunları kaynaklı çatışma olasılıklarına göre belirliyor. Bu tür konular AB başta tüm uluslararası örgütlerin birinci gündem maddesi oluyor. Kredi kuruluşları çevreci yatırımları desteklerken “yeşil” ölçütlere göre üretilmeyen malların ticareti sınırlandırılıyor. Elbette ülkemizin “yerli ve milli” patentli kapitalizmi de küresel düzeydeki bu gelişmelerden geri kalmayarak 16 Temmuz’da  “Yeşil Mutabakat Eylem Planı” adıyla yayınlanan Cumhurbaşkanlığı genelgesiyle duruma ayak uyduruyor. [1]

Amaç “yeşili korumak” değil, başka. Kâr için metalaştırılarak tüketilen çevre yine aynı amaçla güya iyileştiriliyor. “Çevreci” projeler için ayrılan kaynaklara ve buradan sağlanacak kârlara kapitalistler kolay erişebilsin diye, bütün ülkelerde mevzuat değişikliğine ve yeni kurumlar oluşturma yoluna gidiliyor. Küresel kapitalist hiyerarşi ve işbölümü içindeki yerini korumak isteyenin duruma ayak uydurması gerekiyor. Uymayan elenecek ve elindeki zenginlikler diğerlerinin hesabına ganimet olarak geçecek. Genelgede bu durum gayet açık biçimde “… ekonomimizin lokomotifi olan ihracatımızda rekabetçiliğimizin korunması ve geliştirilmesi, AB ile Gümrük Birliği kapsamında tesis edilen ileri ekonomik bütünleşme ile ülkemizin küresel ekonomiye ve tedarik zincirlerine sağladığı entegrasyonun güçlendirilmesi …” sözcükleriyle ifade ediliyor.

Kapitalizm neden yeşile bürünüyor?

Kapitalizm belli merkezi olan, ortak akılla yönetilen bir düzen değil, tarihin bir döneminde ücretli emek ve sermayenin buluşarak ekonomide belirleyici rol oynamaya başlamasının ardından önü alınamaz biçimde yayılan bir olgu. Temelindeki emek-sermaye ilişkisini yeniden üretmeye yeterli kâr sağlandığı ve bir devrimle ortadan kaldırılmadığı sürece kapitalizm, kendi yarattığı engeller de içinde, her koşula uyum sağlayarak varlığını sürdürüyor. “Yeşil kapitalizm” uygulamaları da bunun bir örneği. Dün maliyeti arttırdığı gerekçesiyle yapılmayan yatırımlar bugün yapılıyor ve herkesi buna uymaya zorlanıyor.

Bu tür kararları elbette kapitalist kurum ve toplumları yönetenler veriyor. Ama akılları başlarına geldiği ya da artan toplumsal muhalefet karşısında geri adım atmak zorunda kaldıkları için değil, kapitalizmin ulaştığı gelişmişlik düzeyinde varlıklarını sürdürmeye yeterli ölçüde kâr etmelerinin başka yolu kalmadığından böyle davranıyorlar. Nasıl ki çevrenin tahrip edilmesi burjuvazinin kötü niyet ya da beceriksizliğine bağlanamazsa bugün çeşitli adlar altında korunmaya çalışılması da iyi niyet eseri değildir. Genel geçer kapitalizm bilgileri bugüne özgü olan bu durumu anlamamıza yetmiyor, bunun için somut olguları ve kapitalizminin günümüzdeki ekonomi politiğini göz önünde tutmamız gerekiyor.

Marks üretimi, “Her üretim, belirli bir toplum biçiminin çerçevesi içinde ve onun aracılığıyla doğanın birey tarafından mülk edinilmesidir.” diye tanımlar.[2] Üretimden ne anladığını ise “… biz üretim dediğimiz zaman, söz konusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir — toplumsal bireylerin üretimidir” diye ifade eder.[3] Bu bilgileri hatırlatmamızın nedeni, bugünün ekonomisi ve somut olgularına 1) doğanın mülk edinilmesi, 2) toplumsal gelişimin bugünkü aşamasında yapılan üretim ve 3) toplumsal bireylerin üretimi çerçevesinde bakmak gerektiğini vurgulamaktır. (“Toplumsal bireyler” derken yalnızca kişilerin biyolojik varlığını değil, siyasi iktidarları, şirketleri, tek tek kapitalistleri ve bunların sömürü politikalarına karşı direnen bütün özneleri kastediyoruz.)

Marks’ın “doğanın birey tarafından mülk edinilmesi” dediği şey bir bakıma bütün canlıların ortak özelliğidir. İnsan türü doğadaki nesneleri “bencil” ve “hırslı” olduğu için mülk edinmiyor, diğer canlılar gibi canlı/cansız varlıkları tüketerek ve doğada yaşamasına uygun bir çevre açıp bunu başkalarından koruyarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. Bu sırada çevresini tükettiğinde, tıpkı başka canlılar gibi yaşamasına elverişli başka bir yere taşınıp, orayı çevre ediniyor. Ancak bunu tek başına bir canlı türü olarak değil, toplumsal bir varlık olarak yapıyor. Dolayısıyla yaşama alanını diğer canlılardan farklı olarak toplumun ve diğer bireylerin tanıyacağı biçimde işaretliyor: Çitler, nöbetçiler, silahlar, tapu kayıtları…

Bugün geldiğimiz noktada yeryüzünde özel mülk olmasa bile bir devletin çeşitli gerekçelerle düzenli olarak gözetlemediği bir karış alan yoktur. Dolayısıyla insan belli bir çevreyi çeşitli nedenlerle tükettiğinde, yaşamaya elverişli başka bir yere taşınması neredeyse olanaksız. Her şeyden önce böyle yerler sıkı koruma altında ve ancak kaçak yollardan, çok sınırlı ve can bedeli girilmesi mümkün. Aşırı kirliliğe maruz kalan yerlerde ise doğa artık kendi kendini iyileştiremiyor. Kapitalist üretimin doğayı mülk edinmesi bu koşullarda ve devlet/şirket/birey sayısız kapitalist öznenin bitmeyen rekabeti ve buradan doğan devasa tekelci güçlerin denetimi altında yapılıyor. Kapitalizm sürekli kendi mezarını kazarak ilerlediği için bu güçler aynı zamanda kendi yarattıkları zenginliğin yol açtığı yıkıcı etkileri de hesaba katarak çalışmak (ve çatışmak) zorunda kalıyorlar. Kapitalizmin yarattığı, yok edemediği ama ancak daha da büyümesi pahasına ileriye doğru erteleyerek denetim altına alabildiği yapısal kriz eğilimi, toplumdaki her şey gibi doğayla olan ilişkileri de belirliyor.

Kapitalizmin kriz dinamiği, toplumsal yaşamın belirleyicisidir

Marks bize bir metanın değerinin içerdiği toplumsal emek zamanı olduğunu öğretti. Eşit toplumsal koşullarda, üretimi çok emek gerektiren bir meta, az emek gerektirenden daha değerlidir. Metaların fiyatı ise değerleriyle orantılı ama doğrudan bağlantılı değil. Şöyle ki az değerli olan daha ucuza satılıyor ama belli bir metanın fiyatı ile değeri arasında doğrudan bağ bulunmuyor. Yani gerçekte değersiz ve düşük maliyetli bir meta, alıcısı olduğunda yüksek fiyata, dolayısıyla iyi kârlarla satılabiliyor. Toprak, su, hava maliyeti en düşük mallar arasında. Ormanlar, akarsular, hatta temiz havalı bir yayla bile özelleştirilerek, kişisel kullanımdan çıkarılıp metalaştırılarak piyasaya sürüldüğünde, büyük kârlar elde etmeye hazır hale geliyor. Kapitalizm, ortaya çıktığından beri doğayı metalaştırarak bu yolla kârına kâr ekliyor. Bu çerçevede metalaştırılan su, petrolden daha çok kâr sağlıyor. Ama bunun da bir sınırı var, kapitalizm son yıllarda doğayı dilediğince metalaştıramıyor. Nedenine gelince:

Metaların ve paranın kesintisiz olarak el değiştirdiği gündelik yaşamın dayanağı kârdır. Ama kapitalist üretim biçimi kâr değil artı-değer, dolayısıyla canlı emek sömürüsü üzerinde yükselir. Kapitalizm doğayı ancak ücretli emekçiler aracılığıyla mülk edinir, metalaştırır, piyasaya sunar ve yine büyük çoğunluğunu ücretli emekçilerin oluşturduğu kitlelere satarak kâr eder. Bu sırada üretilen değerin bir kısmı ücretlerin de içinde yer aldığı üretim maliyetini karşılamaya ayrılırken, kalan artık değer kapitalistin sermayesinin kaynağını oluşturur. Bu döngü içinde kapitalizm daha çok sömürmek ve kâr etmek için daha çok yatırım yaptıkça sabit sermaye giderleri (ücret dışı masraflar) artar ve toplam yatırımlara oranla kâr azalır. Daha çok yatırım yaptıkça kâr etmek bir yana maliyetler karşılanamaz olur ve kriz başlar, sermaye dolaşımı tıkanır, işletmeler batar. Bu gidişatı denetim altına almanın çeşitli yolları vardır ve hepsi de doğanın ve yoksulların zararınadır. Bu amaçla yatırımlar azaltılır, ücretler düşürülür ve nihayet en düşük maliyetli ama en yüksek kârlı alanlara yönelerek doğanın daha geniş bir kesimi metalaştırılır. Ve bu körü körüne yapılmaz.

Çevreyi yok etmek az gelişmişliğin değil, günümüz kapitalizminin özelliğidir

Gelişmiş kapitalist ülkeler sanayi yatırımlarını bir süredir az gelişmiş ülkelere kaydırıyor. Nedeni kendi ülkelerinde hem sabit sermaye giderlerinin hem de ücretlerin yüksek oluşu. Ayrıca yıllar boyu kendi çevrelerini yok ettiklerinden toplumsal muhalefetle de karşılaşıyorlar. Bu gibi nedenlerden kârlarını arttırmak için az gelişmiş ülkelere yöneliyorlar ve Genelgede de görüldüğü üzere buna seve seve rıza gösteriliyor. Ama bu yalnızca önceki dönemde gelişmiş ülkelerde görülen sorunların katlanarak dünyaya yayılmasına yol açıyor. Kapitalizm geliştikçe yoksul ülkelerin nüfus bileşimini değiştiriyor. Küçük üretimi yok ederek, çevreyi tüketerek, geniş işsiz kitleleri yaratarak, düşük ücret politikalarıyla yoksulluğu arttırarak, savaşlar ve göçlerin artmasına neden oluyor. Bu arada gelişmiş ülkelerin korunaklı alanları da kirlilik, hastalık ve yoksul istilalarından nasibini alıyor. Bu nedenle küresel kapitalizmin efendisi finans oligarşisi bir dizi amaç doğrultusunda hareket ediyor.

Öncelikle kriz dinamiğini denetim altına alabilmek için üretken alanlara yatırım yapmaktan kaçınarak, ekonomik büyümeyi minimum seviyede tutma politikaları çerçevesinde altyapı yatırımlarına yöneliyor. Son G7 toplantısında az gelişmiş ülkelere yönelik çeşitli ulaşım hatları ve güneş/rüzgâr enerjisi yatırımlarıyla ilgili projelerden bahsedilmesinin nedeni budur. [4]  Böylece göçün kaynağını oluşturan yoksul Afrika ve Asya ülkelerinin piyasalarına para pompalayarak, işsiz nüfusu oralarda tutmak amaçlanıyor. Aynı zamanda ticarete “yeşil” ölçütler getirilerek, Çin’in dünya piyasalarına destursuz girmesi durdurulmaya çalışılıyor. Türkiye de hızla buna ayak uydurmaya hazırlanıyor.

Sonuç

Kapitalistler bir zamanlar maliyet arttırıcı olduğu gerekçesiyle çevreyi korumaya dönük projeler ve yatırımlardan kaçınıyorlardı, bugün tersini yapıyorlar. Çünkü ellerinde yatırıma dönüştüremedikleri büyük bir sermaye fazlası var. Nedeni, 2008’den beri yaşanan bunalımı aşamamaları. Bu para ağırlıklı olarak Türkiye gibi ülkeler ve dünyanın daha yoksul kesimlerinde harcanacak. Elbette kredi olarak verilecek ve faizi bizim sırtımızdan çıkacak. Bu arada, gelişmiş ülkelerde dağı taşı delip çıkartamadıkları madenleri bizim topraklarımızda çıkaracak ve çevreyi yok edecekler. Aldığı borçları ödemekte zorlanan işbirlikçi iktidarlar bir yandan yönetimi altındaki emekçileri boğaz tokluğuna çalıştırırken diğer yandan çevrede metalaştırabileceği ne varsa piyasaya sürüp ucuz pahalı demeden kâra çevirmeye çalışacak. Yapılabilecek bir tek şey var: Çevreye zarar veren her uygulamaya karşı çıkmak. Bu politikaların sürdürücüleriyle uzlaşılamaz. Uyguladıkları “yeşil” politikalara bakıp “hiç olmazsa bir şeyleri koruyorlar” diyerek kendilerine destek verilemez. “Kalkınma, gelişme” adı altında yaptıkları yatırımlar hoş karşılanamaz. Günümüz kapitalizmi sermaye, hammadde, pazar eksikliğinden dolayı değil, tam tersine yatırıma dönüştüremediği sermaye fazlalığı yüzünden kriz yaşıyor. Doğayı metalaştıran hiçbir yatırım bilimsel ya da politik gerekçeler öne sürerek desteklenemez. Bunlar yalnızca kapitalizmin kriz koşullarındaki uygulamalarıdır. Kalkınma ve gelişme, ezilenlerin kendi iktidarı altında çözmesi en kolay sorunlardandır. Ama yok edilen bir doğa parçasının geriye getirilmesi olanaksızdır.


[1] https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2021/07/20210716-8.pdf

[2] Grundrisse I, Sol Yayınları, s. 25

[3] Age.s. 23

[4] https://e-komite.com/2021/g7-zirvesinden-geriye-kalan-cinle-rekabet-yesil-kapitalizm-ve-fakirlere-sadaka-asi/

Son Eklenenler