Çarşamba, Nisan 24, 2024

Alnımda yazanlar mı? Aklımda kalanlar mı? Oyunbozan mı haklı

Kimileri için oyunlar çocukken oynandı ve bitti. Kimileri ise çocukluğun o temiz ve mutlu günlerinin arayışı içerisinde, yaşı ilerledikçe oyunları değişse de oynamaktan vazgeçmedi. Her ne kadar bugün ki anlamıyla katı kurallar ve yaygınlıkta olmasa da, oyun oynamak ve bunları yarışmalar suretiyle bugün anladığımız anlamda sporlara benzetmek Antik Yunan’dan Uzakdoğu toplumlarına dek insanlığın en eski etkinliklerinden biri. Oyun kavramını en geniş tanımlayan sosyolog Roger Caillois olmuştur. Tanımında oyun: özgür irade ile yapılan, belirli bir zaman ve mekan ile bireyi hayatın geri kalanından ayrıştıran ve sonucu önceden belirlenemeyen bir süreçtir. Oyun doğası gereği verimlilik beklentisiyle oynanmaz, kurallarca yönetilir ve oynayanların oyunda olup biten her şeyin gerçek olduğunu kabulüne dayanır. Pek çok çalışmada tanımlanan ortak noktalar ise oyunun kapsayıcı katılımcı ve dönüştürücü pratikleridir. Oynanan oyunlar ile kültür arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur.

Her ikisi de toplumsal kültürün hem birer yansıması hem de birer belirleyeni olması oyun ile spor arasındaki ince çizgiyi biraz daha ilginç kılmakta. Çoğunluğu oyunlardan türerken, kazanma, kaybetme ve katılma duygularını barındırmasıyla spor, sadece dinlenmek, eğlenmek ya da yarışma içeren bir aktiviteden çok daha ötesine geçmiştir. Rekabet, başarı ve başarısızlık kavramları ve bunların toplumsal yansımaları spora çok daha derin anlamlar yüklenmesini sağlamaktadır. Bu yönleri bir yana ciddi bir dönüşüm içerisinde olan spor kavramı önceleri skorlara ve performanslara yoğunlaşırken bugün sporculara, imajlarına, ürünlerine de ciddi bir yoğunlaşma içerisindedir. Dolayısıyla bugünün sporu, bahsettiğimiz gibi kültürün bir belirleyeni olarak siyaset, ekonomi, medya gibi kavramlardan bağımsız konuşulamaz. Elbette bu kavramlar ideolojik aktarım, toplumsal hareketlilik, tüketim kültürü tartışmalarını da beraberinde getirmektedir. Çoğunluğu aristokratların ve burjuvaların okullarında, gençlerin eğitimi için kullandığı metotlar olarak ortaya çıkan günümüz sporlarının kuralları da bu sınıfların yaşam tarzlarının ve sınıfsal çıkarlarının süzgecinden geçerek olgunlaşmıştır. ‘’Bunun en çarpıcı örneklerinden biri günümüze kadar gelen amatörlük-profesyonellik tartışmasıdır.’’ Başlarda aşağı görülen spor karşılığı para kazanmak bu günlerde makbul kabul edilmeye başlanmış, işçi sınıfını organizasyonun dışında bırakmak amacıyla olimpiyat oyunlarında uygulanan profesyonel sporcu yasağının gevşemesi de bu dengelerin ters dönmesinin ardından mümkün olmuştur. *¹  

   Farklı kimseler için sporun farklı işlevleri olabilir. Sağlıklı bir yaşam, stresten arınmak için bir aktivite, esnek ya da atletik bir vücut, toplumsal alanda vücudunun beğenilmesi isteği gibi gerekçelerle spora yönelenler olabileceği gibi sporun sağlayabileceği ekonomik ve sosyal avantajların hayaliyle spora yönelen kimseler de olabilir. Bireysel ve toplumsal alanda sporun psikolojik ve sosyolojik pek çok farklı işleviyle karşılaşabiliriz. Bunlar birbirinden bağımsız olabildiği gibi birbirini tamamlayan nitelikte de olabilir ama istisnasız hepsi sporun bir değer, duygu ve ideoloji aktarım aracı olması ile yakından ilintilidir.

Bir yanıyla oyun kendimizi ataerkil sınıflı toplumun bilincimize işlediği tüm sınır ve engellerin ötesinde bir dünyada hayal edebilme imkanı tanır. Kısa süreliğine de olsa tüm bu sınırlamalardan kurtarılmış, başka hiçbir etkinlikte mümkün olmayan bir deneyim sunar. Oyun oynarken hissettiklerimiz belki de çocukluğumuzun naif hayal gücü ile yarattığımız dünyalara özlemdir. Elbette doğası gereği bir yarışma sporun merkezindedir ancak yarıştığımız rakibi düşmanlaştırmak, alt etmeye, yok etmeye varan bir duygu durumu işin temelinde yok. Zira oyunu tekrar oynayabilmemiz için bile rakiplerimize de ihtiyacımız var. Kapitalizmin önceliği her zaman kar etmektir. Bu uğurda doğa, eşya ya da  insan ilişkileri ayırt etmeden her konuya nasıl metalaştırıp üzerinden para kazanılabileceği açısından bakar. Spora da bu şekilde bakması bizleri şaşırtmamalı. Bu perspektiften bakıldığında kapitalizmin yarattığı ‘rekabetçi birey’ ile sporu rekabetten ibaret tanımlayan kültür birbirini besleyen kardeşler. ‘‘Popüler spor aracılığı ile toplumsal yaşam biçimlendirilir. Başarı kavramına yapılan abartılı vurgu, spor kapitalizm ilişkisini ortaya koyması açısından bir hayli anlamlıdır. Hız kültürü-modernite-ölçülebilirlik ve başarı kavramları arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır.’’ *² Buradaki örgüyü dikkatli takip etmeliyiz. Spor yarışmayı, yarışma rekabeti, rekabet kazanmayı getiriyor. ‘İnsanın doğasını rekabetçiliği’ kapitalizmle harmanlandığında birdenbire kazanmak için her şeyi mubah gören bir anlayışla baş başa kalabiliyoruz. Sportif alanda doping, şike, şiddet ve benzeri davranışlarla karşımıza çıkan bu olgunun; toplumsal hayatta eşitsizliğin ve adaletsizliğin doğallaştırılması ve içselleştirilmesi ile doğrudan bağlantısı var. Bu uğurda olimpiyat oyunları dahi resmi ideolojilerin yarışma alanına dönüştürülüyor. Kazanmak için her yola başvurulmasını meşrulaştıran bu kültür, kaybetmeyi de dünyanın sonu olarak tarif ediyor. Bu, sporcular için ağır bir baskı dışlanma, depresyon gibi etkileri beraberinde getiriyor. Zira bugün TV kameraları önünde, spor sahalarında ter dökenler keyif için oyun oynayan özgür insanlardansa Roma’nın gladyatör arenalarında canı için savaşan köleleri andırmaktadır.

Kapitalist metalaştırmanın devamı olarak, oyundan spora, spordan rekabete dönüşen bu anlayış, katılandan çok kazanan olmayı överken, spor ile kitleler arasında kurulan bağ aynı anlayışla edilgen bir izleyici/seyirci konumundan bile öteye geçiyor. 90lı yıllarda şifreli yayınların da hayatımıza girmesiyle birlikte kimi sporlar (çoğunlukla da erkek branşları) iyiden iyiye sınıfsal bir ayrıcalığa dönüşürken kimi sporlar da tamamen arka planda bırakıldı. Bu elit sporlar kapitalist bir endüstri halini aldıkça profesyonel sporcular birer pazarlama objesi olarak daha fazla ön plana çıkartıldı. Yalnızca ürün mankenleri ve rekor makineleri olarak tasvir edilen spor süper kahramanları vasıtasıyla, daha da bireyci ve daha da rekabetçi bir reklam kampanyasına maruz bırakıldık. Spor artık bir eğlence ve keyif olmaktan tamamen çıkarak işe hatta adeta para basması beklenen bir fabrikaya dönüştürüldü. Her ne olursa olsun kazanmayı kutsayan sistemde izleyiciler için de birkaç rol var. Spor sahasından dışarıya taşınan şiddete varan rekabetçi anlayışın tribünlerdeki karşılığı holiganizm, yozlaşmanın ise bahis. Oysa tüm bunlar aynı kapitalist ekonomi modeli gibi beraberinde sürekli krizleri getiren sürdürülemez ve doğal da olmayan bir ideolojinin etkileridir. Bütün bu safsata yerine katılım temelli, daha adil ve keyifli bir spor kültürünün inşası ise hem kaçınılmaz bir gereklilik hem de bir fırsattır.

Toplumsal alandan sportif alana taşınan ideoloji tek yönlü olmadığı gibi sportif alandan toplumsal alana aktarım potansiyeline sahip idealler de her zaman saydıklarım gibi olumsuz olmak durumunda değil. ‘‘Spor alanı politika dışında kendi kuralları, işleyişi, hızı olan otonom bir alandır ancak ondan bağımsız değildir.’’ *³ Kapitalist ideolojinin yayılmacı tutumu hem üretim hem tüketim alanlarını etkisi altına alırken oyunun bu otonom yapısı onu serbest zaman geçirdiğimiz diğer kültür aktivitelerinden ayırmaktadır. ‘‘Foucault’un bahsettiği heteretopyalar gibi bu alanlar diğer tüm mekanlarla ilişki içerisindedir ve bu ilişkiyle onların belirttikleri, yansıttıkları veya temsil ettikleri ilişkiler bütününü sorgular, etkisizleştirir veya değiştirirler. Bu tespit oyunun özgürleştirici potansiyelini açıklar.’’ *⁴

Oyundan spora geçişte yalnızca kazanma odaklı düşünce yapısının kapitalist temellerini tespit etmeliyiz. Oyunun değerinin hatırlandığı, izleyen ya da kazanandan değil katılan olmanın yeniden övülebildiği ve sporun asıl güzelliklerinin ortaya çıkartıldığı spor ortamlarının kurulması bu alandaki öncelikli hedeflerimizden olmalı. Hayatın adaletsizliğine karşı, hem saha içinde anti doping ve şike karşıtlığı ile adaleti hem de saha dışında spor yapma ve izleyebilme imkanlarına erişebilme açısından adalet talebini ısrarla dile getirmeliyiz. Bunun yöntemi gündelik hayatlarımıza oyunu sokmak, hayatlarımızı oyun alanlarına taşımaktır. Oyunun doğası bizden yanadır. Oyun oynanan alanlara daha sık girebilmeli, oyunun mesajlarını kendi mesajlarımızla birleştirip yüksek sesle dile getirebilmeliyiz.

*¹ Dağhan Irak, Kaos GL Dergisi – Mart 2017

*² Ahmet Talimciler, Kaos GL – Mart 2017

*³ Dağhan Irak, Kaos GL Dergisi – Mart 2017

*⁴ Serhat Tutkal, Kaos GL – Mart 2017

Son Eklenenler