Çarşamba, Nisan 24, 2024

Afganistan göçü ve Türkiye’de göçmen siyaseti üzerine

Afganistan’daki ABD ve NATO işgal güçlerinin geri çekilmesiyle Taliban ülke yönetimini ele geçirerek, 19 Ağustos’ta İslam Emirliğini ilan eder etmez uluslararası ilişkilerde resmi olarak tanınmaya başladı. Taliban tarafından kurulan geçici hükümeti “kapsayıcı” bulmayan uluslararası toplum “kaygı”larını ve eleştirilerini önde gelen basın yayın kuruluşları aracılığıyla paylaşıyor. Son 20 yıldır işgal altında olan, 19. yüzyılın sonundan itibaren hem emperyalist güçlerin hem de bölge ülkelerinin kendi çıkarları doğrultusunda içişlerine müdahale ettiği ülkede halka dayatılan sefalet ve tahakküm değişmiyor, Afganistan hep başkalarının oyununda bir trajedi sahnesi oluyor. Ezilenler ve emekçilerin çektiği açlık, yoksulluk ve zulüm Taliban ile birlikte gelmediği gibi emperyalist ABD’nin geri dönüşü ile de gitmeyecektir. Ezilen ve emekçilerin örgütlü bir güç inşa ederek her ikisine birden karşı koyacağı zamana dek sürecek savaşta ölüm ya da göç hep kaçınılmazdır. Bugün yüzbinlerce Afgan hayatta kalabilmek için göçe zorlanırken, varını yoğunu satıp uluslararası şebekelerin yönettiği insan kaçakçılarıyla anlaşarak zorlu ve uzun göç yoluna koyuluyorlar.

Ağustos ayının sonunda Afganistan’dan askeri güçlerini tamamen çeken ABD, vatandaşlarını ve birlikte çalıştıkları Afganları (sadece birkaç on bin kişiyi) tahliye etti. Bunu da geride kalanlar için sahte üzüntü ve temennilerini paylaşarak, açıkça Afganistan halkı ile dalga geçerek yaptı. Öte yandan ABD ve diğer emperyalist ülkeler açısından çekilmeyle birlikte ortaya çıkan en önemli sorun ülkelerine yönelecek olası göç oldu. Söz konusu ülkeler, yüksek kâr sağlayacak nitelikli emek dışında kalan göçü engellemek için telaş içerisinde plan yaparken, Türkiye bu planlar dâhilinde oldukça kullanışlı bir aktör. Transit ülke olmasının yanı sıra tutarsız göç politikaları, büyüyen ekonomik darboğazı, bölgedeki siyasi konumunu güçlendirme hevesi vb yüzünden hedef ülke haline getirilmek istendiği çok açık. Yakın gelecekte en az üç milyonu bulacağı öngörülen Afgan göçünün Pakistan ve Türkiye arasında pay edilmesinin zemini inşa edilerek, İngiltere’den Japonya’ya çok sayıda ileri kapitalist ülke Türkiye’ye milyonlarca dolarlık yardım paketi verme karşılığında göçmenleri kabul etmesi için basınç uyguluyor. Türkiye bu basınçlara karşı koymak şöyle dursun, Suriye Savaşında olduğu gibi krizleri fırsata çevirmeye, göçmenleri koz olarak kullanmaya istekli görünüyor.

Siyasi iktidarı elinde bulunduran Cumhur İttifakı, hem ekonomik yardımlardan faydalanmak hem de sermayenin ucuz işgücü talebini karşılamak için bu politikalara ılımlı yaklaşıyor ancak ortaklar arasında oluşacak ilk çatlakta MHP’nin tutumu hızla aksi yönde değişebilir. Bahçeli’nin şimdilerde kısık sesle dile getirdiği “Türkiye göçmenlere barınak olmayacak” sözleri yerini faşist saldırı çağrılarına bırakarak yeni Altındağların yaşanmasının önünü açabilir. Erdoğan ise her şeyden çok Afganistan’daki inşaat ve altyapı rantı, Kabil Havalimanının işletilmesi konularıyla, buralardan elde edilecek kazançlarla ilgileniyor ama diğer yandan da giderek karşılığını yitiren hamaset siyasetini sürdürüyor. Türkiye’nin Avrupa’nın “göçmen deposu” olmayacağı yönündeki çıkışları, AB ile para pazarlıklarında elini güçlendirmenin ve daha fazlasını talep etmenin birer aracı iken AB ülkelerinin ve BM’nin reddetme seçeneği de pek yok.

Açıklamalarla sadece dışarıya değil içeriye de verilen mesajla, özellikle 2019 yerel seçimlerinde büyükşehirlerde belirgin olarak görülen, AKP seçmen tabanındaki göçmen karşıtlarının oylarının erimesinin önüne geçilmesi hedefleniyor. Sözgelimi, Altındağ’da Suriyelilere yönelik gerçekleşen linç sonrası İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı beş maddelik genelge, göçmenleri suçlayarak cezalandırmak amacıyla çıkarılmış, toplumdaki ırkçı kabarmaya cevaben sıkışmayı ferahlatmaya dönüktür. Böylelikle saldırganlar aklanarak, evini, ailesini geçindirme derdinde olan Suriyelilerin dükkânlarının yağmalanması, evlerinin taşlanıp, yuhalanmasının bedeli; Ankara il dışına sürülerek, dükkânlara mühür vurularak, kamusal hizmetlere erişimleri yok edilerek Suriyelilere fatura edildi.

Böylesi ırkçı kabarmada dolaylı ve dolaysız parmağı olan düzen muhalefeti Millet İttifakı’nın seçim yatırım çalışması olarak bir kampanya şeklinde yürüttüğü göçmen siyaseti, bir yandan AKP-MHP iktidarını sağdan vurmanın diğer yandan laikçi-liberal kesimin gönlünü hoş tutmanın temsilinden ibaret. CHP’li faşist belediye başkanı Tanju Özcan’ın çizgisinde cisimleşen anlayışları yalnızca göçmenlerin ötekileştirilerek toplumdan dışlanmasına, düşmanlaştırılmasına neden olmuyor, bununla birlikte AKP-MHP iktidarının ideolojik ve politik olarak maskeleyerek sergiledikleri göçmen politikalarının göreli bir “hakkaniyet” imajı yaratmasına yarıyor. Elbette saiklerinin egemenlerin çıkarına koşulsuz hizmetten kaynaklandığını ve politikalarının bundan bağımsız düşünülemeyeceği vurgusunu yapmaya gerek bile kalmadan belirtmeli ki, yerel yönetim pratiklerine bakıldığında AKP’nin az ve yetersiz de olsa yaptığı yardımlarla CHP belediyelerindekine göre göçmenlere daha “insaflı” davranması bu imajın yaratılmasında önemli bir faktör. Buna karşı belediyelere aktarılan kaynakların ve mali bütçelerin orantısız olması cinsinden geliştirilecek bir argüman, 10 bakanlıktan büyük bütçeye sahip İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin göçmenlere yönelik yardımlarının neredeyse hiç denecek kadar az olması, yapılan yardımların da uluslararası kuruluşların fonuyla yapılıyor olması gerçeği göz önüne alındığında, geçersiz kalır. Belediyelerin ihtiyaç sahibi göçmen ve yurttaşların barınma, gıda, eğitim ve benzeri temel ihtiyaçlarını desteklemesi yerine bol bütçeli bol prestijli devasa organizasyonlar düzenlemesinin köklerinde ise dünyada egemen olan neo-liberalizm bataklığının politik ve ideolojik izleriyle karşılaşılır.

Hem iktidar kanadında hem de muhalefet kanadında göçmenlerin bu kadar seçim malzemesi olarak görülmesinin/kullanılmasının, yapılan en son seçim anket araştırma sonuçlarına göre ekonomiden sonra en çok şikâyet edilen konunun göçmenler olmasıyla yakından ilgisi var. Emekçiler ve halk arasındaki açlık, işsizlik ve yoksulluğun müsebbibi göçmenler olarak görüldükçe göçmenlere karşı kin ve nefret söylemleri de saldırıları da artış göstermektedir. Bunda ırkçılığı körükleyerek oluşturulan atmosferde hem göçmenleri hem de Türkiyeli işçileri daha ucuza çalıştırabilecek, aralarındaki rekabeti derinleştirerek daha fazla servet biriktirecek, kayıt dışı, güvencesiz, örgütsüz, katliamcı bir çalışma düzenini yaygınlık kazandıracak sermaye yanlısı politikalar itici güç olmaktadır. Bu politikalara ve somut uygulamalara karşı göçmenlerin haklarını korumak, geleceklerini savunmak ve insan onuruna yaraşır yaşam sürmelerini sağlamak için işçi hareketi mücadelesiyle bağını kurarak örgütlü mücadele etmek elzemdir. Sol-sosyalist siyasetlerin, emek, gençlik ve kadın örgütlerinin faaliyet yürüttükleri tüm toplumsal mücadele alanlarında göçmenlerin görünmez olan sorun ve taleplerini öne çıkararak, göçmenlerle birlikte hareket etmenin somut, pratik araçları üretilmeye muhtaçtır. STK’cılık, projecilik, fonculuk, kimlikçilik ile araya mesafe koyarak ve kesin çizgi çekerek inşa edilecek göçmen örgütlenmesi için devrimcilere düşen görev gerekli her türlü lojistik desteği, hukuki, maddi olanağı sunmak ve göçmenlerin düzen dışı hareket etme potansiyellerinin açığa çıkarılmasının imkânlarını oluşturmaktır. Göçmenleri mağdur değil, işçi sınıfının dinamik öznelerinden biri olarak görme ve sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için birlikte harekete geçmenin zamanı geldi de geçiyor.

Son Eklenenler