İki seneye yaklaşan, çok sıkılıp çok daraldığımız pandemi kısıtlamalarının ardından futbol severlere adeta ilaç gibi gelen bir Avrupa Futbol Şampiyonası’nın sonuna geldik. Pandemi nedeniyle turnuvayı geçen yaz izlemeyi planlarken bir sene daha beklememiz gerekti. Doğrusu beklediğimize de değdi. Tribünlere kısıtlı da olsa dönen seyirciler, televizyondan izleyenlerin özlediği görüntüler sergiledi. Futbolcuların da taraftarların oluşturduğu atmosferi özlediği her hallerinden belliydi. Turnuvanın oyun kalitesini düşüren nadir takımlardan biri olan Türkiye’nin hazırlıksız geldiği turnuvaya erken veda edişini daha önceki yazımızda değerlendirmiştik fakat diğer ülkeler için açıkça ‘futbola doyduk’ diyebiliriz.
Emre Özcan severek takip ettiğim kişisel bloğunda yaptığı değerlendirmede yerinde bir benzetme ile Avrupa Şampiyonaları ve Dünya Kupalarını sektördeki son teknoloji ürünlerin sergilendiği ticari fuarlara benzetmiş. Gerçekten de şampiyona futbolun geldiği taktik aşamalarının en güzel örneklerinden bazılarının sergilendiği maçlara sahne oldu. Bir anlamıyla taktiksel anlamda futbolun evrildiği son örnekleri izledik.
Barcelona’nın 2000’lerin sonundan itibaren tiki taka ile yarattığı hakimiyet 2008 ve 2012 turnuvalarında, topa sahip olan neredeyse rakip kalenin içine kadar paslarla gelen ve gollerinin çoğunu boş kaleye atana kadar pozisyon hakimiyetini sürdüren İspanya takımını izlememizi sağlamıştı. Kulüp futbolunda bu taktiğin antitezi zamanla güçlenirken 2016 çok daha hızlı kaleye giden, direkt oyunun hakim olduğu bir turnuva olurken bu oyunun en önemli temsilcisi Portekiz turnuvayı kazanmıştı. EURO 2020’de ise taktiksel olarak kaleye direkt giden oyuna daha yakınken bir denge unsuru olarak pas seçeneklerinin çok fazla olduğu kalabalık orta sahaları ve hücum hatlarını izledik. Giderek artan sayıda takım üçlü savunmalar kurarak buradan arttırdıkları oyuncuları, 3-5-2 veya 3-4-3 gibi dizilişlerle orta sahalarında ya da hücum hatlarında kullandı ve bu şekilde rakip kaleye gitmeye çalıştı. Elbette bu kanat beklerinin yeniden önem kazandığı tempolu bir oyunu da beraberinde getirdi. Bu sayede maç başına 2.78 gol ortalaması ile son 44 yılın en gollü turnuvasını izledik. Şimdi futbol severlerin merakla beklediği şey bu sisteme nasıl bir karşılık geliştirileceği.
Sonuçta futbol tarihi boyunca çeşitli taktiklerin popülaritesi artmış ve azalmış hakimiyet kuran her taktiğe bir karşılık yaratılmıştır. Şimdilerde tartışılan bir başka konu da teknik direktörlerin takım üzerindeki hakimiyeti. Bireysellikleri çok daha güçlü takımlarına hatta ülkelerine dair aidiyetleri çok daha düşük bu yeni kuşak futbolcular ironik bir şekilde saha içerisinde antrenörlerinin direktiflerini çok daha fazla arıyor. Yeni nesil antrenörler sahanın her metrekaresi ve oyunun her ince ayrıntısı için bir plan yapmış olmakla ünleniyor. Her oyuncusuna özel olarak belirlenmiş görevler veren bu antrenörler, eskisi gibi yetenekli bir harika çocuğa topu emanet edip bütün rakip oyuncuları çalımlarla geçip gol atmasını beklemiyorlar.
Takımların maçın her bir anında nasıl pozisyon alacakları, topu nereye taşıyacakları, en basit bir taç atışını nasıl kullanacaklarından sol kenarda kazandıkları bir topta sahaya nasıl yayılacaklarına kadar her şey önceden planlanıyor. Kimileri için bu oyunu mekanikleştiren oyuncuları da makineleştiren ve oyunun zevkine yabancılaştıran bir durum. Messi gibi süper yeteneklerin, türlerinin son örnekleri olduğu ve bundan sonra yetişecek futbolcuların yalnızca hatasız bir biçimde kendilerine verilen görevleri yapmaya odaklanmış birer atletik makine oldukları son yıllarda sıkça dillendirilen bir tartışma. Takım ve sistemlerin kurucuları yani teknik direktörler açısından yaratıcı çözüm arayışları artarken topla oynayan oyucular açısından bireysel yaratıcılığın sonunun geldiği de bu tartışmanın sonuçlarından biri. Bir yandan bakıldığında en zengin kulüplerin en yüksek maaşları vererek en iyi oyuncuları aldığı ve turnuvaların her geçen gün büyük takımların lehine düzenlemelerle yeniden yapılandırıldığı düşünüldüğünde, günümüz futbolunda para çarklarına çomak sokulamaması için sportif sürprizlere minimum seviyede izin veriliyor. Diğer yandan acaba bu durum takım halinde taktik, disiplinle oynayan daha mütevazı takımların da yaratıcı planlarla başarılı olarak sürprizler yapmasını sağlayabilir mi?
Futbolun geleceğinden EURO 2020’ye dönersek turnuvanın en iddialı ekipleri Fransa, Belçika ve Almanya yarı finallerden önce elenirken İtalya farklı maçlarda bahsettiğimiz farklı türlerden oyunların göze hoş gelen örneklerini sergileyerek şampiyon oldu. Teknik direktörleri Roberto Mancini de taktiksel dokunuşlarıyla bahsettiğimiz yeni nesil antrenörlük pratiklerinden bazılarını gösterdi. Finalde karşılaştıkları İngiltere de ev sahibi ülkelerden biri olmanın avantajını iyi kullandı. İtalya kadar olmasa da güzel oynadıkları turnuvayı yalnızca iki golle en az gol yiyen takım olarak tamamladı. Penaltılarla kaybettikleri final maçının ardından ise İngiltere futbolu aniden vites yükselten holiganizm ve ırkçılık tartışmalarına döndü. Final maçında penaltıları kaçıran oyuncuları ten renklerine göre ayıran faşistler özellikle Londra’da sistematik bir şekilde siyahilere saldırılara başladılar. Burada elbette UEFA’nın riyakâr ırkçılık karşıtı tutumuna da değinmek gerekiyor. Senelerdir “no to racism” sloganıyla yürütülen naif ve altı boş kampanya, bir türlü bu ırkçılık ve nefret suçları saçmalığının futbol sahalarından silinmesini sağlamıyor. UEFA kampanyayı adeta dostlar alışverişte görsün kıvamında yürütmesi de bunun gerekçelerinden biri. Zira Avrupa Süper Ligi tartışmaları başladığında rantına çomak sokulmasından korkan UEFA’nın devletleri ve tüm kurumlarını devreye sokarak nasıl aktif bir kampanya yürütebildiğini gördük. Maalesef benzeri bir aktif tutumu yapıldığı söylenen ırkçılık karşıtı kampanyada göremiyoruz.
Şimdi uzun sezonun ardından futbolcular için dinlenme zamanı. Yaklaşık bir aylık süre sonrasında yeni bir heyecanla 2021-2022 sezonu turnuvaları başlayacak. Futbol kamuoyu açısından ise İngiltere’de başlayan bu tartışmaların daha adil ve güzel bir oyuna ulaşmak için ara vermeden sürdürülmesi gerekiyor. Hatta Türkiyeli futbol severler benzeri meseleleri geçtiğimiz günlerde Galatasaraylı futbolcu Taylan Antalyalı’nın LGBTİ+ Onur Haftası’nı desteklemek için giydiği tişört ve ardından aldığı tepkilerle tartışmaya başladı bile. Taylan’ı cesur duruşu nedeniyle tebrik ederken ilerleyen haftalarda Türkiye Ligi’ni değerlendirdiğimiz yazılarda desteğimizi sürdüreceğimizi belirterek bitirelim.