Perşembe, Nisan 25, 2024

Çeviri | Rosa’nın mektubu – Kaye Cain-Nielsen (Jacobin)

İnsan Rosa Luxemburg’un Mektupları’nı okurken kimi zaman röntgencilik yaparmış gibi hissediyor. Hassas aşk notları gündelik zafer ve trajedilerle, yapılan ziyaretler arkadaşlarla, kahvaltıda yenen şeylerle, bir sevgiliden saklanırken diğerine yazılan kaygılı mektuplarla, romantik özlemlerle ve küçük boyu, biçimsiz görünüşü hakkında yaptığı mütevazı şakalarla iç içe geçiyor. Beş yüz on iki sayfayı bulan ve en eksiksiz hali İngilizceye çevrilmiş bu derleme, Rosa’nın kişisel mücadelelerini (genelde önceki editörlerin basmaktan kaçındığı şeyleri) Luxemburg’un hayatına geri sokuyor. Nitekim canlandırıcı bir yürüyüşe kulak kabartmakla yazdıklarının yayınlanması için erkekleri etkilemeye çalışması arasında bir yerlerde Verso’nun bu Polonya doğumlu Alman devrimcinin on dört ciltlik eserlerini neden şu notla yayınlamaya karar verdiği açıklığa kavuşuyor: İnternet nesli için işte radikal bir portre. Umarım ona yakından ilgi gösterirler.

Derlemedeki son mektup 11 Ocak 1919’da Berlin’de yazılmış; yani kırk yedi yaşındaki Luxemburg’un öldürülmesinden dört gün öncesinde. 1871’de Polonya’da orta sınıftan Yahudi bir ailenin ferdi olarak doğan Luxemburg, ekonomi okumuş ve İsviçre’de politik teori alanında doktora yapmıştı. Derlemenin Temmuz 1891 tarihli ilk mektubu, derslerini bitirmek üzere olduğu döneme tekabül etmektedir.  Eylemciler arasında Luxemburg en çok Reform mu Devrim mi adlı eseriyle tanınır. Bu eser Eduard Bernstein’ın öne attığı evrimci sosyalizm teorisine karşı sert bir yanıttır. Marksist politik ekonomi üzerine çalışanlar içinse, akıldan çıkmayan eseri Sermayenin Birikimi’dir. Kimi zaman yeni açığa çıkan emperyalizm teorisine yapılmış ciddi bir katkı olarak, kimi zamansa Marx’la aynı cümle içinde anılmayı hak eden iki-üç politik ekonomik çalışmadan biri olarak anılır. Luxemburg Alman Sosyal Demokratların yükselişinde önemli roller üstlenmiştir ve Büyük Savaş’ın başında ihanet etmeleri üzerine, Karl Liebknecht’le birlikte sonrasında Alman Komünist partisine dönüşecek Spartaküs Birliği’ni kurmuştu. Onun bilgisi olmadan yanlış bir kararla Weimer cumhuriyetine isyan etmeyi emreden, böylece Sosyal Demokrat hükümetin emriyle hareket eden para-militer freikorp’ların ellerinde ikisinin birden katledilmesine yol açan Liebknecht idi. Bunların dışında güçlü bir hatip, bir teorisyen, bir editör, bir dost, bir arkadaş, uluslararası emek ve sosyalist hareketlerden birçok liderin sevgilisiydi. İçlerinde Leo Jogiches, Karl Kautsky, Liebknecht ve Clara Zetkin de vardı. Belki de bu sebeple, en çok mektuplarıyla sevilmektedir. CIA’in maaşıyla yaşadığı birkaç yılın ardından, Sidney Hook gibi tehlikeli bir şahsiyet bile mektupların “bu yüzyılın küçük edebi hazinelerinden biri” olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Verso’nun ciltlerindeki yüz doksan mektup, nerdeyse tamamen Almanca derlemeden Herzlichst Ihre Rosa’dan alınmıştır. Bu eser ilk olarak Luxemburg üzerine çalışan Annelies Laschitza ve Georg Adler’in kılavuzluğuyla 1990’da basılmıştı. Mektupların büyük kısmı Luxemburg’un uzun süreli sevgilisi ve politik partneri Leo Jogiches’e yazılmıştı ve aynısı Verso baskısı için de geçerli. Yirmi yıl sonra çevirmen George Shriver özgün Lehçe ve Almanca metinlere başvurup, Luxemburg’un çok dilli üslubunu daha iyi kavramaya çalışmıştır. Shriver’ın önceki İngilizce çevirileri de önemlidir. İçlerinde Roy Medvedev’in Bırakalım Tarih Yargılasın: Stalinizmin Kökenleri ve Sonuçları ile Mikhail Gorbaçov’un Gorbaçov: Ülkem ve Dünya Üzerine’yi de vardır. Luxemburg Lehçe, Almanca, Rusça ve Fransızca yazmış, kimi zaman bunları birlikte kullanırken, zaman zaman araya İngilizce veya Latince de serpiştirmişti. Shiver yazıların zengin tarzı ve üslubunu gözler önüne sermek için, kimi yerlerde belli satırları özgün halleriyle bırakmakta.

Verso baskısı kişisel isimlerden, kısaltmalardan ve yayınlardan oluşan kapsamlı bir sözlüğün yanı sıra, Almanca versiyona kıyasla daha fazla mektubu ve dipnotu barındırmakla övünmekte. Elle yazılmış ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinden kuryeyle gönderilmiş belgeleri yeniden yazıya geçiren, çeviren ve birleştiren bir derlemede, editörler fiziksel olarak sayfaların taşınması, ele alınması, arşivlenmesi ve saklanmasından sorumludurlar. Nitekim bu eldeki tarihe inandırıcı bir bakış sunmaktadır. Bu mektuplar yazarın önemine aşina olmayan okuyuculara, parlak ve alışılmadık düşünce tarzına ilişkin değerli fikirler verecektir.

Konudan bihaber olanlar için Mektuplar muazzam detaylarıyla, aynı bir roman gibi okunabilecek cinstendir. Luxemburg’un İran kedisi Mimi’nin Lenin yanlarındayken ne yaptığını, yazdığı sayısız eseri aydınlarla işçilerin ellerine ulaştırmak için ne kadar borç aldığını, Alman edebiyatının hangi eserlerini sevdiğini ve ayaklanma kışkırtıcılığıyla hapiste yatarken dostlarına kiraladığı yere bakmaları için nasıl yalvardığını okuruz. Detayların bazıları kimi zaman ağır bassa bile, Luxemburg’un ani, lirik yazıları vecizeleri andıran anlar okuyuculara heyecan verici sırlar vermektedir. Parmakları düşüncelerinin hızına yetişmeye çalışırken, bileklerinin sinirle ve öfkeyle sarsıldığını hissederiz adeta.

Luxemburg’un erkeklerle arasındaki ilişkilerin izini sürmek büyüleyicidir. Leo Jogiches örneğinde, başlardaki hayranlık ve saygı yavaş yavaş aşırı babacan bir figüre duyulan bir öfkeye dönüşmektedir. Gittikçe daha cüretkar bir tavırla Luxemburg, hem yeterince ilgisini göstermediğinden hem de kişisel yaşamı hakkında yeterli bilgi vermediğinden ötürü onu paylamaktadır (kendi yaşamını başkalarına anlatmaya kıymet verdiği kesin bir şekilde görünmektedir). Daha Jogiches’le arasındaki ilişki bitmeden, daha kibirli bir tonla Kostya Zetkin’e yazılan aşk mektuplarını görürüz. Luxemburg’un Jogiches’i severken kullandığı “kıymetli altınım”, Zetkin’de “küçük oğlana” dönüşür. Zetkin’in ekonomiden anlayıp anlamadığını merak eder ve kendi edebi zevklerini ona daha serbestçe dayatır.

Yüzlerce sayfalık kişisel yazışmaları okumanın bu denli heyecanlı olmasının bir sebebi de, Luxemburg’un zihninin yaşla birlikte ağırlaşacak fırsatı hiç bulamamış olmasıdır. Yorgunluktan şikayet ettiği anlarda bile, öyle büyük bir enerjiyle yazmaktadır ki sanki düşünmeyi hiç bırakmıyor gibidir. Ara ara hapishanede geçirdiği zamanlar soluk almak gibidir adeta. Diğer radikallerle geçirilecek veya tek başına eserlerine odaklanacağı kaliteli zamanlardır. Luxemburg’un en meşhur metni Sermayenin Birikimi tek ve uzun bir oturumda yazılmış olup ikinci bir taslak olmamıştır. Dahası güvenilir bir dostuna, tek bir kişi için bu kitabı yazdığını iddia eder. Luxemburg 1917’de hapisteyken, çarpıcı ekonomik tezi hakkında şunları söyler:

Gayet eminim ki Hånschen [Hans Diefenbach], ekonomik çalışmalarım sanki “sadece altı kişi için” yazılmış gibi. Fakat aslında bildiğin gibi, onları sadece tek bir kişi için yazıyorum: Kendim için. Sermaye Birikimi’ni ilk yazdığım dönem, hayatımın en mutlu anları arasındadır. O dönem tüm 20 formayı dört aylık zaman zarfında tek oturuşta yazdığımı (eşi görülmedik bir şey) kaba taslağı bir kere bile okumadan hemen baskıya gönderdiğimi biliyor muydun?

Fakat hem mektuplarının hem de Birikim’in okuyucuları tek bir kişiden ibaret kalmayacaktı hiç. Yazıldığı yüz yılda bu sayfaların her birine fiziksel olarak temas etmiş o elleri hayal etmek baş döndürücüdür. Rosa’nın sıcak şakalarına ve dondurucu gözlemlerine, reddedilen sevgililerine ilk kez tanık olan birileri vardı. Ardından Rosa’nın öldüğünü öğrendikten sonra anılarını yad etmek isteyen matemli dostları onları okudu. Sonra para-militer birliklerin ellerinde aynı kaderle hayatı son bulacak, kendini adamış arşivciler gördü. Son olarak bahsedilen her parti toplantısına tarihleri ve kentlerin isimlerini veren uzmanlar, çevirmenler ve editörler göz gezdirdi. Luxemburg bir mektupta yayınlanmış eserlerinden birine gönderme yaptığında, şu dipnotu görürüz: “Bu serinin şu cildindeki tam metne bakınız.” Takip edecek daha ne kadar çok cildin olduğunu hatırlatan harikulade bir ifadedir.

İster kişisel ister politik olsun, Rosa Luxemburg’un mektupları güzel, güçlü ve özlüdür. Ayrıca kuşku yok ki, Rosa’nın aşkta hiç şanslı olmamasından ve zaman zaman ağır basan bobo [çocuk] özlemi hiç dinmediğinden ötürü dinmek bilmez bir keder vardır.

Editörlere göre Luxemburg’un Marksizmin entelektüel mirası içindeki rolüne dair bilgiler dikkatli bir okumayla çıkarılabilir. Hudis’in açıklamasıyla,

“Bu cildin hazırlanmasındaki amaç, Rosa Luxemburg’un Marksizme yaptığı özgün katkıyı daha iyi anlayıp takdir etmek için yeni bir bakış açısı sunmaktır. Umuyoruz ki, yaşamı boyunca bilinçli bir şekilde ifade etmeye çalıştığı şeyi anlamamıza imkan sağlayacak: “İnsanları bir gök gürültüsü gibi etkilemek, nutuklarla değil vizyonumun derinliği, inançlarımın kudreti, ifadelerimin gücüyle tutuşturmak istiyorum.”

Yine de Luxemburg’un Marksizme yaptığı eşsiz katkıların nitelikleri sadece bu metinden bakıldığında muğlak kalacaktır. O dostlarını sıklıkla Marx’ı okumaya teşvik ederdi. J. P. Nettl’ın ufuk açıcı biyografisine yazdığı girişte, Hannah Arendt Luxemburg’un gerçekten Marksist olup olmadığını sorgular: “Mr. Nettl haklı olarak bize şunu söylemektedir: Luxemburg için Marx ‘onca kişi arasında gerçekliği en iyi yorumlayan kişiden” fazlası değildi … ve ona göre en önemli şey devrimin kendisinden öte, tüm harikulade ve dehşetli yönleriyle gerçeklikti.”

Bu gerçekten de doğru. Luxemburg Marksist düşünce tarihinde oynadığı rol ne olursa olsun, Mektupları’ndan çıkarılamaz. Fakat aydınların rolüyle ilgili görüşlerinin ne olduğu çıkarılabilir. Halkın aydını Luxembrug iki devrime doğrudan katılmış ve diğerleri üzerine yerinde, kitlelere yayılmış yorumlarda bulunmuştu. Politik eylemin en ön cephesinde, işçi sınıfının yanındaydı fakat bir yayıncı, editör, yazar ve hatip olarak oynadığı rolü hiç bırakmadı. Neticede bunlar Luxemburg’un halkı bir gök gürültüsü gibi etkilemesine imkân veren konumlardı.

Almanca baskıya yazdığı girişte Laschitza, Luxemburg’un kadın kimliğine vurgu yapıp şunları söylemekteydi: “Aynı anda her türlü zorlu koşula rağmen o hep insana özgü güçleri ve zaaflarıyla bir kadındı ve her diğer kadın gibi benzer sorunlara sahipti.” Bu ahmakça ve saldırgan bir ifade olup, küçümseyici bir nitelik taşımasının ötesinde manasızdır. Yirmi bir yıllık süre zarfı içinde bile geçerliliğini kaybetmiştir. Bu kadarını görmek için cümleye tarihten herhangi bir erkek figürü koymak dahi yeterlidir.

Aynı anda her türlü zorlu koşula rağmen [Abraham Lincoln/Vladimir Lenin/Fredrick Douglass] hep insana özgü güçleri ve zaaflarıyla erkekti ve her erkek gibi aynı sorunlara sahipti.

Rosa Luxemburg hakkında (veya Lincoln ve Douglass) ne söylenirse söylensin, diğerleriyle aynı sorunlara sahip olmadığını, diğer kadınlarla aynı güç ve zaafları olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Zaten onu bu denli önemli kılan şey diğer insanlara benzememesiydi.

Nasıl editörler cinsiyetini gereğinden fazla öne çıkarmışlarsa, benzer şeyi Polonyalı bir Yahudi oluşu için de yapmışlardır. Luxemburg’la ilgili bu değişmez gerçekler, gençliği, Almanya’ya sürgün edilmesi, cinsiyeti, etnik arka planı başarılarını çok daha etkileyici kılmaktadır şüphesiz fakat buradaki ima tehlikeli bir şekilde “Polonyalı bir genç kız için epey akıllı” gibi laflarıyla 1900’lerde kalması gereken bir ataerkilliğe yaklaşmaktadır. Bağımsız ve özgür fikirli bir kadın, Yahudi ve Berlin’de yabancı biri olarak, kimliğini nadiren vurgular. Kendisine gösterilen düşmanlıktan nadiren şikayetçi olur. Aksine fikirlerine odaklanır ve yaşamın tadını çıkarır. Luxemburg’un kendi gibi radikal insanların inatçılığının üzerine çıktığını unutmamak gerekir ancak onun kendi samimi sözlerini dikkatle okursak, söylemek zorunda kaldığı şeylerde ve söyleyiş biçiminde takdir edecek çok şey buluruz.

Hepsi bir yana, ben tüm samimiyetimle bu derlemenin bir yazar ve tarihi bir figür olarak okuyucuların Luxemburg’a olan ilgisini pekiştireceğini söyleyen editörlere katılıyorum. Bu cilt Luxemburg’un politik düşünceleriyle ilgili derin bir kavrayış sunmadığı gibi, hayatını sadece feminizmin zaferi gibi de aktarmamaktadır. Aksine yaptığı şey kendisini adamış bir aydının yalın portresidir.

Bu yıl devrimci eylemler dünya basınının gündemini ele geçirmiş durumda. Amerikan medyası gençlerin ayaklandığı Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen, Libya ve Fas gibi ülkelerdeki eylemleri ekranlara taşıyor. Diktatörleri deviren son eylemlerle politik reformlar arasındaki en cazip karşılaştırma noktası, protesto eden kitleler arasındaki gençlerdir. Ancak mevcut politik hareketin önderleri sadece “genç insanlar” değil işçi sınıfının neferleridir. Bugün tanık olduğumuz devrimler şimdiye dek bir lider çıkaramamıştır. Bu yirminci yüzyılın başında totaliter güçlerin yükselişine tanık olmuş Rosa’nın onaylaması muhtemel bir şeydir.

Şimdiye dek Luxemburg’un retoriğinin protest edebiyatta kendisine yer bulmasına tanık olmamıştık fakat gelecek yıllarda Verso’nun çıkaracağı Luxemburg eserleri belki bunu değiştirecektir.

Son Eklenenler